28 Nisan, 2013


“Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler?”

Hikaye trafikte tek başına araba kullanmakta olan bir adamın aniden kör oluşuyla başlar. Kendisine yardım etme bahanesiyle arabasıyla kendisini eve bırakan ancak niyetinin arabayı çalmak olduğu ortaya çıkan adam da körlük bulaşıcı bir hastalık gibi aniden kör olur. Bir sonraki  de ilk kör olan adamı muayene eden doktor olacaktır. Artık sadece beyaz bir sistir gördükleri. Bu olaylar körlüğün bir veba gibi bulaşıcı hale gelmesiyle ve dalga dalga yayılmasıyla devam eder.
Asıl olaylar ise hükümetin bu bulaşıcı körlüğe bulduğu çözümle başlar. Bütün körler eski bir akıl hapishanesine hapsedilir, dışarı çıkmak yasaktır. Bu yasağa uymayanlar ölümle cezalandırılacaktır. İçeridekiler ihtiyaçlar hükümetin yolladığı malzemeler ile karşılanır, düzen de mikrofondan yapılan anonslar ile sağlanmaya çalışılır.
En başta her şey daha kontrol altında gibi gözükür. İlk içeri giren ekip tarafından doktor lider olarak seçilmiştir ve onun kontrolü ile içerideki düzen sağlanmaktadır. Bu insanlar arasında orada bulunma nedeni farklı olan biri vardır; doktorun eşi. Kendisinin de kör olacağını düşünerek hastaneye girdiklerinde halen görme yeteneği kaybetmemiştir ama eşinin yanında olmak istediği için kör taklidi yapacaktır.
Hastanedeki insanların sayısının artmasıyla problemler ve sınırlı kaynağın paylaşımına dair kavgalar baş göstermeye başlar. Çeteler düzen üstündeki hakimiyetlerini arttırırlar ve anarşi baş gösterir. Cinayetler, tecavüzler kendini güçsüz görenlerin daha da sessizleşmesine neden olur. Ancak bu sessizleşme onların olaylardan korunmasını sağlamayacaktır. Güçlüler ayakta kalmaya devam etmek için baskıları arttırırlar ve hayatını sürdürebilenler de onlar olur. Bu noktada belki de en şanssız insan doktorun eşidir. Bütün vahşete ve şiddete şahittir, diğerlerinin körlük hali onları bu acımasızlığı görmekten korur. Ancak bu görme durumu belki de bir şans olarak değerlendirilebilir. Çünkü doktorun eşi çetenin liderini öldürerek gidişatta bir sarsıntıya yol açacaktır.
Bu kaos sonucunda koğuşlar çıkartılan yangın ile hastanedekiler dışarı çıkmak durumunda kalırlar. Dışarı çıkıldığında ise beklenmedik bir tablo ile karşılaşırlar. Şehir berbat bir haldedir. Cesetler, onları yiyen köpekler, çöplerde yiyecek arayan insanlar. Doktorun eşi bunları gören tek insan olarak kör olmayı diler. Şehirdeki  kaostan uzaklaşmak için yanına aldığı birkaç kör insan ile evine dönen doktorun eşi, eski düzeni kurmanın adımlarını atar. Zaman geçtikçe de insanlar görmeye başlarlar.
Nobel ödüllü yazar Jose Saragamo’nun orijinal adı “Ensaio sobre a cegueira (Essay on Blindness)” olan bu büyülü gerçeklik üslubuyla yazılmış romanında körlük metaforu ile –kulüp üyelerimiz arasında bu konuda bir kararsızlık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim- iktidar ve bunun karşısında körlük ile kendini sorumluluktan soyutlayan insanın eleştirisini yapıyor. Düzen adı altında görmek ve bakmak arasındaki farkın ve konfor alanının oluşması, hastaneye kapatılan insanlarda çok iyi gözlemleniyor. Doktorun eşinin kör olmaması ve bütün vahşeti görmesi, belki de hikayenin ana ekseni. “Görmek” yetisine sahip bu insan, düzen adı altındaki kaosa son veren ve değişimi yaratan insan olarak Platon’un mağarasından çıkmayı başaran insanı anımsatıyor. En başta görmesine rağmen sessiz kalan bu kadın, kendisi tek kişiyken bir fark yaratamayacağını düşünerek kör taklidi yapıyor aslında. Ancak görmekten kendini alamadığı olaylar, dayanma gücünü azaltıyor ve öldürme eylemini işleyecek noktaya götürüyor kadını. Roman körlük metaforunu gayet iyi işleyerek şu anki insanın felsefi ikilemini –görmek ve bakmak-gayet iyi anlatıyor. Ancak romanın sonu itibariyle eleştirmeden de geçemeyeceğim. Sanırım “birdenbire görmeye başlamak” durumu romanın büyülü gerçeklik üslubu ile açıklanmalı. İçinde bulunduğumuz bir dünyada böyle bir şey yaşamak ne yazık ki imkansız.

