2004’te “The Saints of Incipent Instanities” adıyla
yayımlanan Türkçe'ye Araf olarak çevrilen kitap arka kapağında da belirtildiği
gibi; yalnızlık, yabancılık, dil ve zaman üzerine yazılmış bir roman. Romanın
baş karakteri Ömer Özsipahioğlu, Boğaziçi Üniversitesi'ni bitirdikten sonra
2002 yılının haziran ayında doktora için Boston'a gelen bir öğrenci. Boston'da
kendine kalacak yer arayışını "ev arkadaşı testi"ni başarıyla(!)
tamamlayarak kendisi gibi doktora öğrencisi olan Fas asıllı Abed ve İspanyol
asıllı Piyu ile aynı evi paylaşmaya başlar. Fakat romanın Ömer'le birlikte
ön plana çıkan, okuyucunun okuma açısına bağlı olarak belki de ana karakteri,
ismini sürekli değiştiren Gail'dir. Tüm bu karakterler kitaptaki aidiyet ve
kimlik tartışmalarının hem günlük yaşam hem de kuramsala yakın bir çerçevede
yapılmasına olanak sağlayan hikayelere sahiptirler. Romanda kimliğin, aidiyetin,
benliğin ve dilin; parçalanması, sınırların belirsizleşmesi ve/ veya çoklaşması
ilk olarak isimler üzerinden anlatılarak bir giriş yapılır. Ömer Özsipahioğlu
Amerika'ya geldiğinde adının noktalarını kaybeder, Omer Ozsipahioglu olur.
"Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu
şeye, ismine yabancılaşmasıdır"(s. 10) diye dile getirir bu durumu
Ömer ya da muhatabının tercihine göre Omar veya Omer. Çünkü ona göre, Birleşik
devletlerde yaşayan bir Amerikalı için yaşanan bu telaffuz sorunu kendisinden
değil isimden kaynaklanmaktadır. Oysa ki, Ömer Amerika'ya adım attığı günden
beri o kadar da "yabancı" olmadığını biliyordu hatta "çoğu
Amerikalının zannettiğinin aksine bu yabancı onların kültürüne kendininkinden
daha aşinaydı"(s.78). Ancak Amerikalı olmasına rağmen oraya ya
da daha doğrusu herhangi bir yere ait olmakla, kadın olmakla, yaşam ve ölümle
ciddi sorunları olan Gail Ömer'in adeta karşıt karakteri olarak karşımıza
çıkar. Sorunları vardır Gail'in; korkaktır, obsesiftir, kendi içinde
yaşamaktadır, karanlıkta kalan yanları vardır, intihara meyillidir, kolayca
sevemezsiniz onu, O da kolayca güvenemez kimseye zaten. Ve Ömer'in adı kendi
dışında değişime uğrarken O, kendini değiştirmeye isminden başlamış ve
Zarpandit iken Gail olmuştur.
Bu başlıklarla bağlantılı bir diğer konu ise romanda ele alınan dil
meselesidir. Dilin yabancılaşma olgusuyla yer yer iç içe geçmiş bir
şekilde anlatıldığını görmekteyiz. Farklı ülkelerde insanların yabancılaşma
sürecinin ilk olarak isimlerinden başladığı var sayımı üzerinden hareket eden
yazar; Ömer’in isminin noktalarını kaybederek “Omar Ozsipahioglu”
oluşuyla dil konusundaki tezini şekillendirmeye başlar. Bu noktada
dil ile kimlik sorununu da birleştirmektedir yazar. Romanın devamında ev
arkadaşları olan Ömer, Adeb ve Piyu arasındaki dil sorunları ve tek ortak
noktaları olan İngilizce üzerinden anlaşmaya çalıştıklarında kimi zaman anadillerine
duydukları ihtiyacın altı çizilmekdir. Diğer bir vurguysa, yabancı bir dilin
kişinin hayatına dahil olma sürecinde yaşattığı değişimle ilgilidir. Bu
değişimi şu şekilde aktarıyor yazar; “ İngilizce
rüya görmeye başlamak bir
eşiktir, daha büyük bir değişimin, , insanın artık aynı kişi olmasına izin
vermeyecek kadar derinden bir değişimin yolda olduğunu gösteren bir işaret...”
