28 Aralık, 2012



                             Bizim Büyük Çaresizliğimiz




                                                    
      “Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana. ölecekmiş gibi oluyorum.”

Hangi kitabı yazsam diye düşünüp dururken, düşünme kısmı görünmediğinden hep duruyormuşum hissi yarattığımı yeni fark ettim. O zaman yazmam lazım diye düşündüm ve kitabımı seçtim; "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı imzasıyla 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkmış.

Bu kitap aslında bir roman değil, bir dostluk muhasebesi. Okurken kendi dostluklarınızı da karşınıza alıp hizaya çekebileceğiniz bir kitap. Ne anlattığı önemli  nereye varmaya çalıştığı değil. Neredeyse çocukluk sayılabilecek yaşlarından beri birlikte olan iki insan, dost, kardeş, sevgili... ne demek istersiniz bir gün gelip de aynı kadına aşık olursa ne olur? Aşk onların ilişkilerini bozar mı, bozabilir mi? Yoksa onlar aslında birbirlerine mi aşıklardır? Bu mudur asıl çaresizlik yoksa genç bir kadına duyulan aşkın daha da belirginleştirdiği "yaşlanmak" mıdır?

Cevaplar bulmak için okunacak bir kitap değil, sorular sormak isteyebilirsiniz ama kendinize.. Ben kitabın yazısına başlamadan önce 'dostum'u aradım, "biz hiç aynı adama aşık olduk mu?" demek için. Açmadı telefonu, iyi ki de açmadı aslında bu sorunun cevabını biliyordum ama kaçırdığım bir yer varsa o an öğrenmemem iyi oldu.

Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar. Hayata, aşka, dostluklara ve zamanın karşı konulmaz bir hızla geçişine dair farkındalıkları olan bir roman bu. Bendeki en büyük etkisi ise yukarıda da dediğim gibi dostluklar üzerine oldu.  Kısacası okunası bir kitap, bir baş yapıt değil belki ama içinize yer ediyor.

Not 1: Uzaklardan bir yerden Turgut ile Selim'in hikayesine de benziyor, burada da bir 'tutunamayan' olma hali var aslında ama bu hal esas eksen olmadığından kıyaslama yapılmaması daha doğru olur bence.

Not 2: Düş(le)mek adlı kitabı okuyanlar varsa aranızda, bu romanda o kitabın hissi yakaladım. Çok alakasızlar ama bir yandan da okurken ilk gençlik yıllarımda okuduğum o kitabı düşünmeden edemedim. Belki de yaşlanmanın verdiği özlemle aklıma geldi belki de paylaşılan dostluklar nedeniyle.. Bilemiyorum.

 "Hareket etmezsen acı üzerinde birikir."

26 Aralık, 2012

"Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak." Hüseyin Rahmi

Gulyabani-Gönül Ticareti
Everest Yayınları

Konak hayatını Türk edebiyatında en iyi biçimde resmetmiş, okuyucularını sürekli bir biçimde güldürebilmiş, "kocakarı" literatürünün en başarılı hatta bana göre tek ismidir Hüseyin Rahmi Gürpınar. Efsuncu Baba ve Şıpsevdi gibi eserleri büyük bir kitle tarafından bilinse de sanırım Hüseyin Rahmi dediğimizde aklımıza ilk gelen eseri 1913 yılında ilk kez yayımlanan ve Türk edebiyatının ilk korku romanı olan Gulyabani'dir.

Roman yaşı altmışı geçkin Muhsine Hanımın, her zaman yaptığı gibi komşusuna gitmesi ve en ünlü hikayesini anlatmasıyla başlar... Hem yetim hem öksüz Muhsine gençken esrarengiz bir konağa hizmetçiliğe gönderilir. Ancak bu konak hakkındaki dedikodular alıp yürümüştür ki zaten Muhsine de eve yerleştiği ilk geceden itibaren olaylara tanık olmaya başlar. Ve bu andan itibaren de, cinlerin perilerin evi salladığı, kapıların kendi kendine kilitlendiği/açıldığı, odaların ortasından tüylü yaratıkların çıkıp kadınlara saldırdığı büyük bir serüven başlar. Bu serüven Hüseyin Rahmi tarafından o kadar esprili bir dille ve tekerlemelerle anlatılır ki, okuyucu gülmekten kendini alamaz. Ancak bu ögeler ana olayın sadece yan karakterleridir. Asıl hesaplaşma, arada sırada ortaya çıkan, cinler periler hiyerarşisinin en üstteki yaratığı, dev ve korkunç Gulyabani'dir. Gulyabani'nin ise asıl hedefi, bu olaylar yüzünden deliren evin hanımıdır.

"Roman bir gariplik toplamı olmakla beraber yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak" diyen Hüseyin Rahmi eserin önsözünde sondan çoktan bahsettiği için bitiş okuyucu için sürpriz olmaz. Zihinde kalan ise bu rasyonel bitişten ve bir anlamda da batıl inanç eleştirisinden öte, olay örgüsündeki komedi unsuru olur. 

Gulyabani'yi de, eserin sonunu da biz zaten biliyoruz, üstelik kitabı da okumamıştık diyenleri duyar gibi oluyorum. Ve bunu diyenlere Türk sinema tarihinin en iyi ekiplerinden birinin rol aldığı en başarılı yarı-uyarlamasından (biraz abartmış olabilirim!) bir bölüm paylaşmak istiyorum: 



10 Aralık, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu akşam Halide Edip Adıvar'ın Handan romanını tartışmak için toplandı.
Kindle'dan Retro'ya geçiş...



Ama tartışılan kitaptan ziyade,Yaprak Dökümü'nün, Aşk-ı Memnu'nun, Dudaktan Kalbe'nin dizi olduğu şu dönemde bu kitabın uyarlamasının kaç sezon prime time gösterilebileceği oldu. Hatta oyuncuları bile bulduk. Az sonra!

Öncelikle kitapla ilgili birer cümlelik düşünceler: 

Burcu: Ateşle barut yan yana durmaz...
Özlem: Gene okumadım...!
Gözde: Kadın devamlı ilgi odağı olmak istiyor, böyle bir dünya yok!
Merve: Erkek karakterlerin hepsi gerizekalı!
Hazal: Yapımcıları göreve davet ediyorum!


Kim hangi karakteri oynasın? 
Üç farklı Handan, favorimiz belli...
Bu sorunun üstünde de epey bir vakit geçirdik. Verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Eğer olur da senaryo istenirse, en az 3 sezon izleyiciyi hezeyandan hezeyana sürükleyecek bir çalışma da yapabiliriz. Bunu da burada belirtmiş olalım. 
Yalnız başrol candır dediğimizden, bunu seyirciye sormak istiyoruz. Lütfen Handan karakteri için önerdiğimiz isimler arasından bir seçim yapınız! 

Neriman: Hazal Kaya ( Sebebiyle açıklayalım: Çünkü Neriman,Türk edebiyat tarihinin Nihal Ziyagil'den sonra gelen en sümsük karakteridir. Hazal Kaya'nın son ana kadar hiçbir şey anlamadan bu rolün de üstesinden geleceğine eminiz) 

Refik Cemal: Cansel Elçin (O ne yere bakan yürek yakandır o!)

Hüsnü Paşa: Emre Kınay (İyiyi de kötüyü de güzel oynar...)

Server: Kutsi (Panik yok, sadece mektup okuyacak...)

Nazım: Nejat İşler (İlk çeyrekte karakter öldüğü için, diziden ayrılarak istikrarlı bir gidişat sağlayacak...)