21 Nisan, 2013

http://www.hurriyetdailynews.com/the-perils-of-being-a-child-born-into-a-poor-family-blaming-little-jesus.aspx?pageID=449&nID=51136&NewsCatID=396


Herkesin hayatında kilit bir yazar, roman ve roman kahramanı vardır. Benim için de bu Jose Mauro de Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı romanı ve küçük kahramanım Zeze'ydi. Ortaokul hazırlık yıllarında okuduğum bu roman beni öylesine etkilemişti ki romanı bitirdikten hemen sonra Zeze'min hikayelerine devam etme isteği bende uyanmıştı ve bir çırpıda küçük kahramanımın diğer hikayeleri olan Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek'i okuyuvermiştim. Aslında Şeker Portakalı'nda beni etkileyen tek şey küçük kahramanım Zeze'ye duyduğum empati değildi. Brezilyalı yazar Vasconcelos'un anlatım dili de beni bir o kadar etkilemişti. Öyle ki bu romanları okuduktan hemen sonra yazarın diğer önemli romanları olan Yaban Muzu, Kayığım Rosinha, Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz gibi romanlarını da okuyuvermiştim. Arkadaşlarım bana Şeker Portakalı'nın yasaklı kitaplar arasında olduğunu söyleyince çok şaşırmış ve bir o kadar da üzülmüştüm. Öyle ya benim küçük Zeze'min kime ne gibi bir zararı olabilirdi? Anlamakta güçlük çekiyordum doğrusu. Ama bu haber içimde birden ortaokul yıllarımın küçük kahramanı Zeze'mi yeniden okuma isteği uyandırmıştı.

Yakın zamanlarda Şeker Portakalı'nı yeniden okuduktan sonra hikayenin akıcılığı, yazarın anlatım dilindeki şiirsellik, benzetmelerdeki başarı ve Zeze'nin çarpıcı hayat hikayesinin yanı sıra romandaki çok önemli bir alt metin de birden dikkatimi çekti. Bu belki de ortaokul yıllarımda okurken çok da dikkatimi çekmeyen birşeydi ama belki de farkında olmadan da benim ilgi alanlarımı etkilemişti. Öyle ki romanın çok önemli bir yapısal soruna belki de değme siyaset bilimi kitabı ya da makalesinden çok daha büyük bir başarıyla dikkat çektiğini farkettim: Fakir bir ailede çocuk olmak, fakirlik ve çocukluk ve bu yapısal sorunun çocuklar üzerinde yarattığı etkiler.... Zeze'nin roman boyunca sarfettiği bazı sözler o kadar etkileyiciydi ki bu sorunsalı bu kadar iyi ifade eden başka sözler olamaz diye düşünmüştüm: Tanrım? Hayat neden bazıları için bu kadar zor? Görüyorsun ya ailece herkes iyi. O zaman neden küçük İsa bize yakınlık göstermiyor... Başımı eğdim ve Totoca'nın dediği gibi yalnız zengin kişileri seven küçük İsa'yı düşündüm... Kötüsün küçük İsa! Ben ki bu kez benim için Tanrı olarak doğacağına inanıyordum, bana bunu yaptın demek! Neden beni de öbür çocukları sevdiğin gibi sevmiyorsun! Uslu durdum. Kavga etmedim, derslerime çalıştım, sövmedim. Neden bana bunu yaptın küçük İsa?... Roman boyunca bu ifadeleri artırmak mümkün. Evet belki de hiçbir şey tesadüf değildi. Belki de Sao Paulo'nun fakir mahallelerindeki yaşanan problemleri bu kadar iyi anlatan bir roman beni hem sosyal politika, fakirlik, ve eşitsizlik gibi konulara hem de Latin Amerika'ya ilgi duymaya itmişti. Sanırım bu eşsiz romanı yeniden okuduktan sonra söyleyebileceğim tek şey herkesin Zeze'min hayat hikayesini okuması gerekliliği... Bu romanda herkesin kendine dair birşeyler bulacağından eminim...

