26 Mayıs, 2013


Bizden bir Nabokov/Lolita yazısı okumak isteyenlerden özür diliyoruz, çünkü son anda yaptığımız bir değişiklikle Fitzgerald'ın Muhteşem Gatsby'sini okuduk. Ama sebeplerimiz vardı ve yazının sonunda anlayacağınız üzere, pişman değiliz! :)

Yine Cafe Kafka, Yine Beyoğlu


Sanıyorum ki grubumuzun bir kitap için bu kadar farklı yorumlarda bulunduğu, kimsenin birbirinin dediğine katılmadığı ilk toplantısıydı bu. Ama bu durumun da neden kaynaklı olduğunu anladık: Bu kitap çevrilemez bir kitap. O kadar çevrilemez olduğu için de bir sürü çeviri denemesi yapılmış ve hepimiz de farklı versiyonlarını okuduğumuz için hepimiz farklı şeyler algılamışız. 

Muhteşem Gatsby'ler 

Bu ne demek diye soracaksınız. O halde şöyle açıklayalım. Her çevirinin ve İngilizce versiyonun son cümlesini aktaralım. Çevirideki farklılığa dikkat: 

Önce orjinali: 
"So we beat on, boats against the current, borne back ceaselessly into the past."

Remzi versiyonu: "İşte bu sebeple asılıyoruz küreklere, durmadan geçmişe doğru sürüklensek de, akıntıya karşı ilerleyen teknelerimizde."

Martı versiyonu: "Bizler akıntıya karşı gemilerimizi ilerletmeye çalışırken, hiç durmadan geçmişe çekiliyorduk aslında."

Everest versiyonu: "Böylece ilerlemeyi sürdürüyoruz: Durmaksızın geriye fırlatılıp dursa da, akıntıya karşı yol alan tekneler."

Can Yücel versiyonu: "O ümitledir ki şimdi sefer etmekteyiz, biz o akıntıya karşı giden tekneler, durmadan geriye, geçmişe çarpılıp atılsak da ne gam..."

Sanırım şimdi iyi bir biçimde anlaşıldı... 

Adet olduğu üzere herkesten de birer cümle gelsin: 

Mine: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. 
Özlem: Çeviriyi beğendim. 
Hazal: Merve sevmiş ama Gatsby aslında sefil (Filmden önce :) ) 
Gözde: Yine İngilizce denedim, yine olmadı! 
Merve: Daisy için değmezdi azizim. 
Burcu: Anlatıcı karakter gereksizdi! (Sanırım bu da filmden önce :) ) 

Kitap söyleşisinin sonrasında ise, vizyondaki Muhteşem Gatsby'i izlemeye gittik. Film için herkesin tek bir yorumu oldu: "MUHTEŞEM!" Tavsiye ediyoruz... O güzel filmden güzel bir parçayı da paylaşıp, önümüzdeki ay görüşmek üzere diyoruz! 








Dünya edebiyat tarihinin en önemli kitaplarından biri George Orwell’in “1984” adlı eseridir. Bir distopyayı anlatan roman modern çağ siyasetine de bir karşı arguman sunar ve eleştirel bir bakış açısı getirir. Birçok alan için metaforlar kazandıran bu kitabın önünde saygıyla eğildikten sonra yazımın ana konusu olan Haruki Murakami'nin 1Q84 romanına geçmek istiyorum.

İsminden anlaşılacağı üzere 1Q84 çarpıtılmış bir gerçeklik üzerinden yazılmış ve büyülü gerçekçilik (magic realizm) tarzı ile harmanlanmış bir kitap. 1000 sayfalık cismi varlığı sizi korkutmasın, su gibi akıp gidiyor. Bir diğer bölümde neler olduğunu öğrenmek için can atıyorsunuz.
Kitabın ana hikayesi  en önemli karakter olan kadınlara şiddet uygulayan erkekleri öldüren seri katil Aomame etrafında dönüyor. Aomame çocuk yurdunda büyümüş, bağlılık gerektiren uzun süreli ilişkiler yerine günlük ilişkiler yaşayan, kalbinde Tengo’yu taşıyan bir kadın. Diğer ana karakterse Aomame’nin çocukluk aşkı Tengo. Kablolu TV aboneliği satmayı hayatının merkezine taşımış bir baba tarafından büyütülmüş, annesi  hakkında çok az bilen, her konuda özellikle de matematik alanında dahilik seviyesinde başarılıyken okulda matematik öğretmeni olmayı seçen, hayatının aşkı Aomame’yi bekleyen bir adam.
Yıl 1984. Hikaye kulağımızda Janacek’in Sinfonietta’sı ile başlıyor. Zaten kitap için bir film gibi titiz bir müzik listesi oluşturulmuş desem abartmış olmam sanırım. Michael Jackson’dan ABBA’ya geniş bir seçki söz konusu. Aomame kulağında bu şarkı ile trafikte kaldığı bir gün  planına uymak için taksiden iniyor ve farklı bir çıkış kapısından çıkmak isterken zaman kırılıyor ve tabiri caizse paralel bir evrene geçiyor. Tengo ise bu sırada hırslı yayıncısı Komatsu’nun planının bir parçası olmak için disleksi hastası bir kız olan Fuka-Eri’nin hikayesini roman haline getirmeyi kabul etmek üzere. İkisinin hikayesinin tekrar kesişmesi de Aomame’nin Tengo’nun yazdığı kitapta anlatılan cemaat liderini öldürmesiyle gerçekleşiyor.

