30 Kasım, 2013


Latife Tekin’le ilk “karşılaşmam” Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Dili dersinde olmuştu. Dönem boyunca okumamız gereken- sınavda hakkında soru sorulacak-dört kitaptan biri de yazarın kült yapıtı olan Sevgili Arsız Ölüm’dü. Masalımsı, şiirimsi bir göç ve yoksulluk hikâyesi olan bu kitaba o yıllarda sınıfça haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Malum, hiçbir okuma ve yazma deneyimi, mecburiyetle, son teslim ya da sınav tarihleriyle el ele yürüyemiyor. O yüzden, bugün aklımda Sevgili Arsız Ölüm’den geriye kalan 3 “şey” var. Dirmit, Atiye ve “genç kızlara iyi gelmezmiş.” Şu an sadece bu kitabı okumuş kişilere hitap edebilecek sonuncu deyiş, o dönem ağzımıza o kadar yapışmıştı ki, Beğenmeyen Okumasın’ın bir diğer yazarı Burcu A. ile aradan geçen 8-9 seneye rağmen birbirimize hala “gece geç saatlerde dışarda dolaşmak genç kızlara iyi gelmezmiş,” “fazla gülmek genç kızlara iyi gelmezmiş” diye mesajlar atıp güler, kitabı da anarız. Lafı fazla uzatmadan, Sevgili Arsız Ölüm’ü daha rahat bir zaman diliminde okuyup, hak ettiği değeri vermek istediğimi belirtmek istiyorum.  

Berci Kristin Çöp Masalları, İletişim Yayınları

Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’den sonra yayınlanan ikinci eseri. Anlatım tarzı olarak ilk kitabın peşinden koşan, şiirsel bir dille yazılmış bu kitap, isminin hakkını veren bir yoksulluk masalı. Sosyal bilimci gözüyle baktığınızda ise genel olarak bir sosyoloji masalı. 1950’lerden sonra artan göçle Türkiye’nin önemli bir gerçeği haline gelen gecekondulaşma ve gecekondu olgusu bu kitabın ana eksenini oluşturuyor. Eser, adı sonradan Çiçektepe olacak bir mahalleye kurulan ilk gecekonduların hikâyesi ile başlıyor. Tenekeden, çöpten, kartondan kurulan bu gecekonduların, yıkım ekipleri tarafından defalarca yerle bir edilmesi, halkın yılmadan yorulmadan yenilerini dikmesi, yıkım ekiplerinin sonunda gitmesi ve bölgenin bir gecekondu mahallesine dönüşmesi Tekin’in masalsı diliyle anlatılıyor. Kitabın üzerinde özellikle durduğu tek bir kahraman, ya da aile yok, yazar birçok gecekondu hikâyesini, mahallenin farklı karakterleri üzerinden anlatmayı yeğliyor.

Olay örgüsünün tamamı burada anlatılamayacağına göre, kitaptan bana geriye ne kaldığını yazmak daha doğru olacak. İlk olarak ve tabii ki yoksulluk… Çocukların çöp toplaması, çöpten çıkan kolu bacağı kopmuş bebeklerle oynamaları, damı rüzgârdan uçan evlerin içine kar yağması, konduları su basması… Türkiye’den ve büyük şehirlerden bilindik manzaralar belki ama okudukça insanın içine daha bir başka işliyor. Bu noktada, Tekin’in bu yoksulluğu resmetme biçimini, oldukça başarılı bulduğumun altını çizmek istiyorum. Ek olarak, yoksulluğun kaderi olmuş cehalet, hastalık, batıl inanç da kitabın içinde bolca mevcut. Fabrikalardan akan suyun halkı hasta etmesi, hastalanan insanların, yakınlarda zaten olmayan doktor yerine, kendisini okuyup üfleyen, “kocakarı” reçeteleri sunan insanlara başvurması, suyun, elektriğin, okulun çok sonradan mahalleye gelmesi bir taraftan çok masalsı diğer taraftan çok gerçekçi resmedilmiş. Fabrika yaşantısı, grev, direniş, halkın kafasındaki Çingene ve Alevi imgeleri, ayrımcılık, kadın-erkek ilişkileri de yine aynı eksenin farklı konularını oluşturuyor Berci Kristin Çöp Masalları’nda.