12 Nisan, 2013

"Görünen oydu ki sanat, form, mükemmellik, aşkınlık, hakikat zaten sözü edilmeye değmez kavramlar, ağza alınmayan kelimelerdi. Bir bu kasaba için mi? Yaşadığın toprakların gerçeği bu diye hatırlatıyordum kendime. Ama yine de umursamazlığın, kaygısızlığın, rüzgarın estiği yöne göre konumlanmanın da bir sınırı olacağını sanıyor, olması gerektiğine inanmak istiyordum. Erdeme ya da ruhun asaletine... Ne boş düşüncelilik! Ne anlamazlık içine doğduğun ülkeyi!" (s.27)


Feryal Tilmaç-Esneyen Adam

    YKY- Ocak 2013

Eğer bir kitabevine kafamda bir hedefim olmadan girdiysem ve bir şey de almadan çıkmamaya kararlıysam, arka kapaktaki tanıtım yazısı gönlümü ya da aklımı çelebilecek güçte ancak muhakkak ince bir kitap alırım. Feryal Tilmaç'ın Esneyen Adam'ını da işte bu şekilde edindim. O arka kapak şöyle diyordu: "Bu öyküler sanatın ve düşüncenin etrafını karbonmonoksit bulutu gibi saran popüler kültüre, aslolanın değersizleştirilmesine, görünme derdine, temelsizliğe, kültürsüzleşmeye, aşkın, inancın, etiğin, vicdanın kalıplara dökülmesine, aynılaştırma çabalarına, içi boş klişelerin tümüne ve dayatmalara ve hoyratlıklara ve özensizliklere kendi halinde bir karşı çıkıştır." Yazarın çığlığı halini almış günümüz aynılaşma/aynılaştırma realitesinin tam karşısında duran bir kişi olarak alıp okumazsam kendimle çelişmiş olurdum... 

Ancak şunu da belirtmem gerekiyor, yazarın adını dahi duymamıştım. O yüzden kendisi hakkında küçük çapta bir araştırma da yaptım. Feryal Tilmaç 1969 doğumlu, Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir yazar. Esneyen Adam ilk kitabı değil; öncesinde yazdığı araştırma/inceleme kitaplarına ek olarak, iki tane daha öykü kitabı bulunuyor. 2009 yılında bu kitaplardan bir tanesi Sait Faik Öykü Ödülü'ne layık görülmüş. 

Kitaba gelirsek, Esneyen Adam 7 farklı öyküden oluşuyor ama bana sorarsanız bu tekil bir 7'den ziyade aslında 3+4. Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım: Kitabı bitirdiğinizde aklınızda yer etmiş, deyim yerindeyse tadı damağınızda kalmış 3 öykü bulunuyor. (Zevkler renkler tartışılmaz dersem, kitabın ruhunu kirletmiş olurum, evet!) Belirttiğim 3, kitaba ismini de veren "Esneyem Adam," "Çığlık," "Aslı Gibidir" isimli hikayelerden oluşuyor. Bu 3 öyküden kısaca bahsetmek istiyorum. 

"Esneyen Adam" Anadolu'da bir kasabaya getirilen heykelin ismi. Heykel yörenin tüm erkeklerini uyutunca ve bu şekilde nam salınca yurdun dört bir yanından uykusuzluk sorunu yaşayan kişileri kasabaya çekerek bölgenin turistik bir yer haline dönüşmesini sağlıyor (ya da sebep oluyor). Bu turizm furyasını anlatırken yazar, turistik yerlerde göze çarpan o bayağılaşmayı da gözler önüne seriyor. Medyanın yöreye ilgisi, kasaba halkının televizyonda görünme çabası, Bakan'ın gelmesi, gelmesinden evvel yörede yaşananlar, Bakan'ın heykele bakıp uyuması, buna sinirlenmesi, heykeli yıktırması ve sırf Bakan dedi diye halkın bu duruma tepkisiz kalması, hatta destek vermesi... Kısacası bilindik Türkiye manzaraları. Hele Bakan'ın heykele sinirlenip yıktırma emri verişi o kadar bizden, o kadar güncel ki, insan okurken  ana haber bülteni izlediğini sanıyor: "Yıkın o Ucubeyi!" 