Kitapta çok farklı kişiliklere sahip ve hepsi büyük önem arzeden yan karakterler mevcut. Tengo’nun babası, hakkında çok az şey bildiğimiz genelde göğüs metaforuyla karşımıza çıkan annesi, Aomame’ye cemaat liderini öldürmekte yardımcı olan kadın ve yardımcısı, cemaat lideri ve yardımcıları. Hepsi özgün, hepsi önemli ve hepsi ana hikayeyi destekliyor.
Kitapta iki ana karakterin aşk hikayesiyle iç içe geçmiş bir bilimkurgu hikayesi mevcut. “Küçük adamlar”, “gizli cemaat” heyecanı yüksek tutan öğeler. Kitabın sonuna kadar onların gizemini çözmek için uğraşıyorsunuz ancak üzülerek belirtmeyelim ki ben pek de başarılı olamadım. Bununla ilgili birkaç kaynağa baktım açıkcası. Bunlardan anladığım kadarıyla Japon edebiyatında oluyor böyle yarım kalmış, açıklanmamış vakalar. Bunca zamandır batı edebiyatı bakış açısına alışmış biri olarak anlamamakta haksız değilim sanırım.

Belirtmeden geçemeyeceğim. Kitabın içinde bir öykü olan “Kediler şehri” öyküsü de insanı oldukça rahatsız ediyor. Diğer metaforlar gibi burada yalnızlık, terk edilmiş hissini iliklerinizde hissediyorsunuz. Başlı başına bu öykü bile ayrı bir edebi şaheser. Koza ve kediler şehri metaforları ile kitap bende Kafkaesk bir imaj yarattı diyebilirim. Dönüşüm ya da Dava’da ruhumda hissettiğim sıkıntı bu kitabı okurken de yaşadım. Murakami’nin külliyatına bakınca “Sahilde Kafka” diye bir kitabının olduğunu görmek bu dahiyane(!) buluşum konusunda göğsümün kabarmasına neden oldu. Biz fani küçük okuyucular da böyle şeylerle mutlu oluyoruz işte.
Kitap uzunluğu ve bazen tekrar kaçan hikayesi ile insanın okuma hevesini kırabiliyor. Ben kindle da okuduğum için çok problem olmadı itiraf etmek gerekirse. Ama herkesin de benzettiği tuğlamsı yapısı ile çantada taşıyıp dışarıda okumak ya da uzanarak okumak zor. Yani kitabı okumak, sembolik anlatımı ile beyni zorlarken fiziksel bir çaba da gerektiriyor.

Kitabı uzunluğuna rağmen heyecanla okudum ama bu kadar beğendiğim bir kitabın sonu benim açımdan tatminkar olmadı. Bu son, gerçeküstü öğelere dair cevaplanmamış sorular ve olay örgüsündeki mantık hataları bu kitabı sevmeme ve önermeme engel mi ? Tabi ki değil. Edebiyat böyle bir şey olsaydı zaten kitapların sadece son bölümünü okumayı tavsiye etmemiz gerekirdi, değil mi? Zaten Aomame ve Tengo’nun aşkı, birbirlerini bulana kadar ruhlarında yaşanan o rahatsızlık ve mutsuzluk hissi o kadar iyi anlatılmış ki diğer şeyler önemsiz kaldı gözümde. Kitapta da dendiği gibi “Sıradan olmayan bir iş yaptığında, şeylerin her günkü görünüşü biraz değişebilir. Şeyler sana daha önce olduğundan farklı görünebilir. ben bu tecrübeyi yaşadım. Ama görünüşün seni aldatmasına izin verme. Her zaman sadece tek bir gerçeklik vardır”. Onların aşkı da tek gerçeklikti belki de. Kısacası sevgili okuyucu, bundan sonraki kitabın olarak bunu tavsiye ediyorum. Hatta biraz daha cazip hale getirmek için kitaptaki şarkılardan bazılarının bulunduğu bir linki de paylaşıyorum.