Romanın yazılma dilinin de İngilizce olduğunu düşündüğümüzde aslında konu
daha net anlaşılmaktadır. Araf, Elif Şafak'ın diğer romanlarının aksine dili en
akıcı ve sade olan romanıdır.
Araf ile ilgili yorumlarımı toparlamadan önce, romana yapılan bir kaç eleştiriden de bahsetmek
istiyorum. Roman kimlik, zaman, yabancılık gibi iddialı kavramlar
üzerinden kendini şekillendirirken 11 Eylül saldırılarına ve sonrasında
Amerika'da yaşanan fobiye yer verilmemiş olması zamansallık açısından Fuat
Keyman tarafından ciddi biçimde eleştirilen ve eksik görülen bir alandır ( 18
Temmuz 2004, Radikal 2). Bu noktada sorulması gereken belki de kurmacada gerçek
tarihsel sürekliliğe ne kadar bağlı kalınması gerektiğidir. Diğer bir eleştiri
konusu ise Asuman Kafaoğlu-Büke, “Araf ya da Beklemedeki Ruhlar” (
Cumhuriyet Kitap Eki, 13 Mayıs 2004 ) başlıklı yazısında da yer almakta
olan; çokça geçen filozof isimleridir. Benim şahsi fikrimce de yazarın
-Ahmet Mithat Efendi kadar olmasa da- bilgi verme çabası okuyucuya
gösteriş şeklinde yansıyabilmektedir.
Romanın diğer karakterlerine bakıldığında hepsinin
kendine ait küçük-büyük bir takım takıntıları ya da sorunları olduğu
görünmektedir. Ömer'in ev arkadaşlarından ve diş hekimliği okuyan Piyu, okuduğu
bölüme rağmen sivri cisimlere dokunamayan bir insandır. Piyu'nun kız arkadaşı
olarak karşımıza çıkan ve romanda Piyu'dan daha geniş bir yere sahip olan Alagre ise yeme
bozukluğuna sahip bir karakterdir. Yeme bozukluğu Şafak'ın diğer kitaplarında
da karşımıza çıkan bir hastalıktır. Hatta öyle ki, hasta karakterin yaşadıkları
bulumik bir insanın tarif edebileceği derece iyi betimlediğinden insanda soru
işaretleri doğurabilmektedir. “...
klozetin üzerine eğitip kadının çıktığını duyana kadar o vaziyette bekledi,
sonra elini gırtlağına soktu. Bulantı çabucak geldi, her zamanki gibi. İlk
kusma dalgası geldiğinde sesi bastırmak için sifonu çekti. Kusarken, yüzü ondan
bağımsız ağlıyormuş gibi gözleri yaşardı. Yaptığı şey yüzünden en ufak bir
endişe, bir üzüntü hissetmiyordu." (s.150). Aslında sadece yeme
bozuklukları değil psikolojik sorunlar Elif Şafak'ın kitaplarında genel olarak
yer verdiği konulardandır. Bunu nedeni "insan olma" gerçeği
çerçevesinde karakterleri mükemmelden uzaklaştırıp gerçeğe daha yakın hale
getirmek midir ya da başka bir sebebi var mıdır bilemiyoruz elbette.
Araf'a dönecek olursak, romanda ele alınan bir diğer konu ise "zaman"
kavramıdır.Yazar, romanda zamanın çok
derin felsefi bir çözümlemesini yapmamış ancak zamanı; ölçülmesi ve
zaman/modernlik açısından ele
almıştır. Romanın baş karakteri olan Ömer, zamanı; "ölü ve canlı
bedenlerin içinde birlikte yüzdüğü azgın bir akıntı"(s.79)ya
benzetmektedir ve bu nedenle geleneksel zaman ölçme sistemini
reddedip, alternatif olarak müzikle zaman belirleme metodu geliştirmiştir. Aynı
zamanda Ömer, Amerika’ya geldiğinde zamanla ilgili dilsel ve kültürel bir
farklılığı da “ ...Türkçede zamanı öğrenmek için insanlara ‘saat’ sorulurdu.
