28 Aralık, 2012



                             Bizim Büyük Çaresizliğimiz




                                                    
      “Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana. ölecekmiş gibi oluyorum.”

Hangi kitabı yazsam diye düşünüp dururken, düşünme kısmı görünmediğinden hep duruyormuşum hissi yarattığımı yeni fark ettim. O zaman yazmam lazım diye düşündüm ve kitabımı seçtim; "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı imzasıyla 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkmış.

Bu kitap aslında bir roman değil, bir dostluk muhasebesi. Okurken kendi dostluklarınızı da karşınıza alıp hizaya çekebileceğiniz bir kitap. Ne anlattığı önemli  nereye varmaya çalıştığı değil. Neredeyse çocukluk sayılabilecek yaşlarından beri birlikte olan iki insan, dost, kardeş, sevgili... ne demek istersiniz bir gün gelip de aynı kadına aşık olursa ne olur? Aşk onların ilişkilerini bozar mı, bozabilir mi? Yoksa onlar aslında birbirlerine mi aşıklardır? Bu mudur asıl çaresizlik yoksa genç bir kadına duyulan aşkın daha da belirginleştirdiği "yaşlanmak" mıdır?

Cevaplar bulmak için okunacak bir kitap değil, sorular sormak isteyebilirsiniz ama kendinize.. Ben kitabın yazısına başlamadan önce 'dostum'u aradım, "biz hiç aynı adama aşık olduk mu?" demek için. Açmadı telefonu, iyi ki de açmadı aslında bu sorunun cevabını biliyordum ama kaçırdığım bir yer varsa o an öğrenmemem iyi oldu.

Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar. Hayata, aşka, dostluklara ve zamanın karşı konulmaz bir hızla geçişine dair farkındalıkları olan bir roman bu. Bendeki en büyük etkisi ise yukarıda da dediğim gibi dostluklar üzerine oldu.  Kısacası okunası bir kitap, bir baş yapıt değil belki ama içinize yer ediyor.

Not 1: Uzaklardan bir yerden Turgut ile Selim'in hikayesine de benziyor, burada da bir 'tutunamayan' olma hali var aslında ama bu hal esas eksen olmadığından kıyaslama yapılmaması daha doğru olur bence.

Not 2: Düş(le)mek adlı kitabı okuyanlar varsa aranızda, bu romanda o kitabın hissi yakaladım. Çok alakasızlar ama bir yandan da okurken ilk gençlik yıllarımda okuduğum o kitabı düşünmeden edemedim. Belki de yaşlanmanın verdiği özlemle aklıma geldi belki de paylaşılan dostluklar nedeniyle.. Bilemiyorum.

 "Hareket etmezsen acı üzerinde birikir."

26 Aralık, 2012

"Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak." Hüseyin Rahmi

Gulyabani-Gönül Ticareti
Everest Yayınları

Konak hayatını Türk edebiyatında en iyi biçimde resmetmiş, okuyucularını sürekli bir biçimde güldürebilmiş, "kocakarı" literatürünün en başarılı hatta bana göre tek ismidir Hüseyin Rahmi Gürpınar. Efsuncu Baba ve Şıpsevdi gibi eserleri büyük bir kitle tarafından bilinse de sanırım Hüseyin Rahmi dediğimizde aklımıza ilk gelen eseri 1913 yılında ilk kez yayımlanan ve Türk edebiyatının ilk korku romanı olan Gulyabani'dir.

Roman yaşı altmışı geçkin Muhsine Hanımın, her zaman yaptığı gibi komşusuna gitmesi ve en ünlü hikayesini anlatmasıyla başlar... Hem yetim hem öksüz Muhsine gençken esrarengiz bir konağa hizmetçiliğe gönderilir. Ancak bu konak hakkındaki dedikodular alıp yürümüştür ki zaten Muhsine de eve yerleştiği ilk geceden itibaren olaylara tanık olmaya başlar. Ve bu andan itibaren de, cinlerin perilerin evi salladığı, kapıların kendi kendine kilitlendiği/açıldığı, odaların ortasından tüylü yaratıkların çıkıp kadınlara saldırdığı büyük bir serüven başlar. Bu serüven Hüseyin Rahmi tarafından o kadar esprili bir dille ve tekerlemelerle anlatılır ki, okuyucu gülmekten kendini alamaz. Ancak bu ögeler ana olayın sadece yan karakterleridir. Asıl hesaplaşma, arada sırada ortaya çıkan, cinler periler hiyerarşisinin en üstteki yaratığı, dev ve korkunç Gulyabani'dir. Gulyabani'nin ise asıl hedefi, bu olaylar yüzünden deliren evin hanımıdır.

