27 Şubat, 2014




Ben kendisini İletişim Yayınları'ndan çıkan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" ile tanıyıp, bu tanışıklığı  "Olduğu Kadar Güzeldik" ile pekiştirdim. Mahir Ünsal Eriş, genç ve yetenekli bir öykü yazarı. Kendisi ile röportaj yapma teklifimizi kabul etti ve sorularımızı sabırla cevapladı. Eriş ile öykülerden, yazarlıktan, nasıl yazdığından bahsettik. Bizim çok hoşumuza giden bu sıcak sohbetimizi sizinle de paylaşıyoruz. Soru ve cevaplarımıza geçmeden önce bu ilk röportajın bizim için çok önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmek ve kendisine buradan tekrar teşekkür etmek isteriz.




Edebiyat, yazmak, senin için ne ifade ediyor? Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark'ta "her yapıt bir endişeye doğar" diyor. Seni edebiyata iten duygulardan bahsedebilir misin?


Biz bu meseleyi, edebiyatımızın mavi pelikanı Sinan Sülün’le hemen her bir araya gelişimizde ama ayık ama sarhoş, en az bir çevrim tartışıyoruz. Sinan bana kızıyor. Çünkü o, “benim bir derdim var, dünyaya söylemek, anlatmak, işaret edip göstermek istediklerim var, bir derdim var, ondan yazıyorum,” diyor. Ben öyle diyemiyorum. Benimki galiba gevezelik. Ben anlatmayı seviyorum. Anlatacaklarım var. Ama iyi ama kötü, kudretim yettikçe, aklım erdikçe de anlatayım istiyorum. Çünkü dünyayla derdin kitapta değil sokakta çözülebileceğine inanıyorum galiba biraz.

Yazmaya başlamadan önce “yaratıcı yazarlık atölyesi” benzeri çalışmalara katıldın mı? Bu tarz çalışmaları yararlı buluyor musun?

 
Yok, hiç katılmadım. Usul erkân bilmediğim de çok belli oluyordur zaten yazıda. Yararlı mı yararsız mı bilmiyorum, çok girmek isteyeceğim bir tartışma değil galiba bu. Ama en azından katılımcıların yazmaya devam edip etmemeleri konusunda kararlarını etkiliyordur diye umuyorum. Değilse bile, nasıl yazıldığını görmek okura iyi gelebilir. Hani tiyatro için derler, ‘her tiyatroyla uğraşan son nefesini sahnede verecek diye bir kaide yok ama en azından insan seyretmeyi öğrenir orada’ diye. Onun gibi bu da biraz. 

Öykülerinde erkek ağırlığı var, bu bilinçli bir tercih mi; yoksa öyle geldiği için mi erkekleri yazıyorsun? Bir de özellikle ilk kitapta, kadınları seviyor musun, onlardan korkuyor musun, nefret mi ediyorsun anlaşılmıyor. Yani esas karakterin kadın olduğu iki öykü var: ilki Gülderen. Gülderen'i seviyor insan ama daha çok acıyor; çok güçsüz, çok korkak. Diğeri ise; göğsünü kaybeden kadın karakter. Güçlü gibi ama aslında değil; kocası tarafından ihanete uğramış. "bir konsomatris hikayesi" adlı öyküde anlatıcının ablası da  güçsüz, saf ve hatta 'aptal'. Ben bu kadınlarla aramda bağ kuramıyorum mesela ama seviyorum, acıyorum. Neden bu tarz kadınlar?

Bilmem. Adamlar da çok farklı değiller ki. Macarca okumaya büyükşehire gelip hırsız olmuş, soymaya girdiği ilk evde de köpekle arkadaş olmuş adamlar var, patronuna gizliden âşık olduğu için onun ölüp yerine oğlunun patron olduğu bir dünyayla barışamayan, sevgilisinden özür dilemeye gidip bembeyaz entarisine kusan adamlar var. Geneli güçsüz, saf ve hatta –ben kıyamıyorum aptal demeyeyim- şaşkın tipler. Ancak acıyla, acı söz konusu olduğunda keskinleşebiliyorlar. Ama daha çok kadın anlatmak istiyorum tabii ki. Çalışıyorum. İnsan kendini deneyip duruyor.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik'te yer alan "işe çıkılacak gün" öyküsü ve "mektup yazılacak gün" öyküleri sanki birbirini tamamlayan öyküler gibi geldi bana öyle mi? Bir de bazı öykülerde benzer isimlere rastladım "Evrenos" ve "Erdinç Hoca" aynı insanlar mı?