Sonuç olarak, bir sosyoloji masalı olarak nitelediğim bu kitabı tavsiye ediyorum. Kitap sadece edebi bir eser olarak okunabileceği gibi; göç, yoksulluk, gecekondulaşma çalışan arkadaşlarımın ve akademisyenlerin de mesela Tansı Şenyapılı’yı, mesela Meral Özbek’i okurken, onları özümsemek için bakacağı yardımcı bir eser olarak da görülebilir aynı zamanda. O denli güçlü gözlem gücüne sahip diye düşünüyorum. 

Bir gün Sevgili Arsız Ölüm eleştirisi ile de karşınıza çıkmak ümidiyle…



24 Kasım, 2013


“Kaybetmeye alıştıkça daha çok özgürleşiyor insan”
Sevgili okur,

Yeni bir Ahmet Ümit yazısı ile karşınızdayım. Önceki yazımı (bknz:Patasana) okuyanlar için tekrar olacak belki ama yinelemek isterim ki Ahmet Ümit keşfettiğimden beri en sevdiğim yazarlardan biridir ve sıkı bir şekilde takip ederim. Son kitabı için de bu geleneği bozmadım ve kitabını çıkar çıkmaz aldım. Aslında aklımda başka sevdiğim bir yazar ve kitabı hakkında yazmak vardı ama bu önceliği hak ediyor diye düşünüyorum.
“Beyoğlu’nun en güzel abisi” adından da anlaşılacağı üzere bir Beyoğlu romanı. Ahmet Ümit’in genel tarzıyla uyumlu olarak polisiye kurgu dışında da farklı hikayeleri, farklı karakterleri ve tabi ki tarihi barındıran bir roman. Ahmet Ümit takipçilerinin bildiği gibi ana karakter Nevzat komiser ve yardımcıları Ali ve Zeynep gene iş başındalar. Sevenlerine müjdelemek isterim ki Ali ile Zeynep arasındaki duygusal bağlılık, bu kitapla resmileşiyor. Ana karakterimiz Nevzat ancak yazar Ahmet Ümit de romanın içinde gene yazar kimliğiyle. Bu sefer çok daha fazla yer almış kitap içinde.

Gezi ve buna yol açan açan inşaat rantı, romandaki iki önemli eksen. Tarlabaşı’nı yaşanılır kılmak için uğraşanlar, kültür merkezi ile buradaki gençleri topluma kazandırmaya çalışanlar ile Tarlabaşı’nda büyük vurgun yapmaya çalışanlar arasında dönüyor ana çatışma. Bu anlamda –her ne kadar biraz fazla erken ve aceleye getirilmiş olduğu düşünsem de- Gezi hakkında Ahmet Ümit gibi hem geniş bir okuyucu kitlesine sahip hem de barışçıl bir insan tarafından bir şeyler anlatılması güzel. Ne yazık ki medyamızın konuyu gazetecilik etiğine aykırı olarak aktarması sebebiyle eksik ya da yanlış bilgiye sahip okuyucuların çok fazla olduğu malum. İnşaat rantı konusunda da canım Süleymaniye Camii’nin görüntüsünü ve güzelim İstanbul silüetini jilet gibi kesen o korkunç metro köprüsünden bahsedilmesini kişisel olarak çok anlamlı buldum. İstanbul hayranı bir yazar için ana esin kaynağı olan yerlerin hunharca katledilmesi çok acı olsa gerek.
Kitaptaki bir diğer önemli eksen de azınlıklar ve hakları. Beyoğlu’nun zenginliğinin politik erk yüzünden halkın milliyetçiliğini körükleyerek kaybedilmiş olması, eski hikayeler ile oldukça güzel anlatılmış. Ancak Beyoğlu’nun geçmişine özlem duyulması ve yapılan nostalji, şu anki duruma uzak kalınmasına neden olmuş gibi geliyor. Fazla naif bir anlatım söz konusu. İnsanların kötülüğü biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Roman karakterlerinden söz etmekte ise tereddüt ediyorum açıkcası. Çok fazla ana karakter var aslında, hepsinin hikayesi de incelikle işlenmiş. Birisinden bahsedip diğerini atlasam sanki gerçek insanlarmış gibi haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Kültür merkezi kurucusu Nazlı’yı takdir ettiğimi ve keşke böyle insanların çoğalmasını istediğimi söyleyeyim ve bu konuyu kapatayım en iyisi.
Kitaba bir de Ahmet Ümit’in portföyü açısından bakmak gerekirse, yazarın artık eskisi gibi şaşırtmayan kurgularıyla daha geniş ama normalde kitap okumayan kitleleri hedeflemiş gibi gözüktüğünü söyleyebilirim. Çok satanlar listesine giren kitapların yazarı olmak bu açıdan zor sanırım. Çıtayı hep daha yukarıya koymak ve bu çıtanın devamlı satış adediyle ölçülmesi. Ne yazık ki Patasana’da ya da ilk dönem kitaplarında yakaladığım tadı yakalayamadım, bu da belki benim polisiye kurgu beklentimin çok yüksek olmasından kaynaklanıyordur. Ahmet Ümit özellikle karakter ve atmosfer yaratımında, yeni hikayelerde iyice uzmanlaşırken polisiyeden bir uzaklaşıyor gibi geliyor. Bir de –ben konduramadığım için okurken atladığım- ancak bir arkadaşımın uyarısıyla fark ettiğim ciddi bir hata da beni bu anlamda üzdü açıkcası. Zeynep’in aile evinde masada konuşulanlar ile sonra ifade edilen şeylerin birbirini tutmaması, atlanmaması gereken bir hata diye düşünüyorum. Sanırım kitabı basım öncesi okuyanlar benim gibi bunu atlamışlar.
Aslında kitap, genel resme baktığımda okumaktan zevk aldığım ve tavsiye edeceğim bir roman. Detaylarda takılmam, dediğim gibi beklentimden. Yazarın bu dönemlerde devamlı kafamdan geçirdiğim şeyleri bu kadar güzel dile getirmesi, kitabı beğenmemdeki neden sanırım. Zorla evlendirilen insanlar, zorla evinden edilen insanlar. Hepsini bir karakterin ağzından çok güzel bir cümleyle özetlemiş aslında “Bu ülkede canlı cansız her şey satılık…Bu ülkenin sorunu ahlaksızlık, şeref yoksunluğu, onur kaybı…”. Şiddete bakış açısı da basit ama anlamlı “Şiddeti kullanarak ideal bir toplum yaratamazsın. Çünkü kullandığın yöntem, kendine benzetir seni.”

