30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...

25 Eylül, 2013











                             Paul Auster’in Kırmızı Defter’i

“Ne var ki iki ay kadar önce kitapların asla bitirilmediğini öğrendim,
hikayelerin bir yazar olmadan da kendilerini yazmayı sürdürebileceklerini de.”
Paul Auster

Çoğu zaman garip bir tesadüftür hayatı anlatan. Beklenmedik bir anda, insanın varlığını ve içinde yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayan güçlü bir kırılma anı. Bu ana gücünü veren ise sadece birbiri ardına dizilen olayların rastlantısallığı değil, farklı insanların ve hayatların birbiriyle olan şaşırtıcı bağlantısıdır da. Aynı anda basitliğin ve karmakarışıklığın gözler önüne serildiği bu anlar, Paul Auster’in insan benliğinin izini sürdüğü romanlarında merkezi bir önem taşımaktadır.  
            Aslında tesadüflerin insan hayatındaki sembolik anlamlarını keşfeden bir düşünür Auster. Romanlarında da, işte bu sembolik dünyanın ortak dilini çözümlemeye ve evrende bulunan her şeyin bir bütünlük içerisinde birbiriyle bağlantılı olduğunu hissettirmeye çalışıyor.   
Auster’in felsefesinin derinliklerini merak edenler için -ve belki de Auster’i daha önce hiç okumamış olanlar için de- Kırmızı Defter güzel bir başlangıç. Kendi hayatından bazı kesitler de sunduğu bu kitabında dört ayrı bölüm altında topladığı hikayeleri yer alıyor. Bu kitapta yer alan hikayeler Auster’in kendi başına gelen ya da yakınlarından duyduğu gerçek olaylar. Etkileyici kurgusuyla birlikte bu hikayeler düşünsel dünyasını paylaşabildiği yaratıcı bir mecraya dönüşmüş.  
Romanlarındaki anlatım tarzını bu kitabında da koruyor Auster. Bazı hikayeleri şaşırtıcı bazıları da sıradışı. Anlatılarının gerçek olduğunu sıklıkla dile getiriyor olsa bile okuyucuyu yine gizemli bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Farklı farklı hikayelere tanıklık ettiriyor ve her bir hikayedeki ortak noktanın izini sürdürüyor.   
Bir de, bu hikayelerinde modern insanın görmezden geldiği, unutmaya ve hatta bastırmaya çalıştığı birçok duyguya dokunuyor Auster. İşte bu yüzden Kırmızı Defter’i okurken hem bir heyecan ve merak duygusu oluyor hem de çok belirgin olmayan bir hüzün dalgası kendini hissettiriyor. Ve Kırmızı Defter, Auster'in okuyucusuyla arasında bu kitabı bir kere okumakla yetinemeyeceği kadar güçlü bir bağ kuruyor.
Auster için yazmak, yaşamak gibi başı sonu belli olmayan, tesadüflerle dolu upuzun bir macera. Onu okumak da işte tam olarak böylesi bir deneyim.



15 Eylül, 2013


Bu hafta bloğumuz için yazacağım haftalık yazımda bir kitap üzerinde bahsetmek yerine blog okurlarımızla bize biraz uzak olan ve çok da bilmediğimiz Latin Amerika edebiyatıyla ilgili yaptığım bir mülakatı paylaşmaya karar verdim. Son dönemlerde özellikle sosyal bilimlerde ülkemiz ve Latin Amerika’daki farklı ülkelerle ilgili çok sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmakta. Bu çalışmalar bize önemli olanın bölgesel yakınlık değil de ortak sorunlar olduğunu net bir biçimde göstermekte. Türkiye’de Haziran ayında başlayan Gezi Parkı protestolarıyla Brezilya’da yaşanan protestoların eş zamanlı olarak ve birbirine benzer taleplerle ilerlemesi bu örneklerden belki de sadece bir tanesi.

Edebiyat alanında da ülkemiz okurlarının tanıdığı Gabriel Garcia Marquez ve Jose Mauro de Vasconcelos gibi önemli Latin Amerikalı yazarlar bulunuyor. Bu yazar listesini artırmak ve okuma listemizi zenginleştirmek de mümkün. Bu mülakatta arkadaşım Laura daha çok güncel yazar ve eser örneklerini bizimle paylaşıyor. Eminim ki aralarından beğenerek okuyacağınız yazarlar olacaktır. Beni Laurayla iletişime geçiren Ivana’ya ve zaman ayırıp ayrıntılı ve titiz bir biçimde sorularımı cevaplayan Laura’ya çok teşekkürler. Latin Amerikalı arkadaşlarımın ve okurların da okuyabilmeleri için mülakatı hem Türkçe hem de İspanyolca paylaşıyorum. Gracias a Ivana por contactarme con Laura y gracias a Laura por sus respuestas tan detalladas! Gracias amigas!

1. Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Latin Amerika edebiyatındaki en sevdiğin kitap nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Ben birçok Şilili yazarı okumayı seviyorum. Ancak özellikle iki tanesi en sevdiklerim arasında: Lina Meruane ve okuyucuda rahatsızlık hissi uyandıran eseri Las infantas (1998) ile Pedro Lemebel ve onun eseri Loco afán (1996). Bu iki eser de türlerinin en iyi örneklerini oluşturuyor.

Her iki kitap da trans bireylerin yaşamlarından bahsediyor: Bu bireylerin özel hayatlarında ve gizli olarak ne yaptıkları, başlarına gelenler, kendi özgür iradeleri dışında veya birşey karşılığında kabul ettikleri ve bu süreçte geçirdikleri küçük yıkımlar ve hatta büyük devrimler gibi.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Latinoamericana? ¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

Me gustan muchos escritores chilenos. Pero voy a nombrar a dos: Lina Meruane y la inquietante escritura de Las infantas (1998) y a Pedro Lemebel, su Loco afán (1996), esas crónicas travestis, de adjetivación inigualable.

Ambos libros se sostienen sobre tráficos y tránsitos sexuales y genéricos: los que se hacen en privado o en secreto, los que atraviesan la historia, los que se aceptan contra la propia voluntad o a cambio de algo, los que implican pequeñas subversiones e incluso grandes revoluciones.




2. Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin yazar kimdir? Arjantin edebiyatındaki en sevdiğin eser nedir? Neden? Bu kitabın bazı özelliklerinden bahsedebilir misin?

Sylvia Molloy Arjantin edebiyatındaki en sevdiğim yazarlardan bir tanesi. Yazarın ilk romanı En breve cárcel (1981), Arjantin edebiyatında lezbiyen bir başkahramanı olan ikinci yayınlanmış roman örneğidir. Adsız bir kadın küçük ve karanlık bir odada yazar. Sadece sigara almak için, barda bir randevu için, ve bir hafta sonu kıra gitmek için dışarı çıkar. Hikaye bir aşığın boşluğunun doldurulması için başlar, bu hatıranın boşluğunun doldurulması için. Bu süreç içerisinde bir kadın yazar, hatırlar, kendi hikayesini geri kazanır ve çatlamak üzere olan kabuklar gibi kendi hikayesini oluşturur ki böylece en sonunda metin- vücut, cinsellik – bir anlam ifade etsin. Böylece şu an ve büyük olasılıkla gelecek de anlamlı olsun. Lezbiyenlik de romanda benzer bir şekilde işlenir: bir tehdit ya da bir kimlik kategorisi olarak değil. Lezbiyenlik romanda daha çok bir yabancılaştırma etkisi işlevi görür: metinde ve vücutlar üzerinde etkisini gösteren sürekli bir şiddet etkisi yaratır.


Ama yazarın başka eserleri de vardır: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Ve bu eserleri de harikadır. Ayrıca yazar mükemmel bir edebiyat eleştirmenidir.

Gabriela Cabezón Cámara, 2012 yılında Le viste la cara a Dios adlı eserini yayınlayan genç bir yazardır. Yazar bu eserinde Arjantin edebiyatındaki farklı gelenekleri birleştirerek güncel bir sorun olan kadın ticareti konusunu ele almaktadır.

Aynı zamanda Flavia Costa’nın futuristik ve mitolojik öğeler içeren eseri Las anfibias (2010) kokular, renkler ve seslerle ilgili canlı betimlemelerinden dolayı beğendiğim eserlerden bir tanesidir.

¿Quién es tu autor favorito en la literatura Argentina? ¿Cuál es tu libro favorito en la literatura Argentina¿Por qué? ¿Podrías contar algunos aspectos de ese libro?