21 Mayıs, 2013



GİZLİAJANS




"Borges ile Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım"

Şu an gerçekten zor işe soyunmaktayım ve bunun da farkındayım. Zira az sonra hakkında bir yazı okuyacağınız Gizliajans aslında hakkında pek de bir şey anlatamayacağınız kitaplardan. Başka şekilde ifade etmek gerekirse şöyle de diyebiliriz; düşünün ki en sevdiğiniz şarkıcı ya da grubun konserine gittiniz ve çıkışta sizden konseri anlatmanız istendi, ne diyebilirsiniz ki? Sanırım bu da öyle bir şey. 

Gizliajans, Alper Canıgüz'ün "Tatlı Rüyalar / psiko-absürd romantik komedi" (2000) ile Oğullar ve Rencide Ruhlar (2004) sonrasında yazdığı 3. romanı. Şimdi bu üç roman arasında hangisini daha çok sevdiğime yönelik gereksiz bir sıralama yapmayacağım ancak; benim Alper Canıgüz maceram Tatlı Rüyalar ile başladığından onu yeri ayrı demden de geçemeyeceğim.











Romandan biraz bahsedecek olursak -tanıtım yazısından alıntılarla- "Dünyanın şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan genç ve avare metin yazarı Musa"'nın hikayesidir diyebiliriz. Hikayemiz genç ve avare metin yazarı Musa'nın, aynı zamanda asker arkadaşı da olan hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan Şaban ile aynı evi paylaşmaya başlamaları ile başlar. Musa bu ev arkadaşlığının tam da başlangıcında metin yazarlığını yaptığı programın yayından kaldırılması ile işsiz kalır. Durum zordur ve gelebilecek her türlü teklife açıktır. Bir akşam evde otururken telefon çalar ve Gizliajans'tan bir iş teklifi alır. Gizliajans, gaddar bir kedi tarafından yönetilen ve birbirinden tuhaf çalışanları olan bir reklam ajansıdır. Musa'nın bu tuhaf ajansta işe başlaması hayatının aşkı menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem ile tanışmasına vesile olur. Bu tuhaf ajans ve sanat yönetmeni Sanem Musa'nın hayatını kökünden değiştirir. Uzaylıların da işin içine girmesiyle artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Romanı daha fazla anlatarak okuyacak olanların keyfini kaçırmayı hiç istemem. Ancak Alper Canıgüz'ün kitaptaki muhteşem tespit ve göndermelerinden bir buket sunmamak ayıp olur diye düşünüyorum. 
" -Belki? Belki de gerçekten bir intihardır. O zaman kendini ölüme zaten hazırlamış olmalı, değil mi?
  - İnşaat halinde bir bina düşün. Ve ben de kendimi onun çatısından aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. Eğer merdivenlerin parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. Hiç kimse ölene kadar ölüme hazır değildir." (s.69)



"- Söyleyin Musa Bey, babanız sizi çok döver miydi?




-  Hayır. Biz çok modern bir aileydik. Babam da çok modern bir insandı. O yüzden beni dövmez, rencide ederdi.
  - Anlayamadım efendim?
  - Gururumla oynardı. İnsanların arasında küçük düşürürdü beni. Böylece ben de modern bir insan oldum işte. Kısmetse ben de çocuklarımı böyle modern yetiştireceğim." (s.46)






Ve bence,aşkın heyecanını en iyi anlatan cümlelerden birini de eklemek istiyorum;
" İşte havayi fişeği icat eden Çinli'ye esin kaynağı oluşturan duyguyu keşfedişim tam da o ana denk geliyordu."

Sanırım okumayanlar için teşvik, okuyanlar için hoş bir anımsama sağlayacağını düşündüğüm bu alıntılardan sonra son söz yerine bir kaç yorumda bulunmak istiyorum. Romanın çok akıcı ve esprili bir dili var. Bildiğim kadarıyla uzaylıların işin içinde olduğu Türkçe yazılmış bir roman olarak ilklerden olma özelliği taşıyor ve bu bile bence romanı okumaya değer kılıyor. Ancak belirtmekte yarar var, Gizliajans bir bilim kurgu romanı değil.  Hayattan gündelik detayların zaman zaman bilgece zaman zaman çocukça yer aldığı; merak ve heyecanın eşlik ettiği; eğlenceli bir edebiyat eseri.