Cemal Paşa: Çetin Tekindor (Arada buğulu konuşmalar yapacak)

Ve ana karakterimiz Handan: 
a-Cansu Dere
b-Deniz Çakır
c-Nergis Öztürk
d-Ahu Türkpençe
e-Fahriye Evcen 

Merak etmeyin kim kazanırsa kazansın, geriye kalanlar Hüsnü Paşa'nın sevgilileri olarak boy gösterecektir. 

Gerçekten de eğlenmişiz, diğer buluşmamıza kadar esenkalın...







09 Aralık, 2012


‘İhsan Oktay Anar’a Giriş’ niteliğindedir Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri” benim için. Sevdiğim herkesin sevmesini istediğim bu yazarın ilk kitabı olmasa da kendisiyle tanışmak için en uygunu olduğunu düşünüyorum.

Gerçekle masal arasında, ölümle oyunlar oynayan Cezzar Dede ve Ölüm’ün karşılıklı hikâyeleri, bazen korkutarak, bazen güldürerek, alıp götürüyor bu kitapta. Ölüm, canını almaya gittiği Cezzar Dede’nin anlatacağı her bir hikâye için ona bir saat yaşama hakkı verecektir ve aslında Ölüm’ün aradığı kişi Uzun İhsan’dır.  Sürekli ellerinden kaçan Uzun İhsan’ı aramak için Selam Mahallesi’nden Firdevs Mahallesi’ne olan yolculukları boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerde korkudan dine, dinden aşka, aşktan cennete ulaşırlar;  çünkü insan bilmediğinden korkar ve bilmediğini aramak için dine başvurur, aranan şeye kavuşamayınca aşk olacağı için, arayıştan aşka, aradığını bulunca da meşke, yani cennete ulaşır.

Bu hikâyelerde; ışıktan hazzetmeyen Kont’u, “vuda” isimli bir puta tapan “vudiz”leri, “Nur Ana’ya” ulaşanları, ”iffetini kaybetme tehlikesinin baş göstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet getirmedikçe nerdeyse imkânsız olan” kadınları, başarılı bir muhasebeci olduğu kadar kahraman da olması istenen ve bu yüzden normal kıyafetlerinin altına annesinin diktiği mavi kıyafet ile kırmızı pelerini giyen Gülerk Kent’i okurken hem gülümser hem de Anar’ın hayal gücüne hayranlık duyabiliriz.

Tüm hikâyeler bittiğinde, Ölüm yanında Cezzar Dede ile sonunda Uzun İhsan’ı oturduğu evde yakalar; ancak orada onu bekleyen şey, Ölüm’ün kız kardeşi olan Uyku’dur ve Uyku’nun oradan gitmeye hiç niyeti yoktur. Uzun İhsan’ı uyandırmak için çeşitli gürültüler yapan Ölüm, bahçedeki kurt köpeğinin saldırısına uğrar ve onu köpekten kurtarması için uyanan Uzun İhsan’dan yardım istemek zorunda kalır. Tahmin edeceğimiz üzere, Uzun İhsan Ölüm’den, bu yardım karşılığında yaşamak için biraz daha süre ister. Canını almaya gittiği bir fani karşısında aldığı bu yenilgi Ölüm’ü sarsar; ama canı alınacak bir kişi daha vardır, o da hikâyeleri biten Cezzar Dede’dir. Ancak dedelerinin Efrâsiyâb’ın hazinesini bulmaya gittiğini sanan torunları hiç hesapta olmayan bir şekilde onların yakasına yapışır. Ölüm, onlarla da bir oyun oynar ve eğer güneş batana kadar kendisini güldürmeyi başarırlarsa dedelerini götürmeyeceğini söyler. Çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar Ölüm’ü güldüremezler ve sonunda oyunu kaybettiği için en küçük kız torunun gözünden bir damla yaş gelir. Bu yaş karşısında Ölüm’ün suratında bir şey çatırdar; bu, gülümsemesini engelleyen mühürdür; çünkü Ölüm o anda anlamıştır ki çocukluk cennetin ta kendisidir ve cennet de seyredilmeye değerdir.

Kitabı tekrar okuduğumda; yıpranan ve yıprandığı için asabileşen ruhumu biraz Ölüm karakteriyle bağdaştırdım ve dünyayı güzel gören ve belki de asıl çirkinin, dünyada çirkinliği görenler olduğunu savunan, dünyada tattığı en büyük lezzetin hayat değil, insanlık olduğunu ve birçok kişinin insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktansa hayatı sürdürmek ve korumak için çok büyük bir mutluluğu kaçırdığını düşünen Cezzar Dede ile oyun oynayan, yüzü mühürlü Ölüm gibi hissettim kendimi. Oysa Cezzar Dede, dünyaya bakınca gülümseyenlerdendi ve onun için kalbinde sevgi taşıyan, gülümseyen herkes cennete bakıyor demekti. Umarım bu tekrar okuyuş,  uzun zamandır yüzüme yapışan bu mührün kırılması için bir fırsat olur…

 

10 Kasım, 2012


Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar 
Dergah Yayınları 


20. Yüzyıl’ın ilk on yıllarında yaşanan yıkımın ve dirimin izlerini taşıyan bu romanda, bireysel ve toplumsal ızdırapları, insan iradesine duyulan inanç ve inançsızlığı da görüyoruz, kendimize mahsus bir hayat tahayyül edebilmenin heyecanını da. Tanpınar, 1930’lu yılların İstanbul’unda bireylerin umutsuzluklarını ve iç mücadelelerini, “bize ait” olarak nitelendirdiği büyük bir alemin bütünlüğü içerisinde ve arka planında dönemin siyasal ve ekonomik şartlarını da tartışarak anlatıyor. Türk tarihi üzerine doktorasını tamamlamış, başarılı bir gencin, Mümtaz’ın, güzelliğini eski devirlerin hatırası gibi gördüğü Nuran’a olan aşkını anlattığı romanda Tanpınar, bir yandan Türkiye’deki modernleşme çabalarına eleştirel yaklaşımlar getiriyor, bir yandan da İstanbul’un gündelik hayatına ilişkin detaylar sunuyor. Ölümün ve hayatın, aşkın ve ızdırabın “bize ait” birlikteliği üzerinden inşa ettiği anlatı örgüsüyle ise, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan medeniyet ve kültür buhranı tartışmalarına cevap veriyor.  

Tanpınar, kahramanlarının iç dünyalarını en küçük detayına kadar kurguladığı gibi, İstanbul’u da sokak sokak tasvir eder; kimi zaman Nuruosmaniye’de harab bir sokağa bakarken, tekerlekli tahta üzerinde ellerine geçirdiği takunyalarla yürüyen bir dilenciyi ya da Sultanhamam’ında boynu ve göğsü taşıdığı yükün altında ezilmiş bir hamalı görürüz, kimi zaman da Beyazıt’ta sahaflar çarşısında el yazması eski bir mecmuayı okurken Mümtaz’ı… Ama daha çok huzurun mekanı olarak anlattığı, “bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yer” dediği Boğaz’ın resmini yapar gibidir kelimelerle. Nuran’la yaptıkları sandal sefalarını, vapur düdüklerinin tepeden tepeye aksedişlerini, geceleri Boğaz’ın ışık huzmeleriyle renklenişini anlatır uzun uzun. Bu resmi tamamlayacak en önemli unsur ise eski musikidir. Tanpınar, Şark kültürünün aslı olarak görür musikiyi. Romanda ise eski musiki gecelerini ve kültürünü yaşatır ve bu aşk hikayesinin ana unsurlarından birisi olarak İstanbul’u bir musiki eşliğinde resmeder.

Bütün bu detaylarda Tanpınar’ın, edebiyatı, resim ve musiki gibi bir sanat dalı olarak iyi bir usta titizliğiyle işleme isteğini görürüz. Ve İstanbul’u, Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını anlatırken ya da siyasal, ekonomik, sosyal ve psikolojik tahliller yaparken kendine has sanat üslubunun bıraktığı tadı her daim duyumsarız.    