"Roman bir gariplik toplamı olmakla beraber yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak" diyen Hüseyin Rahmi eserin önsözünde sondan çoktan bahsettiği için bitiş okuyucu için sürpriz olmaz. Zihinde kalan ise bu rasyonel bitişten ve bir anlamda da batıl inanç eleştirisinden öte, olay örgüsündeki komedi unsuru olur. 

Gulyabani'yi de, eserin sonunu da biz zaten biliyoruz, üstelik kitabı da okumamıştık diyenleri duyar gibi oluyorum. Ve bunu diyenlere Türk sinema tarihinin en iyi ekiplerinden birinin rol aldığı en başarılı yarı-uyarlamasından (biraz abartmış olabilirim!) bir bölüm paylaşmak istiyorum: 



10 Aralık, 2012

Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu akşam Halide Edip Adıvar'ın Handan romanını tartışmak için toplandı.
Kindle'dan Retro'ya geçiş...



Ama tartışılan kitaptan ziyade,Yaprak Dökümü'nün, Aşk-ı Memnu'nun, Dudaktan Kalbe'nin dizi olduğu şu dönemde bu kitabın uyarlamasının kaç sezon prime time gösterilebileceği oldu. Hatta oyuncuları bile bulduk. Az sonra!

Öncelikle kitapla ilgili birer cümlelik düşünceler: 

Burcu: Ateşle barut yan yana durmaz...
Özlem: Gene okumadım...!
Gözde: Kadın devamlı ilgi odağı olmak istiyor, böyle bir dünya yok!
Merve: Erkek karakterlerin hepsi gerizekalı!
Hazal: Yapımcıları göreve davet ediyorum!


Kim hangi karakteri oynasın? 
Üç farklı Handan, favorimiz belli...
Bu sorunun üstünde de epey bir vakit geçirdik. Verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyiz. Eğer olur da senaryo istenirse, en az 3 sezon izleyiciyi hezeyandan hezeyana sürükleyecek bir çalışma da yapabiliriz. Bunu da burada belirtmiş olalım. 
Yalnız başrol candır dediğimizden, bunu seyirciye sormak istiyoruz. Lütfen Handan karakteri için önerdiğimiz isimler arasından bir seçim yapınız! 

Neriman: Hazal Kaya ( Sebebiyle açıklayalım: Çünkü Neriman,Türk edebiyat tarihinin Nihal Ziyagil'den sonra gelen en sümsük karakteridir. Hazal Kaya'nın son ana kadar hiçbir şey anlamadan bu rolün de üstesinden geleceğine eminiz) 

Refik Cemal: Cansel Elçin (O ne yere bakan yürek yakandır o!)

Hüsnü Paşa: Emre Kınay (İyiyi de kötüyü de güzel oynar...)

Server: Kutsi (Panik yok, sadece mektup okuyacak...)

Nazım: Nejat İşler (İlk çeyrekte karakter öldüğü için, diziden ayrılarak istikrarlı bir gidişat sağlayacak...)

Cemal Paşa: Çetin Tekindor (Arada buğulu konuşmalar yapacak)

Ve ana karakterimiz Handan: 
a-Cansu Dere
b-Deniz Çakır
c-Nergis Öztürk
d-Ahu Türkpençe
e-Fahriye Evcen 

Merak etmeyin kim kazanırsa kazansın, geriye kalanlar Hüsnü Paşa'nın sevgilileri olarak boy gösterecektir. 

Gerçekten de eğlenmişiz, diğer buluşmamıza kadar esenkalın...







09 Aralık, 2012


‘İhsan Oktay Anar’a Giriş’ niteliğindedir Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri” benim için. Sevdiğim herkesin sevmesini istediğim bu yazarın ilk kitabı olmasa da kendisiyle tanışmak için en uygunu olduğunu düşünüyorum.