17 Kasım, 2013


Bir bitişi anlamanın en iyi yolu başlangıca bakmaktadır...Hallaç, 5 ay önce aramızdan ayrılan Leyla Erbil'in ilk öykü kitabı olarak bize yazarın edebi hayatı ile ilgili bir başlangıç sunmakta.

Yazar bu kitabı ile aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair konular üzerinden burjuva yaşamındaki ikiyüzlülüğe ve yapaylığa eleştirel bir bakış açısı sunar. Kendine has düzenlediği söz dizilimleri ve noktalama işaretlerini yeniden yarattığı (üç virgül, virgüllü soru işareti gibi ) ya da hiç kullanmadığı biçimsel bir çatı içinde öykülerini işler. 

Biçimsel zorluklara karşı ilgim de olduğu için ilk başta öykülerin içeriğinden ziyade yazarın üslubu ve biçimsel unsurlarının etkisi altında kaldığımı itiraf etmeliyim. Beni istediği yöne çekti tabi buna izin vermiş de olabilirim! Bu biçimsel salınımın etkisi ile geçen ilk bölümün ardından Sait Faik Abasıyanık'ın anısına diye başlayan ikinci bölümde artık direnç göstererek daha fazla savrulmadan devam ettim. Bu arada yazarın eserlerinde Freud' dan etkilendiğini ve 'Psikaniliz yöntemlerden' yararlandığını belirtelim. Bu da yazarın tarzını farklılaştıran önemli unsurlardan biri.
Yazar başta burjuva yaşamındaki yapaylığı öykülerinde yansıtırken okuyucuya bunu dışarıdan gözlemlediği hissini veriyor. Ama ardından alaturkaya, gelenekselliğe karşı kurduğu eleştiri ile bir anda karakterle kendinizi yan yana bulabiliyorsunuz. 'İncik Boncuk' öyküsü bunun en güzel örneklerden biri. Öyküde tren yolculuğunda aynı kopartmanda oturan iki kadının sohbeti üzerinden kadın, aile ve cinsellik konularında alaturkaya karşı bir eleştiri yapılıyor.

Kitabın ilk basım tarihi 1960 ve öyküler bu yıllarda geçiyor. Ancak günümüzde hali hazırda devam eden aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair toplumsal çelişkileri ele aldığı için öyküler bizi aslında pek yabancısı olmadığımız bir dünyaya sokuyor.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın aday olan Erbil'in ifadesiyle Hallaç, “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatır. Son olarak, eğer üç virgüllere kapılıp gitmezseniz kitap karakterler gibi okuyucunun da 'seçmeye gitmeyen insan' olduğunu yüzüne vuruveriyor. Uyaralım...