Özlem D.  


Kalbimi kıranın ne olduğunu kimse bilmedi.”*

Marjane Satrapi, İran asıllı çizgi roman yazarı. Sinema hayatına da, 2007 yılında, kendi hayat hikayesini konu alarak yazdığı çizgi roman kitabı Persepolis’i animasyon film uyarlaması yaparak giriyor. 2011 yapımlı yine kendi yazdığı bir çizgi roman kitabından uyarlanan Azrail’i Beklerken’i ise Vincent Paronnaud’la birlikte çekiyor. Filmde yer yer animasyon tekniği kullanılıyor ve çoğunlukla masalsı öğelere başvuruluyor hikaye anlatılırken. Azrail’i Beklerken, kısa bir animasyonla başlayan fakat konusu ve mekanı gerçek öğeler kullanılarak anlatılan, izlerken masalsı bir tat bırakan bir film. Ve şunu da belirtmek gerekir ki Satrapi, bilinmezliğin gölgesinde kalan, sadece mistik öğeleri barındıran bir İran filmi sunmuyor. Aksine, 1958 yılında Tahran’ın en gözde keman virtiözünün “sıradışı” hikayesini anlatarak daha ilk baştan bilinenden farklı bir modern kent hikayesi anlatacağını belirtiyor gibi.  

Aslında Satrapi, asırlardır anlatılagelen Ferhat ile Şirin ya da Leyla ile Mecnun hikayelerindeki gibi efsanevi bir aşkı kendi üslubuyla yorumluyor. Sonunda ancak ölümün ayırabildiği ama kendisi hep ölümsüz ve dünyevi her şeyden bağımsız olan bu aşkın günümüz dünyasında farklı bir çekiciliği olduğunu belirtmek gerekir. Buna ek olarak Satrapi’nin, bu modern ve mistik aşk hikayesini anlatmak için 1958 yılı Tahran’ını seçmesi ve anlatırken farklı bir zaman algısı kullanarak masalsı aşkın gizemini koruması filmin konuyu işleyiş açısından etkileyici yanlarından birisi. Yani filmin sonlarına doğru gizemi çözülmeye başlayan ve Nasser Ali Khan’ı sebebi anlaşılamayan ölüm kararına sürükleyen bu yabancısı olmadığımız büyük aşk hikayesi.

Filmin dilinin Fransızca olması bu masalsı büyüyü gölgeliyor elbette fakat oyuncu seçimleri ve kurgu konusunda çok başarılı olduğunu söylemek gerekir. Ayrıca, karakterlerin hikayeleri detaylandırıldıkça İran’ın siyasetine ve modern aile ilişkilerine dair de filmin eleştirel bir gündemi olduğunu görüyoruz. Satrapi, tanıdık bir hikayeyi biçimsel açıdan yalın fakat içeriği derin bir şekilde anlatıyor.

*Filmin afiş cümlesi

Özlem D.


17 Ekim, 2012

Peyami Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken Yayınları

Türkiye’de batılılaşma, ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş, ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz tanıyoruz: Peyami Safa.

Söze bu küçük tarihsel anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir. Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek sanırım çok da asılsız olmayacaktır.


Eser ana karakter Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış, aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır. Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan, alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman, Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir) etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir. Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum, akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa, haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir?  Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu bakımdan övgüyü hak etmektedir.


Ve not: Hala güncel olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.

30 Eylül, 2012

 
 
"Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.."
....
"Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."
....
"Sadece müteessirdim. 'Bunun böyle olmaması lazımdı.' diyordum."
...
"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu."

Bu defa riskli bir işe kalkışıyor gibi hissediyorum kendimi; çünkü benim için kutsal niteliktedir "Kürk Mantolu Madonna". Biliyorum, ne yazarsam yazayım eksik olacak ve haksızlık etmiş olacağım kitaba. Ama yine de yazmayı seçtim.

"En tahammül edemeyeceğim şey merhamettir..."

Bu kitabın çok özel olması ve içinde kendimden çok şey bulmam için birçok nedenim var. Öncelikle “Sen Allah’ın bana vermeyi unuttuğu kardeşimsin bence.” yazılı bir notla hediye edilmişti bana. Ve her okuduğumda (kaybolduğumda, bunaldığımda, ürktüğümde, saklandığımda) tekrar tekrar anladım ki, ben aslında hem Raif’tim hem Kürk Mantolu Madonna. Hem onlarınki kadar büyük bir sevgiye özeniyordum ve böyle bir sevgiyi bekliyordum hem de artık bazı şeyler kolay olsun, herkesinki gibi olsun istiyordum. Tabii ki sadece bu değil; içimde hep hissettiğim ama kelimelerle şekil alamamış birçok cümle vardı bu kitapta, yaşadığımız dünyaya ve o dünyanın insanlarına dair... Sadece bir aşk kitabı değildi bu, hayatımın cümlelerinin yazılı olduğu, okurken kendime sürekli “yalnız değilim işte” dedirten bir kitaptı.

Gerçekten anlayabilen, gerçekten düşünebilen, gerçekten hissedebilen ve ‘basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete kolayca geçemeyen’ derinlikli kişilerin anlayabileceği bir kitap olarak görüyorum Kürk Mantolu Madonna’yı. ‘Her şeyin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği’ bir dünyada Nietzsche’nin tabiriyle “sığ zihinli olan” bir kişi okuyunca bir aşk romanı olarak yorumlayabilir ki bu da kitaba yapılacak en büyük hakaretlerden biridir.
İnsanın tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek de çabuk alışıp katlanabileceğini söylüyor Raif, bunun böyle olmaması lazımdı, diyor ama ekliyor: “Demek böyle olması icap ediyormuş.” Kaderci düşünmenin bazen insanı rahatlattığına, hatta delirmenin eşiğinden döndürdüğüne inanan ben, Raif’in bu cümlesiyle rahatlıyorum. Biz bilmesek de her şeyin bir nedeni  varmış ya hani... Ama yine aynı Raif, oldukça gerçekçi bir bakış açısıyla hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını da söylüyor. Geç tanıştığımız, ama varlığını sevip hayatımızın merkezine aldığımız; bizim için artık var ve vazgeçilemez olan; bu yüzden de sonsuza kadar var olacağını sandığımız  şeylerin bir sonu olabileceğini hatırlatıyor. Sebepsizce gelen iç sıkıntısının geldiği gibi yine sebepsizce gideceğine inanan ben, içeriği farklı ve iç sıkıntısına görece çok ağır olsa da, Raif’in “Bir imkân, mevcudiyetine ihtimal bile vermeye cesaret edemediğim bir imkân, boş ve manasız akıp giden ömrümün yanına kadar sokulmuş ve sonra, birdenbire, geldiği kadar ani ve sebepsiz, çekilip gitmişti.” cümlesini çok iyi anlayabiliyordum. Boş ve manasız akıp giden bir ömrün yanına kadar sokulan imkânın yarattığı umut hala ayaktayken, o imkân çekip gidince geriye kalanlarla devam edebilmek için nasıl bir mücadele gerektiğini görüyordum Raif'in cümlelerinde. Özendiğim aşkı o kadar güzel anlatıyordu ki “Bir insanın bir diğer insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün olabiliyordu? Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?” diye sorarken.