Halbuki İngilizcede zamanı öğrenmek için insanlara ‘zaman’soruluyordu.
İngilizcede insanın zamana sahip olduğu ya da olabileceği hissi vardı, halbuki
Türkçede zamanı ölçme aracına sahiptin ama zamanın kendisine asla...”(s.80) sözleriyle
anlatır. Romanda üstüne çokça vurgu yapılmasa da bir diğer zaman problemi de;
Türkiye, Fas, Amerika, Meksika arasındaki zaman/gelişmişlik farkı. Baş
karakterlerden olan, Abed ve Ömer’in kültürel farklılıklarını geri kalmışlıkla
özdeşleştirmeleri şeklinde ortaya çıkar. Bu zaman/gelişmişlik farkına paralel
olarak kimlik konusuna geri dönecek olursak, yaşanan ön yargılar ve
"öteki" olma haline Abed'in tepkisini şu şekilde
görebilmekteyiz. Abed’in Faslı ya da Müslüman olmakla ilgili bir
rahatsızlığı yoktur, ancak bu kimliklerin yarattığı ayrımcılıkla ilgili
rahatsızlık duymaktadır, bu rahatsızlığını da şu sözlerle ifade eder: “ Sürekli ayrımcılıkla
mücadele etmek zorunda olan sen değilsin. Casablanca’yı seyrettin mi? Humphrey
Bogart müthiş etkileyici bir aktör! Ama o filmde Faslılar hakkında ne
dediklerini biliyor musun? Şu yürüyen çarşaflar..! Sömürgecilerin gözünde benim
atalarım bu işte. Yürüyen çarşaflar! Ben de çoğunluğa göre hala buyum!” (s150). Her ne kadar Amerikan kültürüne kendi
kültüründen daha aşina olsa da kimlik ve yabancılık meselesinde Ömer için
de durum "İnsan yabancı
oldu mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten
ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim."(s114) Bu aşamada Gail
yine bir antitez olarak karşımıza çıkmaktadır. . Hayatla ve kimlikle olan
bağı pamuk ipliğine bağlıdır Gail’in. Kişilerin ancak isimlerini
değiştirerek , onlara yapışan kimliklerden kurtulabileceğini söyler ve şu
şekilde devam eder ve “ Ancak
kendimizi bize verilen kimlerle özdeşleştirmeyi bırakırsak , ancak bunu
başarabilirsek her türlü ırkçılığı , cinsiyetçiliği, milliyetçiliği,
köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi farklı sürülere,
altsürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz”der (s.148-149).
Sonuç olarak edebi açıdan bakıldığında dil ve
anlatım olarak , akıcı ve zengin bir üsluba sahip. Yazarın romandaki anlatıcı
durumu roman karakterlerine eşit mesafede durmamızı sağlaması yönünden bana
göre başarılı bir şeçim olmuş. Ancak, roman olarak bakıldığında yazarın
bilgi vermeye yönelik tavrının, romanı “sosyolojik” bir metin haline dönüştürmesi bu konulara uzak olan
okuyucu açısından sorun teşkil edebilir. Diğer taraftan “kültürel
kimlik”, “yabancı”, “aidiyet” kavramlarının ve bunların getirdiği “belirsizlik”
çerçevesinde kurgulanan roman farklı noktalara dikkat çekmesiyle önem kazan
kazanmakta. Araf’la ilgili son olarak söylenebilecek şey ise; gerek mekânsal,
gerekse ruhsal olarak tam bir arafta kalmışlığın romanıdır.