15 Kasım, 2013


Sıradan Bir İnsanın Hazin Öyküsü: Palto

      "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" Dostoyevski

Gogol, Rus Edebiyatı'nın akla ilk gelen isimlerinden biri. 1809 doğumlu yazar, 1852'de -Ölü Canlar'ın ikinci cildini yaktıktan sonra- kendini odasına kapatıp, yemek yemeği redderek 4 Mart'ta hayata gözlerini yumdu.

Benim bu yazıda üstüne konuşmak istediğim öykü Palto, daha doğrusu üstüne konuşmak istediğim için bu yazıyı yazıyorum. Palto 1842 yılında yayımlanıyor ve yayımlandığı dönemde çok fazla eleştiri alıyor. Aldığı bu eleştirilerin çoğu dönemin Rusya'sının (Çar I. Nikola dönemidir, sansür ve baskının en yoğun hissedildiği dönemlerden biri denebilir) bir sonucudur. Çünkü bu uzun öyküde Gogol; sıradan insanı, sıradan insanın geçim sıkıntısını, bürokrasi ile olan ilişkisini ve yalnızlığını anlatır. Dili iğneleyici, yalın  ve sarsıcıdır.

Palto'yu okurken daha önce okuduğum pek çok kahraman -alakalı alakasız- geçti aklımdan. Sanki Akayiy Akakiyeviç'te hepsinden bir parça vardı (ya da hepsi Akayiy Akakiyeviç'ten bir parça almışlardı) Her günü aynı bir adam, fotokopi günler yaşıyor. Tüm günlerini alıp toplasanız sadece tek bir gün edebilecek kadar aynı. Ve bu adam yaşamaya devam ediyor. Sisifos'un hikayesi geldi aklıma. Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya zirveden aşağı yuvarlanmakta ve Sisifos aynı süreci tekrar yaşamak zorunda kalmaktadır. Bu öyküyü ilk dinledimde "neden kendini öldürmüyor?" diye düşünmüştüm. Çünkü yaşamı bir kayayı zirveye çıkarmak, yuvarlanmasını izlemek ve aynı şeyi tekrarlamak olan bir insan nasıl intihar etmez ki? Aynılığın içinde, sıradanlıktan ve anlamsızlıktan boğulurken neden kendini bu döngüden azat etmek istemez. Sonra kendime baktım. Ne farkım vardı Sisifos'tan ya da Kafka'nın ölümsüz eseri Dönüşüm'deki Gregor Samsa'dan, Akayiy Akakiyeviç'ten ya da Patrick Süskind'in Güvercin adlı kitabındaki Jonathan Noel'den ne farkım vardı? Aynı 'saçma' içinde yaşıyordum. Gregor, Akayiy ve Jonathan'dan tek farkım henüz benim hayatımı allak bullak edecek o rutinden kopuşu yaşamamış olmam. rutinden kopuşla gelen denge kaybı, tekinsizlik, güvensizlik... Akayiy o kopuşu yeni paltosu ile yaşadı. Günlük rutini değişti, başına tahmin edemeyeceği şeyler geldi. Gogol 1800'lerin ortalarında -bizim şu an muzdarip olduğumuz- rutini (saçmalığı) fark etmiş ve bize Palto'yu bırakmış.

Kısaca öküyü özetlemek gerekirse; kahramanımız 9. dereceden memur Akayiy Akakiyeviç -gerçi kahraman demek ne kadar doğru bilemiyorum- çok eskiyen ve artık kendisini soğuktan korumayan paltosunu elden geçirmesi ve yama yapması için terziye götürür. Terzi paltonun artık dikiş tutmaz bir halde olduğunu ve elden geçirilemeyeceğini, yenisini diktirmesi gerektiğini söyler. Yeni bir palto diktirmek için yeterli parası olmayan Akayiy Akakiyeviç dişinden tırnağından arttırıp para biriktirmeye başlar. Bir süre sonrasında paltoya yetecek parayı biriktirip, diktirebilmiştir. Çalıştığı kurumda normalde pek sevilmeyen, devamlı dalga unsuru olan Akayiy Akakiyeviç paltosunu yeniledikten sonra daha fark edilir ve saygı duyulur biri hale gelir. Hatta öyle ki, paltosu için bir gece bile düzenlenir. Ancak gecelerini evde yazı temize geçmekle geçiren Akayiy için bu davet çok da iç açıcı değildir, bir süre orada bulunduktan sonra kendisine göre geç sayılan bir saatte evine dönmek için davetten ayrılır. Eve giderken çok sevdiği paltosu hırsızlar tarafından çalınır. Sonrasında paltosunu bulması için önce polise sonra da 'mühim adam'a başvurur. Ancak 'mühim adam' onu karşısından kovar ve fena şekilde azarlar. Bu olaydan bir kaç gün sonra da Akayiy Akakiyeviç hayata gözlerini kapar. Ama öykü burada bitmez, Akayiy Akakiyeviç bir hayalet olarak ve insanların sırtlarından paltolarını almaya başlar  'mühim adam'ın paltosunu alınca huzura kavuşur ve bir daha görünmez.