Kürk Mantolu Madonna’nın mevcudiyetiydi o… 'Boğulacak kadar yalnız, hasta bir köpek kadar yalnız, erkeklerin küstahça gururlarından tiksinen, hiçbir şeyi kendini erkeklere beğendirmek için öğrenmemiş olan' Maria’nın mevcudiyeti… Maria kendisinin, benim kendim için hep söylediğim gibi, ‘dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşadığını’ söylüyordu. Ve aslolanın yalnızlık olduğunu… Ona göre insanlar ‘sadece belirli bir seviyeye kadar birbirlerine sokulabilirler ve gerisini uydururlar. Kürk Mantolu Madonna’ya göre “Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka”ydı ve aşk, işte bu istemekti. Aşkın büyüklüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Birine “Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.” demenin anlamını kaç kişi biliyordur ki? Diyorum ya, okuduklarım o kadar 'ben' ki, hem Raif hem Maria yukarıda bahsettiğim "yalnız değilim işte"leri söyletiyordu bana.


Raif’le Maria ilişkisinin, Raif’in “Ve bir gün her şey bitti.” cümlesinde anlattığı gibi basit ve net bir şekilde bitişi, hiç bitmeyecek sanılan, var zannedilen şeylerin bir anda yok olması ve bilinmeyen, sonradan öğrenilen, ağlatan gerçekler… Her sıkıldığımda, ruhum her bunaldığında elime aldığım "Kürk Mantolu Madonna"m ve onun hayatı sorgulatan soruları…Bitirirken ben de soruyorum: “Ben neyim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyor?”


26 Eylül, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, Zorba ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nden sonra Nietzsche Ağladığında buluşmasını gerçekleştirdi! Kitapla ilgili çok farklı yorumlar yapsak da, sanırım ortak paydamız şuydu: 19. yüzyılda Viyana güzel bir yerdi!

Not 1: Grubun bir diğer üyesi Aysun Kıran Londra'ya doktora yapmaya gittiğinden, toplantılarımıza katılamayacak. Ancak umuyorum ki, yazılarına devam edecek. Başarılar diliyoruz. 

Not 2: Bu fotoğrafın çekildiği yer, pilavdan karınca çıkınca "karınca yürüyen bir hayvandır" diyerek geçiştiren, çay istediğimizde "bu saat oldu demleyemeyiz" diyen Klemuri'dir.

Not 3: Gözde'nin elindeki Kindle'dır. 




 Bir Adım - Bir Nefes- Bir İş

 Size bahsetmek istediğim kitap, aslında bir çocuk kitabı olarak geçen ama bana sorarsanız hepimiz için yazılmış olan Momo. Momo'nun yazarı Dilek Şurubu ve Bitmeyecek Öykü'nün de sahibi olan Michael Ende. Kabalcı Yayınları tarafından basılmış ve Leman Çalışkan tarafından Türkçe'ye çevrilmiş.

Kitap neresi ya da ne zaman olduğu bilmediğimiz ama günümüze çok yakın bir zamanda ve çok tanıdık yerlerde geçmektedir. Roman - ya da masal nasıl adlandırmak isterseniz-  Momo adlı küçük bir kızın, Zaman Hırsızı - Duman Adamlar'a karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Asıl mesele zamanı tasarruf etmektir ama buradaki zaman tasarrufu öyle sandığımız gibi naif bir kıymet verme değildir.

Momo küçük bir kızdır ama herkeste olmayan çok değerli bir yeteneğe sahiptir. O, dinlemeyi biliyordur. Hem de öyle iyi bir dinleyicidir ki, insanlar onunla konuşurken sorunlarına çözümler bulur, yeni fikirler geliştirir ve rahatlarlar. Hatta Momo'nun yaşadığı yerde  bununla ilgili sorunu olan ya da canı sıkılan insanlara söylenen bir de deyim ortaya çıkmıştır, "Git bir Momo'ya uğra".

Duman Adamlar ise, insanlara gelerek "zamanlarını hiç de iyi kullanmadıklarını", "çok zaman kaybettiklerini", "zamanı biriktirerek sermayelerini arttırabileceklerini" söyleyerek kandırırlar. Ve bunu gerçekleştirmek içinse; "biraz daha hızlı çalışıp gereksiz şeylerin bırakılması, bir müşteri için yarım saat yerine on beş dakika ayrılması, zaman alan sohbetlere dalınmaması, hele değerli zamanı öyle şarkı söylemek, okumak ve sözde dostlarla konuşmak gibi şeylerle ziyan edilmemesi gerektiğini" öğütlerler. İnsanlar bu öğütleri içselleştirir ama asla Duman Adamları hatırlamazlar zaten işin püf noktalarından biri de budur, Zaman Hırsızlarının fark edilmemesi!    Bu durumun tek istisnası ise Momo'dur. Momo Duman Adamları hatırlamakta ve sevdiklerini onlara karşı korumaya çalışmaktadır. Bu da Momo'yu Zaman Hırsızları'nın baş düşmanı haline getirir.

Kitabın aslında ne demek istediğini uzun uzadıya anlatmaya gerek olduğunu düşünmüyorum çünkü derdini çok güzel ve net ifade ediyor. Öyle uzun cümlelerle dolu, şatafatlı bir dili yok; gayet yalın ve akıcı bu açıdan da kitap "zamanınızı çalmıyor" hızlıca akıp gidiyor.

Bana sorarsanız zamanın yetmediğinden şikayet edip duruyorsanız, mutsuz ve asık bir suratla tüm gün etrafta dolaşıyorsanız Momo'yu okumalısınız.




25 Eylül, 2012

Şahane Hatalar, Heather McElhatton,
April Yayıncılık

Bu yaz birkaç günlüğüne yanıma herhangi bir eşya ya da kitap almadan kuzenimin yazlık evine gittiğimde, evde bulunan kitaplardan biriydi "Şahane Hatalar." Normalde çok satan kitaplardan okumak pek tarzım değildir ama bulunduğum her yerde bulduğum kitap/gazete/dergiyi okuma huyundan muzdarip olduğum için, bu kitaba da bir göz atayım dedim. Eskiden yazlıklarda çok eskiden kalma, ciltli, sayfaları küflenmiş Jules Verne ya da John Steinbeck  kitapları bulunur ve bunlar genellikle 10-15 sene önce oraya götürülmüş ve orada unutulmuş kitaplar olurdu, bu bakımdan yazlıkta best-seller okumak benim için oldukça yeni bir kavram. (Şu an düşünüyorum da, gerçekten 1990'lar çocuğu olmak kolay atlatılacak bir şey değil!)


Tabii ki öncelikle kitabın ön ve arka kapağında yazılanları okudum. Arka kapakta, Newsweek "Başroldesiniz, hakkını verin!" diye buyururken, NY Times "Raydan Çıkmaya Hazır mısınız?" diyerek bir maceranın başlangıcını müjdeliyordu. Tüm bunlar aslında şunu anlatmaya çalışıyor: Şahane Hatalar'da kitaba başlıyorsunuz, her bölümde size hayatınızın nasıl devam edeceğiyle ilgili iki seçenek sunuluyor, seçtiğiniz yola göre, kitaba farklı bölümlerden devam ediyorsunuz. Aslında eğlenceli, ama kesinlikle zekice değil. Böyle bir kurguyla güzelce yazılmış bir kitap gerçekten de insanı keyifli bir yolculuğa çıkarabilirdi. Ancak, sanırım ki, yazarın kurgusuna çok güvenerek, kitabın geriye kalan kısmıyla hiç ilgilenmemesi, Şahane Hatalar kitabını vasatın vasatı haline getirmiş. Bu bağlamda demek istediğim, bu kitaba ayıracağınız dakikalarda spor yapın, daha faydalı!