Gerçekle masal arasında, ölümle oyunlar oynayan Cezzar Dede ve Ölüm’ün karşılıklı hikâyeleri, bazen korkutarak, bazen güldürerek, alıp götürüyor bu kitapta. Ölüm, canını almaya gittiği Cezzar Dede’nin anlatacağı her bir hikâye için ona bir saat yaşama hakkı verecektir ve aslında Ölüm’ün aradığı kişi Uzun İhsan’dır.  Sürekli ellerinden kaçan Uzun İhsan’ı aramak için Selam Mahallesi’nden Firdevs Mahallesi’ne olan yolculukları boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerde korkudan dine, dinden aşka, aşktan cennete ulaşırlar;  çünkü insan bilmediğinden korkar ve bilmediğini aramak için dine başvurur, aranan şeye kavuşamayınca aşk olacağı için, arayıştan aşka, aradığını bulunca da meşke, yani cennete ulaşır.

Bu hikâyelerde; ışıktan hazzetmeyen Kont’u, “vuda” isimli bir puta tapan “vudiz”leri, “Nur Ana’ya” ulaşanları, ”iffetini kaybetme tehlikesinin baş göstermesi, kör ve sağır bir erkek cinnet getirmedikçe nerdeyse imkânsız olan” kadınları, başarılı bir muhasebeci olduğu kadar kahraman da olması istenen ve bu yüzden normal kıyafetlerinin altına annesinin diktiği mavi kıyafet ile kırmızı pelerini giyen Gülerk Kent’i okurken hem gülümser hem de Anar’ın hayal gücüne hayranlık duyabiliriz.

Tüm hikâyeler bittiğinde, Ölüm yanında Cezzar Dede ile sonunda Uzun İhsan’ı oturduğu evde yakalar; ancak orada onu bekleyen şey, Ölüm’ün kız kardeşi olan Uyku’dur ve Uyku’nun oradan gitmeye hiç niyeti yoktur. Uzun İhsan’ı uyandırmak için çeşitli gürültüler yapan Ölüm, bahçedeki kurt köpeğinin saldırısına uğrar ve onu köpekten kurtarması için uyanan Uzun İhsan’dan yardım istemek zorunda kalır. Tahmin edeceğimiz üzere, Uzun İhsan Ölüm’den, bu yardım karşılığında yaşamak için biraz daha süre ister. Canını almaya gittiği bir fani karşısında aldığı bu yenilgi Ölüm’ü sarsar; ama canı alınacak bir kişi daha vardır, o da hikâyeleri biten Cezzar Dede’dir. Ancak dedelerinin Efrâsiyâb’ın hazinesini bulmaya gittiğini sanan torunları hiç hesapta olmayan bir şekilde onların yakasına yapışır. Ölüm, onlarla da bir oyun oynar ve eğer güneş batana kadar kendisini güldürmeyi başarırlarsa dedelerini götürmeyeceğini söyler. Çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar Ölüm’ü güldüremezler ve sonunda oyunu kaybettiği için en küçük kız torunun gözünden bir damla yaş gelir. Bu yaş karşısında Ölüm’ün suratında bir şey çatırdar; bu, gülümsemesini engelleyen mühürdür; çünkü Ölüm o anda anlamıştır ki çocukluk cennetin ta kendisidir ve cennet de seyredilmeye değerdir.

Kitabı tekrar okuduğumda; yıpranan ve yıprandığı için asabileşen ruhumu biraz Ölüm karakteriyle bağdaştırdım ve dünyayı güzel gören ve belki de asıl çirkinin, dünyada çirkinliği görenler olduğunu savunan, dünyada tattığı en büyük lezzetin hayat değil, insanlık olduğunu ve birçok kişinin insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmaktansa hayatı sürdürmek ve korumak için çok büyük bir mutluluğu kaçırdığını düşünen Cezzar Dede ile oyun oynayan, yüzü mühürlü Ölüm gibi hissettim kendimi. Oysa Cezzar Dede, dünyaya bakınca gülümseyenlerdendi ve onun için kalbinde sevgi taşıyan, gülümseyen herkes cennete bakıyor demekti. Umarım bu tekrar okuyuş,  uzun zamandır yüzüme yapışan bu mührün kırılması için bir fırsat olur…