Not: Alper Canıgüz Almanca'ya çevrilen ikinci romanı olan Gizliajans ile Almanya'da 3 ayda bir yayımlanan dünya edebiyatının "en iyiler" listesine giren ilk Türk romancı oldu. 

13 Mayıs, 2013




Yavaşlık, Milan Kundera


Herkesin kendine ait tanıdık ve yabancı gelen duygular bulabileceği birkaç sahne: entellektüel Berck’in ününü geri kazanmak amacıyla, karaderili küçük bir kız çocuğunun yüzüne konan sineği kovarken televizyon ekranında görünmesi; kendi halinde bir düşünür olan Pontevin’in, genç ve güzel bir kadının yanında kaba bir söz söyleyerek bütün dikkatleri üzerine toplaması; Pontevin’i kendine örnek alan genç Vincent’in acısını unutmak için motorsikletine binip bulunduğu yerden hızla uzaklaşma isteği ve bir 18.yy romanından bir şövalyenin yaşadığı aşk acısı ve buna dair özlem duyguları içinde arabasıyla ağır ağır ve yalnız bir şekilde bulunduğu yerden gitme arzusu. Milan Kundera 1995 senesinde yazdığı Yavaşlık romanıyla, hem yavaşlık ve hatırlama, hız ve unutma arasındaki varoluş denklemini,  hem de varoluşun özdoyum gereksinimini, seyircili veya seyircisiz sahnede kalma arzusunu sorguluyor/sorgulatıyor. Buna, Kundera’nın özgünlüğünü ortaya koyan ve çoğunlukla kendi sesini duyduğumuz düşünsel arka planlar ve karakterlerinin davranışları üzerinden yaptığı derin psikolojik analizler de eşlik ediyor.  

Toplumun farklı kesimlerinden sunulan karakterlerle bugünün kültürel hayatına dair çok ciddi eleştiriler getiriyor Kundera. Herkesin kendince varolabilmek ya da kendini ifade edebilmek için oyunlar oynadığı ve oynamak zorunda kaldığı bir kültür olarak tanımlıyor bugünü. Fakat sadece toplumsal ilişkilere değil, Pontevin’in arkadaşları arasında konuşurken dile getirdiklerinden anladığımız kadarıyla eleştirilerini “batılı” entelektüellere de yöneltiyor ve “Bir toplumsal soruna müdahale etmek, bir kötülüğe dikkat çekmek, bir ezilene yardım etmek zorunda kalsan, günümüzde dansçı olmamayı ya da öyle görünmemeyi nasıl becereceksin?” diye soruyor. Bu eleştirisine, bir dönem komünist rejim tarafından hapse atılan ünlü bir Çek böcekbilimcisinin, Avrupalı meslektaşlarıyla katıldığı bir toplantı sırasında “güncellik budalası” olarak nitelediği ve “batılı” önyargıları temsil eden Berck’le yaşadıkları üzerinden de bir dipnot düşüyor. Kundera, günümüz insanının kendi varoluşu açısından “ötekiyi” nasıl gördüğü veya göstermek istediğine dair olan sorunlu ilişkiyi tartışıyor. Daha da önemlisi, kendisinin nasıl göründüğünden daima endişe duyan, ünlü imgelemlerine dergi sayfalarını ve televizyon ekranlarını istila ettiren ve herkesi böylesi bir üne sahip olmayı düşleten bu varoluşu sorguluyor.

Hızın ve unutmanın egemen olduğu bir çağda seyirci ve izlenme tutkusu içinden çıkılmaz bir ikilem. Kundera bu egemenliği tersinden, bireysel varoluş deneyimleri üzerinden okumayı tercih ediyor ve diyor ki : “Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını arttırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir.”  


05 Mayıs, 2013

"Yaşanan an da anı olacak." - Savinio

Belki benim eksikliğim; ama Tezer Özlü ile tanışmam bu kitapla oldu. Kalanlar, İstiklal'e her gidildiğinde uğranan Yapı Kredi Yayınları'ndan arka kapak yazısı bile okunmadan alınan ve bir dost tarafından bana hediye edilen bir kitap.

Riva'da "Kalanlar"
Eğer şu sıralar görece keyifli ve sağlam bir ruh haline sahip olmasaydım, aslında beni hayata küstürebilirdi okuduklarım. Olumsuz bir yorum olarak algılanmasın bu. Aksine; oldukça güçlü, oldukça gerçek, oldukça bana yakın, sıklıkla kafa yorduğum düşünceleri okudum Kalanlar'da. Zeminim biraz kaygan olsaydı ya da kitabı Riva'da dere kenarında, yeşillikler içerisinde okumuş olmasaydım, okuduklarım ve okudukça düşündüklerim 'kendini özgürleştirecekti, fırlayacaktı, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa". Sonuçta ben de onun gibi "her zaman güzelliklerin değil de güçlük, terslik, acı ve öfkenin peşinden koşan bir insanım".