Seçimleriniz sonucunda ulaştığınız finali beğenmiyorsanız baştan başlayabileceğiniz bu kitabın benim için hazırladığı sonu da burada paylaşmak istiyorum. Lisans sonrası akademik kariyeri seçerek (çok yaratıcıyım!) bilim insanı olmaya karar verdim, sonrasında işim ve sevgilim arasında kaldım, işimi seçtim. Bilim insanı kişiliğimle, her türlü ünvandan vazgeçerek insani yardım işleri için Afrika'ya gittim, oradaki bir patlama sonucunda da hayatımı kaybettim. Kısa ve öz bir yaşamım oldu. Bu sonu beğenerek, kitaba yeniden başlamadım, çünkü kitabı benden önce okuyan iki kişiden biri uyuşturucu bağımlısı, bir diğeri de hayat kadını olmuştu... Afrika'da insani yardım işlerinde çalışırken ölmek bana biraz daha anlamlı geldi!

Kısaca, henüz mutlu bir sona kavuşan yok, ama ille de okuyacağım diyorsanız, tabii ki seçim sizin. 

25 Ağustos, 2012


Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, 
İthaki Yayınları, 20. basım, 2005


Bugün biraz kütüphanenin önünde durmak biraz da düşünmek suretiyle “acaba Türk edebiyatında en çok hangi yazarların kitaplarını okudum” diye küçük çapta bir beyin fırtınası yaparken, gözlerim yan yana duran iki kitaba takıldı: Kemal Tahir’den Esir Şehrin İnsanları ile Yakup Kadri’den Sodom ve Gomore. Konu bakımından birbirinden çok uzakta olmayan bu iki kitaba bakarken, en çok okuduğum iki yazarın da kendileri olduğunu fark ettim. (Evet, biraz arkaik bir yapım olabilir, kabul!)  İki eser de, çok farklı iki üslupla yazılmış olsalar dahi ele aldıkları dönem bazında epeyce kesişmektedir ve büyük farklılıklara rağmen aslında ikisinin de üstüne basa basa anlatmaya çalıştığı bazı noktalar temelde aynıdır. Ancak bu yazıda, Yakup Kadri’yi bir başka sefere öteleyerek, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları kitabından bahsetmek istiyorum.

İlk kez 1956’da okuyucuyla buluşan Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı ile birlikte“Esir Şehir Üçlemesi”ni oluşturuyor. Üçlemenin içinde en severek okuduğum bu kitap, temelde romanın ana karakteri Kamil Bey’in çevresinde gelişen olaylar üzerinden özellikle mütareke dönemi İstanbul’unu, şehrin aydınlarını, basınını ve üst sınıfının durumunu anlatır. Mütareke döneminde İstanbul deyince, hep aklımıza işgal güçleriyle iş birliği yapan, Anadolu hareketini küçümseyen, memleket işgal altındayken, balolar tertip eden bir üst sınıf aydın zümresi akla gelir. Yukarıda bahsettiğim Sodom ve Gomore bunun tipik bir örneğidir. Esir Şehrin İnsanları’nda ise Kamil Bey’in eşinin ailesi çerçevesinde benzer bir zihniyet görmek mümkünken, asıl vurgu Kamil Bey’in de dâhil olduğu bir grup Osmanlı aydınının direnişe olan katkısındadır. Kamil Bey, kendisine başka fırsatlar, yani kısaca daha rahat bir yol sunulmuşken, kendisine “doğru” görünen yolu seçer, idealist davranır, direnişe katılır ve hapsi boylar. Kısaca, mütareke İstanbul’unda, tehlikeli olduğunu bilseler dahi, yollarından dönmemiş bir aydın zümresi, Anadolu hareketi için bir şeyler yapmaya çalışır. Ve bu olaylar zinciri Kemal Tahir’in akıcı ve yalın dilinden anlatıldığında kesinlikle okunmaya değer bir hale bürünür.

Kamil Bey’in başına gelenlerden hareketle yazıyı yazarken aklıma gelen soruyu paylaşmak istiyorum: Acaba bize “doğru” görünen yolda ilerlemenin, kolayı sevmemenin, zor olanı seçmenin her zaman ağır bir bedeli var mıdır? Belki her yerde değil, ama Kamil Bey’in topraklarında kesinlikle öyle... Kamil Bey’in topraklarında ne kadar idealist davranırsanız, o kadar hor görülür, o kadar baskı görür ve o kadar da yalnızlaşırsınız. Burada sadece kitabın aktarmaya çalıştığı gibi büyük bir meselede ortaya konan bir idealizmden bahsetmiyorum. Aksine, aile, aşk, arkadaşlık, iş ilişkilerine kadar sirayet etmiş bir anti-idealizmden, aynılaşmadan, “normal” denen ve ne olduğunu hala çözmeye çalıştığım ve sonunda kolay olan olduğuna kanaat getirdiğim olgular bütününden bahsediyorum. Her meselede ve her ortamda, idealizmin muhakkak bir bedeli de beraberinde getirdiği bu toplumda, bu kitabın beni aslında hedefi haricindeki bu düşüncelere itmesi de çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ancak yine de, şu an yazdıklarımı çok karamsar gören ve kendi hayatının kitabı için, “bu eserin bir de diğer ciltleri var” diyerek, umudunu yitirmeyenler ve dik durmaya çalışanlar için Kamil Bey’in eşiyle konuştuğu bir bölümden alıntı yaparak noktalamak istiyorum:
“Nihayet, hepsini bir yana bırakarak cesaretin ne olduğunu bulmaya karar verdi. Sonunda şu inanca geldi: Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir. ‘Öyleyse, biz bir cesur adamız karıcığım’ dedi, ‘öyle de kalacağız!’” (s.426)

Meraklısına not: Eğer TRT'nin eskiden yapmış olduğu dönem dizilerinden hoşlanıyorsanız, Fikret Kuşkan, Emre Kınay, Başak Köklükaya gibi isimlerin rol aldığı 8 bölümlük Esir Şehrin İnsanları dizisini de seyredebilirsiniz.  


13 Ağustos, 2012

Bonbon Palas'tan Bit Palas'a

             “güzelliğini hep içten içe kıskandığı hemcinslerini yıllar sonra karşılaştıklarında solmuş, çökmüş, pörsümüş bir halde bulan bir kadının kem memnuniyetiyle baktı İstanbul’a” Bit Palas

 
Bit Palas ile ilgili yorumlarımı yazmaya başlamadan önce, bu kitabı neden seçtiğimi anlatma ihtiyacı hissediyorum. Bit Palas, Elif Şafak'ın , Şehrin Aynaları ve Mahrem'den sonra yazdığı dördüncü romanıdır. Elif Şafak'ı sevmeye devam ettiğim Araf'a kadar olan bu beş kitaplık serüven içinde Bit Palas'ın ayrı bir yeri var. Bu roman birbirinden çok farklı insanların aynı apartmanda yaşadıkları ortak hayatı anlatır. Ne anlattığından çok nasıl anlattığıdır bu romanı güzel kılan; ayrıntılar, tespitler, betimler ve çözümlerle okurken insanı kimi zaman yoran kimi zamansa güldüren yanları vardır. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir şey var ki; Elif Şafak bu romanın ardından Araf adlı bir roman daha yazıp - ki bence en iyi romanı odur- sonrasında, en azından benim için, edebiyat sayfalarından çıkıp magazin hatta reklam reklam sayfalarına kaymıştır. Yine de güzel olanın altının çizilmesi gerektiğine inandığımdan bu roman hakkında hissettiklerimi paylaşmak istiyorum.