"Çığlık" belki kitabın bahsettiği eleştirileri gözümüze sokarak yapmıyor, ancak okurken insanı her kelimesiyle düşündürüyor. Olay örgüsü, genç bir gazetecinin Oscar ödülü kazanmış bir yönetmen ile söyleşiye gitmesi etrafında kurgulanmış. İkisi arasındaki diyaloglar ince ince işlenmiş görünüyor. Bazı bölümlerin altını çizdim, çünkü bana hayatın ta kendisini anlattı! Hele bir kısmı var ki-kuvvetle muhtemel kendimden de bir şeyler bulduğum için- burada alıntılamak isterim: "Belki de bunu hep yapıyordu. Düşünüp kurup kendini olmadık kaygılarla yüklüyor, zihni siyah noktaları iştahla birleştirip felaket resimleri çiziyor, kaygı mutsuzluğa çevriliyor, mutsuzluğu bir yaşama başarısızlığı olarak duyuyor, bu sefer de neden mutsuzum diye mutsuz oluyor, kara safra damarlarına yürüyordu. Sonra gelsin hastalık, gitsin kalp çarpıntısı!" (s.63)

"Aslı Gibidir," bir cenaze evini anlatıyor. Herkes hayatında en az bir kere bulunmuştur ya bir cenaze evinde, işte o yüzden bu aslında herkesin hikayesi. O evde yaşananlar, söylenenler, yapılanlar o kadar klişe ve aslında mevtanın kendisinden o kadar uzak ki yazarın gözlem gücü ve ince eleştirisi burada da kendisini gösteriyor. Bu hikayenin "sonsuz" şeklinde bitmesi, bize bu cenaze evi parodisinin bıkmadan usanmadan yinelendiğini güzelce anlatıyor. Tabii, "Aslı Gibidir" kitaptaki son hikaye olduğu için "sonsuz" aslında tüm kitaba da bir gönderme olabilir. Öyle olsa bile, argümanım bu koşulda da işler. 

Yazının başlarında da belirttiğim gibi, bu 3 hikaye bence eserin temel direkleri. Diğer hikayeler, belki çok kısa olmalarından kaynaklı, bana pek hitap etmedi. Yazının kaç sayfa ya da kaç kelime olduğu önemli olmayabilir belki ama hikayelerin içine girip bir yolculuk yapma imkanı tanımadılar bana... 

Yazımı burada küçük notlarla bitirmek istiyorum: 
  • Dilsel açıdan kelime dağarcığımı geliştiren kitapları hep sevmişimdir. Edebi bir eserin yapması gereken de budur. Bu kitaptan öğrendiğim kelime "handiyse." (Cehaletimi bağışlayınız!) 
  • Genellikle, okuduğum en yeni kitapların bile en az 30-40 yıllık geçmişlerinin bulunduğunu ya da zaten tarihi roman olduğunu hesaba katarsak, güncel bir kitap okumak benim için değişik bir deneyim oldu. Mesela öykülerden birinde bir karakter Nişantaşı'nda Cafe Nero'ya gidiyordu!  
  • Burada şuna da değinmeliyim: Yazarın gündelik hayat pratiklerini gözlemleme biçimi gerçekten başarılı. Bu bağlamda 2000'li yılların bir panoramasını da görebiliyorsunuz.
En kısacası, tavsiye edilir!








07 Nisan, 2013



Yüksek Topuklar



Burcu'dan sonra ben de bu yazımda Murathan Mungan'dan bir kitabı paylaşmak istedim, Yüksek Topuklar.  Murathan Mungan'ın 2002 yılında Metis'ten çıkan, kadın, kadınlık, kadın olmanın öğrenişi ya da kadın doğmak ile ilgili romanı. 