Güzelsin Tezer Özlü. Güzel ve kadın...
Tezer Özlü'nün hayatını ve yaşadığı psikolojik rahatsızlık dönemini okuyunca; kitapta hayata, acıya, baskıya, insan olmaya, aşka, özleme ve ölüme dair olan cümlelerini daha iyi anladım.
Yorulmuş Özlü; bu hayattan, bir zamanlar yaşadığı ülkeden, "birer fabrika ürünü gibi görünen dünya insanları"ndan, onları düzeltmek için çabalamaktan yorulmuş, insan olma çabası yormuş onu. Ve sonunda da bırakmış, uzaklaşmış onlardan. Hayran olduğu Pavese'nin sözleriyle seslenmiş her şeye: "Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz." Bıkmış ve aslında artık biraz da 'onlardan' olmak istemiş: 'uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan' olmak istemiş.

Yirmili yaşlarını "aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını" arayarak geçirmiş. Düzenden ve güvenden kaçarak yaşamış, aklın yetmediği yerde çılgınlığın özgürlüğünü keşfetmiş. Otuzlu yaşlarındaysa, kendisinin deyimiyle, ne akıllı ne de çılgınmış. Sürekli özlem durumunda yaşamış. Özlemek, varlığının bir parçası olmuş. Bu yüzden de diyor ki: "Özlemlerim kalmadı." Bu tanımlama önce garip gelse de, sonra anladım özlemin içselleştirilmesini ve sürekli özlemekle yaşamak hissini.

Bu kısacık kitabın kısacık yorumunda özetle diyebilirim ki; Kalanlar, akılla çıldırmanın arasında gidip gelmiş, özlemiş, acı çekmiş, bunları içselleştirmiş, ölümü beklemiş, dış dünyayla barışamamış, kendisiyle yaşamış, 'acıyla bağlantılı mutluluğunu sevmiş' güzel bir kadının ardından kalanlar... Yaşamak da güç gelmiş ona, ölmek de; ama sonunda 43 yaşındayken 'hayat' onun adına yapmış seçimi: ölmek.
Riva'dan "Kalanlar"




04 Mayıs, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu ay da Charles Dickens'in Büyük Umutlar isimli eserini tahlil etmek için bir araya geldi... Güzel bir tesadüf olarak, Helena Bonham Carter ve Ralph Fiennes gibi isimlerin de yer aldığı Büyük Umutlar uyarlaması vizyona yeni girmişti. O yüzden kitap sohbetimizden sonra Atlas Sineması'nda bir de filmi seyrettik.

Cafe Kafka, Beyoğlu

Kitap tam bir edebiyat şöleni! Kimsenin bu bağlamda bir eleştirisi olmadı... (Olan çarpılır :-) ) Ancak bol bol grilik, sefalet, ahlaki çöküntü ve drama biraz iç karartabilir, bunu da burada söylemiş olalım. 

Filmin ise ilk yarısı oldukça sıkıcıyken,  ikinci yarısı büyük oranda başarılıydı. Eh tabii başrollerde Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow yok ama en azından kitaba sadık kalınmış. 1998 yılı versiyonunda ana kahraman Pip bile bizlere Finn olarak sunulmuştu!

Not 1: Fotoğraflar kitabın ve filmin griliğine atıfta bulunularak siyah beyaz yüklenmiştir.

Herkes ayrı telden...

Not 2: Mine Oda Yayınları'nı tercih ederken, Merve & Burcu kitabı Can Yayınları'ndan okumuş. İngilizce versiyonunu ben  arkadaşlarıma hava atmak için Londra'dan almıştım, ancak Dickens'ın harika dili yüzünden bitiremeyip rezil oldum. (Londra'da ayrıca bir Dickens Müzesi bulunduğunu söyleyip, edebiyat turizmine katkı da yapmış olalım!) Ve Gözde Kindle'dan sonra şimdi de iphone ile teknoloji bağımlılığını sürdürüyor... Özlem ne okudu bilmiyoruz, zira şehir hatlarının çalışmaması sebebiyle Anadolu yakasında mahsur kalıp toplantıya katılamadı...

Not 3: 1998 yılındaki uyarlamayı eleştirdik ama onun da müzikleri harikaydı diyerek güzel bir hatırlatma yapalım:





Bir dahaki buluşma metnimiz Nabokov'dan Lolita... O zamana kadar tekil incelemelerimizle esenkalın sevgili okurlar!