 Sylvia Molloy es una de mis escritoras argentinas preferidas. Su primera novela, En breve cárcel (1981), es la segunda novela publicada en Argentina con una protagonista lesbiana:  Una mujer sin nombre, en un cuarto pequeño y oscuro, escribe. Apenas sale para comprar cigarrillos, una cita en un bar, un fin de semana en el campo. El relato se inicia para cubrir el vacío dejado por una amante, para llenar el vacío de la memoria. Una mujer escribe, recuerda, recupera su historia; construye su relato a modo de costras que deberá arrancar para que finalmente el texto -el cuerpo, el sexo- tenga sentido. Para que el presente y, probablemente, el futuro tenga sentido. Y el lesbianismo opera, en la misma forma de la novela no bajo el signo de la injuria ni de la amenaza, tampoco como categoría identitaria. Actúa, más bien, como un efecto de extrañamiento, como violencia constante que se ejerce sobre el texto y sobre los cuerpos (porque funcionan metonímicamente).

Pero tiene otros: El común olvido, Varia imaginación y Desarticulaciones. Y son todos maravillosos. Además, es una excelente crítica literaria.

Gabriela Cabezón Cámara, una escritora joven, publicó en el 2012 Le viste la cara a Dios, una nouvelle en la que convergen diversas tradiciones de la literatura argentina (la gauchesca, Lamborghini, el neo-barroso) para darle cuerpo a un problema muy actual: el de la trata de mujeres.

También el universo mitológico y futurista de Las anfibias (Flavia Costa, 2010), sus vívidas descripciones (los olores, los colores, los sonidos cobran vida), me requiere periódicamente.






13 Eylül, 2013



Okuması En Zor Kitaplardan: Deniz Feneri

Ruhi Mücerret buluşmasının ve kitabın beklentilerimizin -bir nevi- altında kalışının ardından, bizi edebi anlamda tatmin etmesini istediğimiz bir roman seçmeye karar verdik. Ve kararımızı edebiyat tarihinin en zor okunan romanlarından biri -hatta bazı kaynaklara göre ilk sırada yer alan- olduğunu kitabı seçtikten sonra fark ettiğimiz Deniz Feneri yönünde verdik.



Buluşmamıza -son zamanlarda bizim için popüler bir mekan haline gelen- Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampüsünde başlayıp sonrasında kısa bir yürüşle Bebek sahlinde kahve molası şeklinde gerçekleştirdik. Ancak cuma olmasına rağmen fazla mesaiye kalmaktan kaçamayan arkadaşlarımız oldu, Gözde ve Burcu. Gerçi Burcu buluşmamızın ikinci ayağı olan Bebek kısmına dahil olabildi ama Gözde maalesef aramıza katılmadı. Bildiğiniz gibi Mine şu an yurt dışında olduğundan o da maalesef yanımızda olamadı.

İtiraf etmek gerekirse hepimiz kitabı okurken biraz zorlandık ( kitabın özen ve dikkat isteyen yapısının hakkını verecek geniş zamanlarımız olmadığından belki de). Roman Virginia Woolf'ten yer yer otobiyografik izler taşıyan bir özelliğe sahip. Bilinç akışı tekniği ile yazılması kitabı hem cazip ve çekici hem de zor kılıyor.

Daha önce buluşma yazısı yazmadığımdan, buluşma yazısı acemisi sayılırım ve eksikliklerim için şimdiden "affola" demek isterim. Deniz Feneri 1927 yılında yayımlanmıştır, yazarın Dışa Yolculuk, Gece ve Gündüz, Jacob'un Odası ve Mrs. Dolloway sonrasında yayımladığı beşinci kitabıdır. Woolf'un edebiyatta yeni bir şey deneme azminin ürünü sayılabilecek ve kendinden sonra gelenlerin de denediği bilinç akışı tekniğiyle yazdığı bir eserdir. Bu okuması, takip etmesi ve anlaması zor bir tekniktir zira; zaman kavramı neredeyse ortadan kalkar ve siz insanların zihinlerinde düşünce ve hayalleri arasında seyahate çıkarsınız. Buluşma sonrasında hepimizin ortak kararı kitabı tekrar ve sakin bir zamanımızda okumak istediğimiz yönündeydi.

Bitirmeden önce eklemek istediğim bir diğer not ise - Gözde ve Mine'nin hangi yayınevinden okuduklarını bilmiyorum ama- bana göre çeviri konusunda İletişim'in çevirisi sanırsam ki Kırmızıkedi'den daha kolay  anlaşılırdı.




Şimdi bence en eğlenceli kısma geliyoruz, ne dediler:

Burcu: "Bu güzel kitabı bilincim aka aka okudum."
Özlem: " Benim şu an bir cümlem yok."
Hazal : "Deniz fenerine yaklaşamadım bile."
Merve: " O deniz feneri bu kitaba çok yakışmış."