Romanda, 1966 yılında, eski mezarlar üzerine kurulu olan bir semtte Art Nouveau mimari tarzında yapılmış bir apartman olan Bonbon Palas’ta yaşayanların hikâyeleri anlatılır. Art Nouveau tarzı bilerek seçilmiştir çünkü bu tarz mimari yapılarda apartmanın her katı başka bir plana göre yapılır. Böylece her katta yaşayan insanlar bir yandan aynı mekânda yaşarken diğer yandan farklı bir mekânda yaşarlar. Bonbon palas, eski bir Rus generali olan Pavel Pavloviç Antipov tarafından karısı Agripina Fyodorovna Antipova için yaptırılır.  Pavel Pavloviç Antipov ve Agripina Fyodorovna Antipova’nın Bonbon Palas’taki hikâyeleri 1972’de son bulur ancak romanda daha geniş yer bulan apartman sakinlerinin yaşadığı tarih “şimdi”dir. Şafak’ın önceki romanlarıyla kıyaslandığında daha az katmanlı bir yapıya sahip olsa da ‘daha önce’si, ‘önce’si ve ‘şimdi’si ile farklı zamanlardan hikâyeler birbirlerine bağlanarak bu romanın kurgusuna şeklini verir.

Bit Palas’ın asıl hikâye kısmında ise, 10 dairelik bu apartmanın ortak sorunu olan kötü kokunun belirleyiciliğinde karakterler yerlerini alır. Her ne kadar kadın karakterler üzerine yazılmış bir roman olmasa da, benim için 7’sinden 70’ine mutsuz kadınların yaşadığı bir yerdir.  Örneğin; evlenip ülkesini terk ederek kocasıyla İstanbul’a yerleşen Nadya, ülkesinde böcek bilimci olarak çalışırken, İstanbul’a gelince ev kadını olmuş, ideallerinden vazgeçmiş kendini kocasına adamıştır. Bu adanmışlığın karşılığı romanda şu şekilde ifade edilir;
Önceleri geçici olarak, uygun bir iş buluncaya kadar yapacağını sandığı ev hanımlığını nasıl olup da bu kadar kısa zamanda benimseyebildiğini kendi de bilmiyordur. Bir gün eve gelen bir düğün davetiyesinin üzerindeki yazıya takıldı. Metin Çetin ve karısı Nadya’nın bu mutlu günümüzde aramızda olmasını dileriz. Boş gözlerle baktı düğün davetiyesine. Nadya Onissimovna değil, Nadya Çetin de değil. Karısı Nadya olduğunu ilk o zaman fark etti.” (s.184).

Benzer şekilde ‘7 Numara’da oturan ve temizlik takıntısı nedeniyle “Hijyen Tijen” olarak anılan kadın da kocası tarafından aldatılmaktadır ve aslında Tijen’in temizlik takıntısının kaynağı aldatılmanın verdiği kirlenmişlik hissindir.

Aldatılan kadınların yanı sıra, karısını aldatan bir diğer karakter olan Zeytinyağı tüccarının metresi olan Mavi Metres de madalyonun diğer yüzü olarak Bonbon Palas’ta yaşamaktadır.
Önceleri mavi idi, sonra metres. İkisinin arasında savrulduğu dönemler oldu. Ama bir mavi bir metres olmaktan çıkıp, hem mavi, hem metres olmaya Zeytinyağı tüccarının Bonbon Palas’ın 8 numaralı dairesini kiralamasıyla başladı. Ona bir ev açtığı andan itibaren bariz bir şekilde değişip kabalaştı adamın tavırları”(s.156)

Başta da belirttiğim gibi kadınlar üzerine kurulu bir roman değildir Bit Palas. Çöp kokusudur asıl kahramanı ve onu yenmenin batıl yolları. Belli bir karakterle özdeşim kurmak kolay olmasa da her karakterde tanıdık gelen bir yan bulmak mümkündür. Ama aynı çatı altında barındırdığı zıtlıklar ve çelişkilerle okuyucuyu düşündürmesi bakımından okumaya değer bir kitaptır.  İlk denemem olan bu yazı biraz karışık olsa da kitaptan altını çizdiğim ve sevdiğim bir bölümle bitirmek istiyorum;

''...haklı olabilirler. Endişelenmeye başladığımda, nerede ne zaman ne söylemem gerektiğini karıştırdığımda, insanların bakışlarından korktuğumda, insanların bakışlarından korktuğumu belli etmemeye çalıştığımda, tanımak istediğim birine kendimi tanıtmak istediğimde, aslında kendimi ne kadar az tanıdığımı bilmezden geldiğimde, geçmiş canımı yaktığında, geleceğin de daha ala olmayacağını kabullenemediğimde; ne bulunduğum yerde ne de göründüğüm insan olmayı içime sindirebildiğimde... saçmalarım. Hakikatten ne kadar uzaksa, yalandan da o kadar uzaktır saçmalık. yalan, hakikati tersyüz eder. Saçmalık ise, yalanla hakikati ayırt edilemeyecek biçimde birbirine lehimler.'' (s.9)

04 Ağustos, 2012

Bir yazıda Terazi burcunun başucu kitabı diye bahsediliyordu "Dorian Gray’in Portresi"nden. O yazıyı okumamdan çok sonra geçmişti kitap elime ve güzelliğe düşkün olan Terazi’nin esinlenebileceklerinden çok daha ötesini buldum bu kitapta.

Gençlik, güzellik, yaşlılık, ölüm, ahlak, dostluk, pişmanlık üzerine son derece akıcı bir anlatıma sahip, dönemine göre oldukça cesur bir kitap Dorian Gray’in Portresi. Tüm tabulardan arınmış olarak tekrar tekrar okunmayı ve üzerinde düşünmeyi hak ediyor Oscar Wilde'ın bu kitabı. Okurken, kendinizi özdeşleştirdiğiniz karaktere göre de kitaptan alacaklarınız değişiyor.

Kitapta altını çizdiğim yerlere bakınca; Dorian’ın ruh – beden arasında yaşadığı büyük ikilem ya da ressam Basil’in yoğun manevi hislerindense, Lord Henry’nin söylediklerinin çoğunlukta olduğunu fark ettim. Zaten bütün kitap Lord Henry’nin saf ve dünyalar güzeli Dorian’ın beynini ve ruhunu ele geçirişi üzerine yazılmış desem bence yanılmış sayılmam.

İlk okuduğumda, Lord Henry Dorian’ı olduğu gibi beni de ele geçirmişti. Bir gün yaşlanacak olmayı hala kabullenememiş biri olarak, benim yerime yaşlanacak ve buruşacak bir portre fikri çok cazip geldi.  Çünkü Lord Henry’nin dediği gibi “Gençliğiniz gidince güzelliğiniz de gidecek, o zaman birden göreceksiniz ki kazanabileceğiniz zafer kalmamış. Ya da adi birtakım zaferlerle yetinmek zorunda kalacaksınız ki, geçmişin anıları bu zaferleri yenilgiden de acı kılacak sizin için.”

Ruhunu geliştirecek olan yaşamın bedenini çirkinleştirmesine izin vermek istemeyen, güzelliği ebediyen kalacak olan her şeyi kıskanan ve sonsuza kadar genç ve güzel kalmanın cazibesine kapılan Dorian, kitabın sonunda ruhunun kirlenmesine daha fazla dayanamayıp portreyi ve kendini yok ettiğinde ben de bu düşüncenin çok da çekici olmayabileceğini düşündüm.

Ressam Basil’in elinden, dostu Dorian’ı alan ve düşünceleriyle zehirleyip onun sonunu getiren Lord Henry aslında sevilmeyi hak etmiyor gibi görünse de; dile getirdikleri o kadar gerçek ve çekici ki, hayatımın sonuna kadar, neden yaşlanıp çirkinleşmek zorunda olduğumu sorgulayacak, dünyada en şanslıların aptallar ve çirkinler olduğuna isyan edecek ve Lord Henry’i seveceğim. Çünkü o benim “işlemeyi göze alamadığım tüm günahları” simgeleyecek.

03 Ağustos, 2012


Ege’de Başlayıp Ege’de Biten Sıcak Bir Hikâye

Rodos’tan Karşıyaka’ya, 1685 Sokak
Zühal-Yücel İzmirli
Neden Kitap.