Yaptığım minik bir araştırma doğrultusunda Gogol'un,  Palto'yu yazarken gerçek bir öyküden yola çıktığı yönünde bazı rivayetlere rastladım. Şöyle ki, Gogol arkadaşlarıyla katıldığı bir sohbet sırasında ava meraklı bir adamın hikayesini öğrenir. Adam küçük bir memurdur ve ava çıkmaya çok meraklıdır, yıllar içinde para biriktirerek bir tüfek alır. Yeni tüfeği ile ilk çıktığı avda sandala biner ve bir şekilde tüfek suya düşüp kaybolur. Bu olayın ardından memur yataklara düşüp hasta olur. Arkadaşlarının kendi aralarında para toplayıp ona tekrar bir tüfek almalarıyla adam iyileşir.
Bu hikaye Gogol'u çok etkiler ve 1842 yılında - yani hikayeyi duyduktan sekiz sene sonra- Palto'yu yayımlar. Palto'nun yayınlanmasının ardından -yukarıda da değindiğim gibi- pek çok tepkiyle karşılaşır. Dönemin Rusya'sının soylu kesimi için bu öykü kabul edilemezdir çünkü Rus insanını çok kötü göstermektedir. Oysa ki, Gogol'un amacı 'sıradan insan'ın hayatına bir pencere açmak ve onun yaşadığı zorlukları gözler önüne sermektir. Akayiy Akakiyeviç sıradan bir memurdur, hayatı çok zordur, kazandığı para sadece hayatta kalmasına yaramaktadır, arkadaşı, sevgilisi ya da eşi yoktur, yalnızdır. Akayiy Akakiyeviç ile edebiyata sıradan insan girmiş bulunmaktadır. Bu sadece Rus edebiyatı için değil tüm dünya edebiyatı için yeni bir kapı ve yeni bir boyuttur. Dostoyevski "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" derken işte bu öncülüğe dikkat çekmektedir.

Biraz serzeniş, bir miktar yazı terapisi, bir parça edebiyat derken yine uzun bir yazı yazdım. Umarım sıkmamışımdır. Ezcümle okuyunuz efendim, sevecek ya da nefret edeceksiniz. Bence ortası yok çünkü bu eser için. Esen kalın.
Not: Benim okuduğum Kolektif Kitap'tan çıkan bir baskısıydı. Dil ve anlatım olarak çeviri de gayet başarılıydı bence (çev: Elif Ersavcı). Yalnız en güzel tarafı Noemi Villamuza'nın kaleminden çıkan resimleriydi. Normalde resimli kitapları çok tercih etmem (Küçük Prens hariç) ama bu resimleme güzel ve çok içindeydi eserin. Eklemeden geçmek istemedim.









12 Kasım, 2013

"memnuniyetim artar belki

 devam edersem ama şimdi

 umudum yok ve yorgunum"