Romanın yetişkin kahramanı olan Nermin yaşadığı hayattan pek mutlu değildir, roman boyunca sürekli insanlardan kaçan, hiç kimseye güvenmeyen, kendisini hep yalnız hisseden ve sık sık geçmişine sığınan biri olarak ön plana çıkar. Nermin, “[t]um dünyaya ve çevresindeki hemen herkese iğneleyici bir alaycılıkla bakan kırk yaşlarında bir kadındır.”Aslında insanlardan uzak kalmak istemesindeki en önemli neden yine geçmişinde yatmaktadır. Çünkü Nermin, geçmişte İstanbul’un zengin semtlerinden biri olan Nişantaşı’nda doğup büyümesine rağmen anne ve babasının kendisine olan ilgisizliği ve kayıtsızlığı nedeniyle yalnız kalmıştır. Anne ve babası yanlış bir evlilik yaptıkları için evde iki yabancı gibi yaşamaktadır. Ailedeki bu iletişimsizlik Nermin’i yalnızlığa sürükler anne ve babasından istediği sevgi ve şefkat alamamasına neden olur, bu da onun ileride yaşayacağı aşk ilişkilerinde mutsuz olmasına, hayata küsmesine ve insanlardan kaçmasına neden olacaktır. 

Romanda olaylar, Nermin ile romanın beş yaşındaki kahramanı Tuğde’nin aynı evde geçirdikleri beş günlük bir zaman dilimini kapsar. Tuğde, Nermin’in bir arkadaşının  kızıdır. Seyahate çıkmak zorunda kalan arkadaşı Nermin’den bu sure zarfında kızına bakmasını rica eder. "Gaflet" anında bunu kabul eden Nermin, kendini beş günlük bir cehennemde bulur. Çünkü Tuğde, Nermin’in gözünde sanıldığından daha üstün donanımlara sahip bir "canavar"dır. Daha çok İstanbul’un değişik mekânlarının tercih edildiği eserde Tuğde ve Nermin’in yaşadığı psikolojik savaşlar ana ekseni oluşturur.

Bu şekilde romanın kısa bir özetini verdikten sonra gelelim eleştirilere. Yüksek Topuklar, okuması kolay zevkli sayılabilecek ve bolca tespit içeren bir roman. Zaten asıl mesele de bu tespitlere katılma / katılmama noktasında yaşanmakta. Mungan roman boyunca kadınlardan intikam almak istercesine (bu tamamen benim yorumum) sert ve iğneleyici kullanıyor kalemini. Tuğde ve Nermin üzerinden anlatılan iki farklı 'kadın'nın ( 5 yaşındaki Tuğde'ye 'kadın' demek her ne kadar rahatsız edici gibi de görünse de aslında bir "kadın minyatürü" olarak karşımıza çıkmaktadır), iki farklı jenerasyonun savaşı anlatıyor. 

Okumuş, kentli, ekonomik düzeyi ortanın üstünde ve hayatla ilgili bir takım dertleri olan kadınlar var bu romanda. Cinsellik, annelik, çalışma hayatı, evlilik, ilişkiler, toplumsal cinsiyet rolleri vb. ne arasanız var romanın içinde. Bu bir sorun mu derseniz, asla değil. Ancak benim bu romanla ilgili en büyük sorunum kitaptaki neredeyse tüm kadın karakterlerin "sorunlu" olması. Hepsi hayatlarının bir döneminde yara almış ve bunu atlatamamış ya da atlattığını sanıyor. Tüm kadınlar birbiri ile rekabet içinde, hepsi birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor, tüm kadınlar için her koşulda önemli olan şey güzellik (güzellik gibi görünmese de)... Liste böyle uzayıp gidiyor benim penceremde. 

Bir de romanın talihsizlikleri var tabii, yazmadan geçmek istemem. İzleyenler bilenler 1998 yılında yayınlanmaya başlayan ve benzer bir konsepte sahip "Sex and the City" dizisini. Orada da kentli ve bağımsız kadınlar var. Bu kadınlar güçlü, romantik, aşık, zayıf, üzgün vs. olabiliyorlar ve biz -en azından ben- diziyi izlerken karakterleri itici bulmuyoruz çünkü güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte veriliyorlar, bu da onları daha gerçek yapıyor. Ancak Yüksek Topuklar'da bu havayı yakalamk pek mümkün olmuyor. Bir diğer taraftan kitap, diziden sonra çıktığı için ele aldığı konular açısından diziyi izleyenler adına biraz tekrar ve yavan bir hava verebiliyor. 

Sonuç olarak bakıldığında, pek çok kadının ve kadınlık durumunun olduğu ve yer yer doğru tespitleri de olan, akıcı, Nermin'in tarzı itibariyle de dili eğlenceli bir kitap. Ben sevmek ve sevmemek arasında gidip geliyorum bu kitabı ama yine de vaktiniz varsa, "modern kadın" dertlerine ve "dertli kadın"lara merakınız varsa okumanızı tavsiye ederim.