Zuhal ve Yücel İzmirli’nin kaleme aldığı Rodos’tan Karşıyaka’ya her şeyden önce bir göç romanı. Bu eserin bugün kitabevi raflarını bol miktarda süsleyen muadillerinden farkının Türk yazınına getirdiği yenilik, kusursuz bir edebi üslup ya da kuramsal bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyiz. Aksine, belki bu özelliklerin hiçbirini taşımıyor. Ancak bu eseri 2007 yılında birkaç ay içinde 4. baskısına ulaştıran, hatta 2011 yılında bir diğer yayınevinden tekrar yayımlatan özellik, birçoğumuzun adını sanını duymadığı, en iyi ihtimalle çok az bildiği Rodoslu Türklerin hikâyesini gözler önüne sermiş olmasıdır. Bugün ortalama denecek düzeyde edebiyatla ilgilenen bir Türk okurun göç romanı deyince aklına gelecek şey sanırım ki mübadele dolayısıyla Yunanistan anakarası ya da Girit’ten gelen göçmenlerin hikâyeleri olacaktır. İşte bu sebeple, İzmirli çiftinin yazdığı kitap, özellikle benim Ege ve adalara olan kültürel ve akademik takıntım da hesaba katıldığında, burada ele alınmayı hak ediyor.

Roman Rodoslu Müslüman/Türk bir ailenin Rodos’taki yaşantısıyla açılıyor. 1912’den itibaren İtalyan hâkimiyetinde olan adanın coğrafi güzellikleri, ada kültürünün ve insan ilişkilerinin tasvirleri romanın ana karakteri Nuran, evlenerek birlikte zorlu ama mutlu bir hayat süreceği eşi Selim ve Nuran’ın ailesinin yaşantısı çerçevesinde aktarılıyor. Ada’da yaşayan Türklerin hayatı, okurun yüzündeki gülümsemeyle ilerlerken, Rodos’ta etnik-dini farklılık gözetmeden herkesin hayatını değiştiren bir gelişmenin olmasıyla, Nuran’ın hayatı da farklı bir noktaya kayıyor: İkinci Dünya Savaşı. Bir tarihçi olarak, romanın bu kısmını yeniden gözden geçirirken, kitabın belki benim için en önemli kısmı olan savaş yıllarını, edebi bir eserden çok, deneyimlerin aktarıldığı bir anı kitabına benzettim. Özellikle Alman işgalinden sonra gerçekleşen kıtlıkla insanların salyangoz ve kurbağa yemesini, onlar da tükenince sokaktaki kedi ve köpeklerin görülemez olduğunu, yaşanan bombardımanları, Türkiye’nin gönderdiği yardımları daha çok tarihsel belge gibi okuduğumu itiraf etmeliyim. Zaten ailenin yaşantısının bir diğer dönüm noktasını oluşturan, savaş sonrası verilen göç kararının da, Rodos Türk toplumunun genelini derinden etkilemiş tarihsel bir gerçeklik olduğunu biliyoruz.

            Eserin bundan sonraki kısmı, Karşıyaka’da geçiyor. Göçle gelen Rodoslu ailelerin nasıl aynı semtte oturmaya çalıştıkları gözler önüne serilirken, göç etmiş olmanın insan zihnini nasıl şekillendirdiğini, “tanıdık” mefhumunun nasıl kurgulandığını görüyoruz. Romanın bu noktadan sonrası da İzmir hayranlarını tatmin edecek cinsten. Çünkü çoğumuz bugünlerde şimdi yaşadığımız muhitin eskiden nasıl daha güzel bir yer olduğunu, sanırım artık daha çok anımsıyoruz. İşte Nuran ve ailesinin yaşamı da bize Karşıyaka’nın geçmişte nasıl bir yer olduğunu gösteriyor: Bağlık, bahçelik, müstakil evleri olan, sayfiye semti. Göçün yaşandığı savaş sonrasından kitabın sonlandığı Nuran’ın ölümüne kadar geçen dönemde okuyucu Karşıyaka’daki değişime de tanıklık ediyor: Bağ bahçelerin yerini yüksek katlı apartmanlar alıyor, deniz kirleniyor, balıklar azalıyor. Dev denizkaplumbağaları artık görülmüyor, sokakta oynayan çocuklar da.  Ne kadar tanıdık bir manzara değil mi?

            Kısacası, benim özel ilgim dolayısıyla okuduğum bu kitap, yazının başında da belirttiğim gibi, edebi bir şölen olmayabilir, hatta zaman zaman basmakalıp söylemleri de benimsemiş olabilir. Ancak eserin, Ege’nin bir yakasında başlayan hayatların bir diğer yakasında nasıl değiştiğini ama aynı zamanda bazı şeylerin nasıl da aynı kaldığını, aile, savaş, gelenek, aşk ve çokça da hüzün çerçevesinde anlatması dolayısıyla, kesinlikle dikkate değer olduğunu belirtmeliyim. 

30 Temmuz, 2012


Ağırlık ile Hafiflik Arasından Özgürlük Adına Hiçliğe


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, yazılmasının üstünden geçen yıllara ve dönemselliğine rağmen, Tomas ve Tereza’nın naif öyküsü ile özünde tartışılmaz bir evrensellik barındırıyor. Hangi dönemde, hangi ülkede, hangi dilde ve kimler arasında yaşanırsa yaşansın, “bir” birey olarak insanın “iki” ile derdinin bitmeyeceğini ve buna, toplumdaki kimliklerimiz için verdiğimiz var olma mücadelesinin eklenmesiyle insanın ağırlık ve hafiflik arasındaki seçimden hiçliğe doğru bir kaçışa yönelebileceğini anlatıyor Kundera.

İlk karşılaştıkları andan itibaren garip bir sızma haliyle hayatları birbirine bağlanan Tereza ve Tomas arasındaki, vazgeçmeye hazır olsa da kopmayı ihtimaller arasında saymayan, ıstırabı-tutkusu-şefkati-teslim olmuşluğu-ama inadına intikamı ile ölümüne “aşk” hali, arkasına tarihsel bir dönemi (1968’deki Prag Baharını ve akabinde SSCB'nin Çekoslovakya işgalini) alarak sadece aşka değil, o dönem için bireyin ama en temelde insanın var olma mücadelesindeki acınasılığına dair düşündürtüyor okuyanı.

Gönül verdiği Komünist parti’den iki kez beklenmedik şekilde uzaklaştırılan Çek yazar Kundera’nın da sadece komünist ideolojiyle, mevcut/işgalci herhangi bir güçle ya da sistemle değil, o ya da bu şekilde yollarını ayırdığı – ayırmış olmalı - “dostlar”la da ikilik duygusunun ağır bastığı bağlar kurduğunu hissetmek mümkün. Her ne kadar öyle olmayabilirse de hikâyeyi bize anlatıp yer yer anlatıcı bilgeliği ile araya giren sesin Kundera’ya ait olduğunu düşünüyoruz çünkü bir şekilde. Ebedi Dönüş düşüncesiyle açılışı yapıp hatalarımızı tek seferlik yaşamamıza bağlayan ses, Tereza’nın “sepete konup nehir aşağı bırakılmış bir çocuk gibi” Tomas’ın hayatına girmesiyle başlayacak hikâyeyi kahramanların zihninden anlatırken, okur olarak biz de karşı pencereden başkalarının hayatını gözetlediğimiz duygusuna kapılabiliyoruz aynı zamanda.  