"Ekmek Arası" ile başlayan Charles Bukowski yolculuğuma, "Kahramanın Yokluğu" ile devam etmek istedim. Alkım'da elim yine Bukowski kitaplarına gittiğinde, arka kapak yazısından en çok etkilendiğim bu olduğu için tercih ettim kitabı. Oldukça iddialı, direkt ve aslında 'gerçek'ti arka kapakta okuduklarım.
"İzahı güç."
"Kahramanın Yokluğu" Bukowski'nin  ölümünden sonra kitaplaştırılmış deneme ve hikayelerinden oluşuyor. Aşka, tutkuya, şiire, edebiyata ve tabii ki alkole bol miktarda yer var bu kitapta. 
Bu deneme ve hikayelerde, Bukowski şiiri ve yazıyı 'dolaptan tıraş bıçağını aldığımızda onu gırtlağımıza saplamaktansa onunla dikkatlice sakalımızı kesmemizi sağlayan', aklımızı kaçırmamızı engelleyecek tek şey olarak görüyor ve ancak bu duruma geldiysek yazarlığı bize tavsiye ediyor.
Kira, yemek, iş gibi hiçbir derdi olmayan aptal ördekler gibi olmak istiyor bazen, çünkü çok yorgun; "Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum." diyebilecek kadar yorgun. Bu noktada belki alakasız olacak ama, yorgun olsam da olmasam içimde hep var olan kedi olma isteği güçlü bir şekilde yeniden beliriyor. Ev kedisi ya da sokak kedisi fark etmiyor; seni seven ve besleyen birileri elbet çıkıyor ve onlar sana sadece senin istediğin kadar yaklaşabiliyorlar. İşte bu yüzden sıklıkla kedi olmak isterim ben. Neyse, konumuz şu anda bu değil. 
Hiçbir şey istememe mertebesine geldiğim zamanlara denk geldiğinde Bukowski benim için bir yandan tehlikeli bir yandan da ilham verici olabiliyor. Garip bir ortak çizgide yürüdüğümü hissediyorum onunla birlikte "yüreğim kendi midesini kusuyor". Okurken ben de onun gibi intiharın "düşünen insanın başvurduğu bir yöntem" olduğuna karar veriyorum. Aşk pek çok olabilse de intihar tek oluyor ve bu yüzden Bukowksi intiharı daha asil buluyor. Haklı bence. Ama cesaret istiyor. Hiç doğmamış olmak daha kolay ve tercih edilebilir sanki.  
Çok karanlık gibi gözükse de aslında bir yandan da eğlenceli yazılar yer alıyor "Kahramanın Yokluğu"nda. Ama yine de bence Bukowski'ye yeni başlayacaklar için  ilk üçte değil de sonlarda okunması daha uygun olacaktır.
Kitaba adını veren "Kahramanın Yokluğu"ndan bir kısımla sonlandırmak istiyorum bu kısa sayılabilecek yazımı:
"Hüzün. Hüzün o kadar büyük ki, başka bir şeye dönüşür - bir bardağa örneğin. Hüzün bir şeydir, delilik başka bir şey. Bu yüzden odana gider, kıçındaki boku siler ve delirmeye karar verirsin."

Beni tanıyanlara not: Korkmayın, iyiyim. En azından idare edebiliyorum. :)

10 Kasım, 2013







Bugün, varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olarak anılıyor Albert Camus. O ise aslında kendisini hiçbir zaman bu şekilde tanımlamıyor. “Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.” diyor. Halbuki büyük sosyal bunalımların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında etkisini daha fazla hissettiren bu ontolojik arayıştan hem çok etkilenmiş hem de onu derinden etkilemiş oluyor. Hepimizin bildiği gibi en çok da Yabancı ve Veba’da ortaya koyduğu kendine has “saçma” fikriyle bu varoluşçu felsefeye açık bir şekilde damgasını vuruyor.      
Camus’nun felsefesine karşı duyulan büyük merak ve hayranlığın birincil sebebi bu “saçma” fikri olsa gerek. “Saçma”yı “insan da, yaşam da saçmadır; boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir” diyerek açıklıyor bir keresinde.
Aslında hem felsefesine hem de edebi diline egemen olan ikiliklerle doğrudan bağlantılı bu “saçma”. Mesela sanki bir yanında hep yaşamak bir yanında da hep ölmek varmış gibi yazıyor Camus. İkilemlerin içerisinden bakarak, kitaplarının satır aralarında felsefesinin detaylarını anlatmayı tercih ediyor hep. Tıpkı 1957 senesinde Nobel Edebiyat ödülünü kazanmadan birkaç ay önce tamamladığı Sürgün ve Krallık’da yaptığı gibi.  
Camus’nun hayatı boyunca yazdığı tek hikaye kitabı Sürgün ve Krallık. Kitap, altı hikayeden oluşuyor ve Camus, her bir hikayesinin başlangıcında uzun ve detaylı tasvirlere yer veriyor. Fakat sadece kahramanlarının psikolojik ve fiziksel tasvirlerini değil, olayların geçtiği mekanların resmini de o kadar güzel çiziyor ki okuyanın hikayenin bir parçası olmaması işten bile değil.
Camus, bu kitabında da karakterlerinin başına gelen olaylar üzerinden hayatı anlamanın zorluğunu ya da bu durumun kendine göre “saçmalığını” gösteriyor. Birbirinden farklı ve iyi düşünülmüş kurgu örüntüleriyle yazıyor hikayelerini. Konuları ve kahramanları ise anlatım tarzına göre daha yalın duruyor. Nihayetinde Camus daha çok anlatmak istediğine odaklanmış bir şekilde yazıyor çünkü.
Bu kitabındaki hikayelerin ana kahramanları genellikle ya Fransa’da yaşayan Cezayir doğumlu bir erkek ya da Cezayir’de yaşayan bir Avrupalıdır. Bir tanesinde Güney Cezayir’e, kocasının işi sebebiyle giden bir ev kadınının yaşadığı iç münakaşaları konu alıyor. Bir diğerinde Paris’teki bir ressamın başarıdan depresyona doğru giden hayatını, arka planında yalnızlık ve dayanışma duygularıyla birleştirerek aktarıyor.   
Camus, varoluşa dair birçok duygunun anlamını arar gibi yazar bu kitabında. Ama daha çok yazdığı her bir hikayede kahramanlarının yaşadığı yalnızlığın (solitude) ve onun tam karşısında tanımladığı dayanışmanın (solidarité) kendine göre “sorunlu” ilişkisini göstermek istemiştir. 
Bir de, hikayelerinde Cezayir, egzotizm ve Arap karakterler de sessizlik üzerinden temsil edililiyor. Fakat bu durum esas olarak Camus’nun 1950’li yıllarda fikirsel alanda yaşadığı ikilemlerin herhalde en belirgin yansıması olarak görülmeli. (Cezayir’in bağımsızlık için mücadele ettiği bu dönemde Camus, Fransız hükümetini savunmuş, Cezayir’in tam bağımsızlığını desteklemekten kaçınmıştır.)      
Camus’u okumak ve anlamak, diğer eserlerinde de olduğu gibi, bu kitabında da o kadar da kolay bir iş değil. Camus öylesine okunmaz, okunmak istemez. Her kitabını yavaş yavaş, düşünerek ya da belki de bir değil birkaç kereliğine okunması için yazar. Bu yüzden değil midir ki yüzüncü yaş gününü kutladığımız bugünlerde Camus, hala çok büyük bir zevkle ve ilgiyle okunmaktadır.


