30 Temmuz, 2012


Ağırlık ile Hafiflik Arasından Özgürlük Adına Hiçliğe


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, yazılmasının üstünden geçen yıllara ve dönemselliğine rağmen, Tomas ve Tereza’nın naif öyküsü ile özünde tartışılmaz bir evrensellik barındırıyor. Hangi dönemde, hangi ülkede, hangi dilde ve kimler arasında yaşanırsa yaşansın, “bir” birey olarak insanın “iki” ile derdinin bitmeyeceğini ve buna, toplumdaki kimliklerimiz için verdiğimiz var olma mücadelesinin eklenmesiyle insanın ağırlık ve hafiflik arasındaki seçimden hiçliğe doğru bir kaçışa yönelebileceğini anlatıyor Kundera.

İlk karşılaştıkları andan itibaren garip bir sızma haliyle hayatları birbirine bağlanan Tereza ve Tomas arasındaki, vazgeçmeye hazır olsa da kopmayı ihtimaller arasında saymayan, ıstırabı-tutkusu-şefkati-teslim olmuşluğu-ama inadına intikamı ile ölümüne “aşk” hali, arkasına tarihsel bir dönemi (1968’deki Prag Baharını ve akabinde SSCB'nin Çekoslovakya işgalini) alarak sadece aşka değil, o dönem için bireyin ama en temelde insanın var olma mücadelesindeki acınasılığına dair düşündürtüyor okuyanı.

Gönül verdiği Komünist parti’den iki kez beklenmedik şekilde uzaklaştırılan Çek yazar Kundera’nın da sadece komünist ideolojiyle, mevcut/işgalci herhangi bir güçle ya da sistemle değil, o ya da bu şekilde yollarını ayırdığı – ayırmış olmalı - “dostlar”la da ikilik duygusunun ağır bastığı bağlar kurduğunu hissetmek mümkün. Her ne kadar öyle olmayabilirse de hikâyeyi bize anlatıp yer yer anlatıcı bilgeliği ile araya giren sesin Kundera’ya ait olduğunu düşünüyoruz çünkü bir şekilde. Ebedi Dönüş düşüncesiyle açılışı yapıp hatalarımızı tek seferlik yaşamamıza bağlayan ses, Tereza’nın “sepete konup nehir aşağı bırakılmış bir çocuk gibi” Tomas’ın hayatına girmesiyle başlayacak hikâyeyi kahramanların zihninden anlatırken, okur olarak biz de karşı pencereden başkalarının hayatını gözetlediğimiz duygusuna kapılabiliyoruz aynı zamanda.  

Son sayfa bitip arka kapak Kundera’nın son sözcükleri üzerine kapandıktan sonra da sorular bir süre daha zihnimizde asılı kalmaya devam ediyor: Varolmanın dayanılmaz hafifliği var mı gerçekten de?... Hayalleri ve kendince düzeni olan birisi (erkek ya da kadın fark etmez) kendisine varolduğunu hissettiren mesleğini (cerrahlık gibi kutsal olanından hem de) bir başkası (adı Tereza olan bir kadın ya da Tomas olan bir erkek olsun mesela) için bırakıp başka bir varolma biçimi bulabilir mi ve en önemlisi mutlu olabilir mi en sonunda? Vazgeçtikleriyle huzurlu kalabilir mi?... Var olmanın dayanılmaz hafifliği var ise, var oldukça hafifler miyim, yoksa ağırlaşır mıyım?........................

Sorular böyle sürüp gider ve muhtemelen de cevapsız kalır. Zaten kanımca, Kundera’nın ustalığı da cevap bulamayacağımızı bilmemize rağmen bizi aynı/benzer soruları sormaya devam ettirebilmesinde yatıyor.

Günümüz dünyasında bolca savaş, şiddet, işgal ve despotizm varsa da ne Wikileaks, ne Occupy eylemcileri, ne de Anonymous ekipleri 68 ruhunu simgeleyen özgürlük ortamının etkisine ya da o devrin çiçek çocuklarının özgürlüğüne sahipler. Bu anlamda, Tereza da Tomas da, hafifliği ve ağırlığı ile zamanımızın uzağında kalmış bir var olma haline ait görünebilirler ilk bakışta. Ancak, gündelik hayatını, 2012 yılı Türkiyesi’nin siyaset gündeminin gölgesinde, aidiyet duygusundan azade şekilde, birey kalabilme kaygısıyla sürdüren herhangi biri için de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (post)modern duygulara tercüman olabilecek türde bir kült eser.


Not: Kitabın ilk yayımlanışından yaklaşık beş yıl sonra 1987 yılında çekilen Phillip Kaufman imzalı sinema uyarlaması özellikle tavsiye edilir.

25 Temmuz, 2012



“Zorba Gibi Adamların Bin Yıl Yaşaması Gerekirdi.”

Nikos Kazancakis
Zorba, Can Yayınları

Giritli edebiyatçı Nikos Kazancakis’in (1883-1957) İkinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı ve ilk kez 1946’da okuyucuyla buluşan romanı Zorba, esere adını veren bir karakter olmasının ötesinde, yazarı derinden etkilemiş bir şahsiyet. Öyle ki, Kazancakis romanın önsözünde hayatında etkilendiği karakterlerden- Homeros, Buddha, Bergson, Nietzsche ve Zorba- bahsederken Zorba için “hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğretmiştir bana” der. Gerçekten de, romandaki Zorba karakterini analiz ettiğimde, yazarın Girit’teki mezar taşında yazan “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm” sözünde dahi yine Zorba’ya rastladığımı düşünüyorum.