Son sayfa bitip arka kapak Kundera’nın son sözcükleri üzerine kapandıktan sonra da sorular bir süre daha zihnimizde asılı kalmaya devam ediyor: Varolmanın dayanılmaz hafifliği var mı gerçekten de?... Hayalleri ve kendince düzeni olan birisi (erkek ya da kadın fark etmez) kendisine varolduğunu hissettiren mesleğini (cerrahlık gibi kutsal olanından hem de) bir başkası (adı Tereza olan bir kadın ya da Tomas olan bir erkek olsun mesela) için bırakıp başka bir varolma biçimi bulabilir mi ve en önemlisi mutlu olabilir mi en sonunda? Vazgeçtikleriyle huzurlu kalabilir mi?... Var olmanın dayanılmaz hafifliği var ise, var oldukça hafifler miyim, yoksa ağırlaşır mıyım?........................

Sorular böyle sürüp gider ve muhtemelen de cevapsız kalır. Zaten kanımca, Kundera’nın ustalığı da cevap bulamayacağımızı bilmemize rağmen bizi aynı/benzer soruları sormaya devam ettirebilmesinde yatıyor.

Günümüz dünyasında bolca savaş, şiddet, işgal ve despotizm varsa da ne Wikileaks, ne Occupy eylemcileri, ne de Anonymous ekipleri 68 ruhunu simgeleyen özgürlük ortamının etkisine ya da o devrin çiçek çocuklarının özgürlüğüne sahipler. Bu anlamda, Tereza da Tomas da, hafifliği ve ağırlığı ile zamanımızın uzağında kalmış bir var olma haline ait görünebilirler ilk bakışta. Ancak, gündelik hayatını, 2012 yılı Türkiyesi’nin siyaset gündeminin gölgesinde, aidiyet duygusundan azade şekilde, birey kalabilme kaygısıyla sürdüren herhangi biri için de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (post)modern duygulara tercüman olabilecek türde bir kült eser.


Not: Kitabın ilk yayımlanışından yaklaşık beş yıl sonra 1987 yılında çekilen Phillip Kaufman imzalı sinema uyarlaması özellikle tavsiye edilir.

25 Temmuz, 2012



“Zorba Gibi Adamların Bin Yıl Yaşaması Gerekirdi.”

Nikos Kazancakis
Zorba, Can Yayınları

Giritli edebiyatçı Nikos Kazancakis’in (1883-1957) İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı ve ilk kez 1946’da okuyucuyla buluşan romanı Zorba, esere adını veren bir karakter olmasının ötesinde, yazarı derinden etkilemiş bir şahsiyet. Öyle ki, Kazancakis romanın önsözünde hayatında etkilendiği karakterlerden- Homeros, Buddha, Bergson, Nietzsche ve Zorba- bahsederken Zorba için “hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretmiştir bana” der. Gerçekten de, romandaki Zorba karakterini analiz ettiğimde, yazarın Girit’teki mezar taşında yazan “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm” sözünde dahi yine Zorba’ya rastladığımı düşünüyorum.


Peki, romana ismini veren ve bence öykünülesi karakterimiz Zorba kimdir? Hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşamı bir serüven olarak görüp bu serüvenin her dakikasından keyif alan, belki de geçmişte yaşadığı türlü acılardan sonra modern dünyanın çok önemsediği bazı kavramları deyim yerindeyse fırlatıp atmış, hakkını vererek yiyen, içen, çalışan, santur çalan, dans eden bir adam. Bu adam, eseri okurken beni o denli etkiledi ki, bugün bu yazıda romanın olay örgüsünden bahsetmeyi çok gereksiz buluyorum. Çünkü bana göre burada anlatılmayı hak eden şey, Zorba ve romanın bir diğer ana karakteri Basil’in belli ölçüde zıtlıklar üzerinden kurdukları dostluk ve bu sayede aralarında geçen konuşmaların niteliğidir. Romanın felsefi kısmını zaten tam da bu bölümler oluşturuyor.

Burada tüm bu felsefeyi aktarmanın imkânı yok. Ama şunu diyebilirim ki Zorba’nın gündelik hayat, milliyetçilik, ulus, din, tanrı, savaş gibi kavramlara bakış açısı yazıldığı döneme göre oldukça sıra dışı. Zorba vatandan, papazlardan, paradan kurtulduğunu ve kurtuldukça da insan olduğunu söylüyor, ancak bunu yaptığı süreç eserde de görülebileceği gibi teorik bir isyandan çok, deneyimler sonucunda yaşanan bir aydınlanma ve hümanizm çerçevesinde gerçekleşiyor. Eser de bu durumu diyaloglar yardımıyla ince ince işliyor. 

Aynı şekilde, Zorba’nın Basil ile özellikle okuma ve yazma isteği konusunda oluşturduğu zıtlık, bu eseri ya da en azından bu yazıyı okuyan herkesin kafasında soru işaretleri bırakacak cinstedir: Aynı şeyleri sürekli görmesine ve yaşamasına rağmen hemen her gün yeni bir şeymiş gibi karşılayan, cesaretini kaybetmemiş ve toprağa basan Zorba, Basil’i bu dünyada cehennemini yaşayan bir kâğıt faresi olarak adlandırmakta ve kâğıda kaleme bu denli bağlanmış, yaşamı arkasında bırakmış insanları da “havadaki sersem kuşlara” benzetmektedir.

Daha fazla yazmadan şu şekilde noktalamak istiyorum: Bugüne kadar okuduğum eserler arasında yapacağım bir sıralamada ilk beşe kesinlikle girecek olan Zorba, mutlaka okunmalı! Okuma eylemi Zorba’nın hiç sevmediği kâğıt faresi olma durumunu perçinlese bile…

22 Temmuz, 2012


Saldırı sırasında Saraybosna’da yaşayan bir kızın gün gün yaşadıklarını anlattığını duymuştum “Zlata’nın Günlüğü”nde.  Geç kalmıştım duymakta belki ama hemen tüm kitapçılara yayınevlerine sordum, hiçbir yerde bulamadım. En sonunda internet vasıtasıyla tanımadığım bir kız bana İzmir’den gönderdi kitabı. O haksız saldırıyı birebir yaşamış birinin ağzından okuyacak ve iliklerime kadar hissedip sorgulayacaktım yine. Ama biraz hayal kırıklığı oldu maalesef.   

İlk olarak günlüğü tutan kızın yaşanan saldırıyı “savaş” olarak tanımlaması beni rahatsız etti. Savaş iki taraf arasından karşılıklı yapılan çirkin bir eylemdir;  ama saldırı tek taraflıdır ve çok daha çirkindir. Bosna'da yaşananları bu sebeple savaştan ziyade, saldırı olarak tanımlamanın daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Zlata’nın yaşının küçük olması, olayları biraz yüzeysel vermesine neden olmuş. Örneğin, birinin yaralanmasını anlattıktan sonra aynı gün içinde bahçede yedikleri yeni yıl kutlama yemeğinden bahsedebiliyor. Evet, 4 yıl boyunca süren saldırı Bosna halkı için rutin olmuştu, gündelik hayatın bir parçası olmuştu ama orada yaşanan acı çok büyüktü. Bu büyük acıyı ve saldırının boyutlarını vermekte yeterli değildi okuduklarım. Evet, yaşı  gereği toplama kamplarından, tecavüzlerden, elleri ayakları kopan, ölen insanlardan bahsetmesini beklemiyordum ama biraz daha içime işleyebilirdi anıları. Yaşanan acının yanında hafif kalmış Zlata'nın anlattıkları.

Ve son olarak Zlata, oradaki şanslılardanmış bence. Sürekli yemek yardımları alıyor ve yabancı gazeteciler tarafından ziyaret edildiklerinden bahsetmiş. Zaten en sonunda da Paris’e götürülüyor.

Genel olarak bana dokunmayı başaramasa da, yaşanan acıların yanında anlatılanlar yüzeysel gelse de, edebi olarak hiçbir şey beklenmeden okunabilecek bir günlük Zlata’nın Günlüğü.