08 Kasım, 2013

Kitabın ve kitapçının dostu Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu günlerde 32'ncisi gerçekleşen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nı ziyaret etmese olmazdı... E madem ki gittik, hakkında yazı yazmasak da olmazdı! İşte fuardan notlar:

1- Kitap fuarı eskiden Tepebaşı gibi merkezi bir yerde yapılırdı. O günleri özlüyoruz. (Ki içimizden bazıları, sırf bu yüzden fuarı senelerdir boykot ediyordu, onu da belirtmiş olalım). Ancak tüm İstanbul'un üzerine bir güneş gibi doğan Metrobüs'ün güzergahı Beylikdüzü'ne kadar uzadığından fuar alanına ulaşım artık nispeten daha kolay. Araba ile gelenler içinse civarda ücretli otoparklar mevcut. Biz daha otantik olsun diye şantiye görünümlü olanı seçtik... 

Otopark 


2-Fuara giriş 7 TL. Öğrenci, öğretmen ve öğretim görevlilerine ise ücretsiz. 

3- Fuar-en azından gittiğimiz gün-oldukça hareketliydi. Kitap satın alan, hatta "alınacak kitaplar" listesi yapan kişilerin arttığını görmek umut verici. Yayınevleri etiket fiyatı üzerinden %25-30 indirim yapıyor. Yine de diyoruz ki, keşke vergiler daha düşük olsa da kitaplar daha ucuza satılsa! 

32. İstanbul Kitap Fuarı 



4-Çin bu senenin onur konuğu. Çin Pavyonu biraz daha tenha ancak biz uğramanızı tavsiye ediyoruz.

Çin Pavyonu

5- Fuar alanının çeşitli yerlerinde farklı temalarda fotoğraf sergileri mevcut. En dikkat çekenlerinden biri de, İşgal altındaki Türkiye/İstanbul fotoğrafları. İstanbul'un o dönemde nasıl bir yer olduğunu görmek isterseniz uğrayın diyoruz. Bir örnekle açıklayalım: 

Arkadaki yapı Taksim Topçu Kışlası imiş...

Kısacası gidin gezin, kitap almayı da unutmayın sevgili okurlar... Son gün 10 Kasım 2013-yani son iki gün-hatırlatmış olalım!