Peki, romana ismini veren ve bence öykünülesi karakterimiz Zorba kimdir? Hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşamı bir serüven olarak görüp bu serüvenin her dakikasından keyif alan, belki de geçmişte yaşadığı türlü acılardan sonra modern dünyanın çok önemsediği bazı kavramları deyim yerindeyse fırlatıp atmış, hakkını vererek yiyen, içen, çalışan, santur çalan, dans eden bir adam. Bu adam, eseri okurken beni o denli etkiledi ki, bugün bu yazıda romanın olay örgüsünden bahsetmeyi çok gereksiz buluyorum. Çünkü bana göre burada anlatılmayı hak eden şey, Zorba ve romanın bir diğer ana karakteri Basil’in belli ölçüde zıtlıklar üzerinden kurdukları dostluk ve bu sayede aralarında geçen konuşmaların niteliğidir. Romanın felsefi kısmını zaten tam da bu bölümler oluşturuyor.

Burada tüm bu felsefeyi aktarmanın imkânı yok. Ama şunu diyebilirim ki Zorba’nın gündelik hayat, milliyetçilik, ulus, din, tanrı, savaş gibi kavramlara bakış açısı yazıldığı döneme göre oldukça sıra dışı. Zorba vatandan, papazlardan, paradan kurtulduğunu ve kurtuldukça da insan olduğunu söylüyor, ancak bunu yaptığı süreç eserde de görülebileceği gibi teorik bir isyandan çok, deneyimler sonucunda yaşanan bir aydınlanma ve hümanizm çerçevesinde gerçekleşiyor. Eser de bu durumu diyaloglar yardımıyla ince ince işliyor. 

Aynı şekilde, Zorba’nın Basil ile özellikle okuma ve yazma isteği konusunda oluşturduğu zıtlık, bu eseri ya da en azından bu yazıyı okuyan herkesin kafasında soru işaretleri bırakacak cinstedir: Aynı şeyleri sürekli görmesine ve yaşamasına rağmen hemen her gün yeni bir şeymiş gibi karşılayan, cesaretini kaybetmemiş ve toprağa basan Zorba, Basil’i bu dünyada cehennemini yaşayan bir kâğıt faresi olarak adlandırmakta ve kâğıda kaleme bu denli bağlanmış, yaşamı arkasında bırakmış insanları da “havadaki sersem kuşlara” benzetmektedir.

Daha fazla yazmadan şu şekilde noktalamak istiyorum: Bugüne kadar okuduğum eserler arasında yapacağım bir sıralamada ilk beşe kesinlikle girecek olan Zorba, mutlaka okunmalı! Okuma eylemi Zorba’nın hiç sevmediği kâğıt faresi olma durumunu perçinlese bile…

22 Temmuz, 2012


Saldırı sırasında Saraybosna’da yaşayan bir kızın gün gün yaşadıklarını anlattığını duymuştum “Zlata’nın Günlüğü”nde.  Geç kalmıştım duymakta belki ama hemen tüm kitapçılara yayınevlerine sordum, hiçbir yerde bulamadım. En sonunda internet vasıtasıyla tanımadığım bir kız bana İzmir’den gönderdi kitabı. O haksız saldırıyı birebir yaşamış birinin ağzından okuyacak ve iliklerime kadar hissedip sorgulayacaktım yine. Ama biraz hayal kırıklığı oldu maalesef.   

İlk olarak günlüğü tutan kızın yaşanan saldırıyı “savaş” olarak tanımlaması beni rahatsız etti. Savaş iki taraf arasından karşılıklı yapılan çirkin bir eylemdir;  ama saldırı tek taraflıdır ve çok daha çirkindir. Bosna'da yaşananları bu sebeple savaştan ziyade, saldırı olarak tanımlamanın daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Zlata’nın yaşının küçük olması, olayları biraz yüzeysel vermesine neden olmuş. Örneğin, birinin yaralanmasını anlattıktan sonra aynı gün içinde bahçede yedikleri yeni yıl kutlama yemeğinden bahsedebiliyor. Evet, 4 yıl boyunca süren saldırı Bosna halkı için rutin olmuştu, gündelik hayatın bir parçası olmuştu ama orada yaşanan acı çok büyüktü. Bu büyük acıyı ve saldırının boyutlarını vermekte yeterli değildi okuduklarım. Evet, yaşı  gereği toplama kamplarından, tecavüzlerden, elleri ayakları kopan, ölen insanlardan bahsetmesini beklemiyordum ama biraz daha içime işleyebilirdi anıları. Yaşanan acının yanında hafif kalmış Zlata'nın anlattıkları.

Ve son olarak Zlata, oradaki şanslılardanmış bence. Sürekli yemek yardımları alıyor ve yabancı gazeteciler tarafından ziyaret edildiklerinden bahsetmiş. Zaten en sonunda da Paris’e götürülüyor.

Genel olarak bana dokunmayı başaramasa da, yaşanan acıların yanında anlatılanlar yüzeysel gelse de, edebi olarak hiçbir şey beklenmeden okunabilecek bir günlük Zlata’nın Günlüğü.