01 Kasım, 2013




Tarık Dursun K.’yı bu kitapla keşfettim ve Türkçeyi ne kadar özlediğimi bir defa daha anladım. Kitabında sizi kolaylıkla mahkemedeki gözlemcilerden birisi yapıyor, davayı anlatıyor, 14 kişi tarafından tecavüze uğrayan M.Ç.’nin ağzından dinliyorsunuz hikâyeyi... Ve kızın içinden geçirip söyleyemediklerini de görüyorsunuz. İnsanların nasıl insanlıktan çıkarak bir kadına “mal” muamelesi yapabildiğini; taşrada, küçük kasabalarda özellikle de güzelliği ile tanınan kızların isimlerinin ağızdan ağıza dolaştığını; bilhassa güçsüz ve korunmasız ailelerden geliyorlarsa böyle bir duruma maruz kalmalarının hiç de kaçınılmaz olmayacağını anlatıyor size Tarık Dursun K. Yüreğiniz kalkmıyor mu? Elbette kalkıyor. (Anneannem “yüreğim oynadı” der.) Panik oluyorsunuz, utanıyorsunuz, iğreniyorsunuz. Doktor muayenesi bile anlatılıyor-ki doktor muayenesi öncesinde bir açıklama bile yapılmıyor Menekşe’ye. Tüm suçlular suçunu inkâr ediyor. Menekşe’nin babasının ise boynu bükük, kızını kaçırmışlar çadırdan, gül gibi kızını kül gibi bırakmışlar. Bindirmişler bir otobüse en sonunda Adapazarı’na tek başına yollamışlar, kız otobüsten inmek isteyince muavin de mani olunca ordaki bir subay durumu fark ediyor, Menekşe karakola gönderiliyor, sonra adını öğrenmeye çalışıyorlar. O sırada birisinin evinde kalıyor, o polis memurunun iki kızı var, sıcak rahat evlerinde çalışıyorlar, cebir öğreniyorlar. Menekşe 18 yaşında ama cebir nedir bilmiyor. Cebren neler yapılır bildiği kadar. 


Kitapta içime işleyen başka bir hikâye de savcının hikâyesi. Fahri Ergün, insan gibi bir insan, düğümü çözüyor. Ne yapıp edip bazı adamlar Menekşe’nin avukatını safdışı bırakıyor ama yürekli ve insaflı savcı Fahri Ergün olayı her yönünden inceleyerek, o 14 kişiyi suçlu buluyor. Kitabın sonunda bir oh çekiyorsunuz derken Tarık Dursun K, dur bakalım diyor, daha çekilecek çileler bitmedi. Aslında ne yalan söyleyeyim, verilen 7 senelik ceza nedir ki o kızın yaşadıkları yanında, ama o da olmasa diyor insan... Benim kafamda kalan soru hep bu: Bu adamlar kanundan mı korkuyor, devletten mi çekiniyor? Hapisten mi korkuyor? İnkâr ediyorlar. Bir insanı onulmaz bir biçimde incitmekten korkanı var mı ki aralarında?
Fahri Ergün’ün eşi tiyatrocu ve sinemacı, alay eder gibi güçlü adamlar onunla, eşinin çıplak afişlerini meydanlara asıyorlar. Ergün kimsenin yüzüne bakamaz oluyor... Eh küçük yer. Kadın üzerinden erkekler birbirlerinin güç ilişkilerini zedeliyor veya kuruyorlar. Aynı zamanda yine 70’lerde Ecevit’i savunanlara komünist deniyor. Çünkü Ecevit demiş bir kere “toprak işleyenin, su kullananın.” AP’yi destekleyenler ise kızıyorlar kimse yeterince Atatürkçü değil diye, komünizmin başı ezilmedi diye...
Güç ve insan ilişkilerini açık bir dille, çaresizliği dramatikleştirmeden ve acımasızlığı insanı kitaptan uzaklaştıracak kadar katmerlemeden, geri dönüşler, iç sesler, sade ve gerçekçi bir uslüp ile anlatmış Tarık Dursun K. Kendisinin bir sürü kitabı ve ödülü var: 1987 “Ömrüm, Ömrüm...” ile Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü; “Ağaçlar gibi Ayakta” ile 1991 Yunus Nadi Yayımlanmış Roman Armağanı, “Hepsi Hikaye” ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazanmış... Bunlar sadece birkaç tanesi.  



Kitap şöyle başlıyor:
Kara kışta ekin eken
Yaz ayında zulüm biçer
Alçaktan uçan güvercin
Şahan pençesine düşer...

Benim gibi “pencere önü çiçekleri” de hayatla hayali karıştırıp bunları en güzel biçimde sunan edebiyat üzerine ahkâm keser böyle işte...