 
Evet, ilk kitapla ikinci kitaptaki öyküler arasında açık bağlantılar var. Her ikisinde birden görünen insanlar da var. Belki üçüncüde de olur, bilemiyorum. Aynı olay ya da durumun başkalarınca nasıl göründüğünü merak etmek çocukluktan beri sevdiğim bir şeydir. Denemek istedim. 
  
Kitaplarını tamamlaman ne kadar sürdü? (karar aşamasından basım aşamasına kadar) Kitabın ya da öykünün tamamladığını nasıl anlıyorsun?

 
İlki çok uzun sürdü. Levent Cantek çok bekletti beni. Dosyayı teslim ettiğimi bile unuttuğum bir zamanda geldi haber. Ama ikincisi daha çabuk oldu tabii. Ben teslim ettim, Cantek baktı, yayın kurulu baktı, redaktör düzeltti, Cantek düzeltti ve basıma hazır hale geldi. Bir ay içinde falan bitti işi. İlkinde sadece beklediğim süre altı aya yakın. Bittiğini nasıl anlıyorum? Galiba şöyle, ben bir hikâye kafamda tamamlanmadan, ilk paragrafı ve son paragrafı kafamın içinde yazılmadan oturmuyorum başına. Öyküler biriktikten sonra da gerisi forma hesabı.

Seni yazarken besleyen şeyler neler?

Hayattır herhalde. Kitap hariç değil.

Yazma odan nasıl? Yazarken dış dünyaya kendini kapatıyor musun? Yazarken belli ritüellerin var mı? Kağıt – kalem ile yazanlardan mısın yoksa daktilo veya bilgisayar kullananlardan mısın?

 
Dağınık. Annelerin bir türlü ikna olamadığı o “bu dağınıklığın kendince bir düzeni var” dağınıklığında bir oda ve masa. Bilgisayarla yazıyorum ben. Elde yazdıktan sonra onu bilgisayara geçirmek eziyet gibi geliyor. O yüzden doğrudan bilgisayarda yazıyorum. Ama çok tembelim ben. Temize çekileceğini bilsem kesin deftere yazardım. Bir de gece çalışabiliyorum ben. Herkes, evdeki, apartmandaki, karşı apartmandaki herkes uyuduktan sonra. Müzik dinleyemiyorum. Ama Flash Tv izlemeyi severim çalışırken. 

Neden öyküden romana geçmeye karar verdin?

Öyle bir karar vermedim aslında. Romanla uğraşıyorum, bu ara çok fazla dergilere, şuraya buraya yazmayacağım dedim kendime. Onu da beceremedim gerçi, OT’la bozdum yemini. Ama öyküyü bırakmış değilim. Bırakmam da herhalde. Geçenlerde Levent Cantek de yine iştahlandırdı beni öykü yazmaya. Yazıyorum ben de, devam ediyorum. Öyküye devam romana selam; hayatımız slogan oldu. Yaşasın Gezi!

Türkiye'deki öykücülük hakkında neler düşünüyorsun? (Mesela neden bu kadar az değer gördüğü ve hep roman öncesi bir deneme gibi değerlendirilmesi yönünde senin fikirlerin nedir?)

İyi şeyler düşünüyorum. Çok güzel öyküler yazılıyor, çok güzel kitaplar çıkıyor. Hem de büyük büyük yayınevleri basıyor bu gencecik öykücüleri. Bu önemli bir gelişme. Çok iyi öykücülerimiz var, daha da iyileri olacak, göreceğiz. Bana öyle bir sıçrama tahtası gibi gelmiyor ama öykü. Yani aynı şeyler değiller bir kere. Öyküye bol su katınca roman olmuyor. Başka türlü kuruluyor, yazılıyor ve okunuyorlar. Kaldı ki öykünün sanıldığından daha itibarlı bir yerde durduğunu düşünüyorum artık. Güzel şeyler okuyacağız bence, çok heyecan verici. 

Sinemayla aran nasıl? (Bu aralar fazlaca Türk filmi izlediğini biliyorum ama genel bir soru olarak düşünebilirsin bunu.)

Sinemayla kötü ama filmle iyidir diyebilirim. Bir sağlık durumundan ötürü sinemaya gidemiyorum. Görsel ve işitsel uyaranların kuvveti beni kötü yapıyor. Ancak Nuri Bilge Ceylan filmlerine falan gidebiliyorum. Yeşilçam’a, özellikle de Safa Önal-Bülent Oran-Sadık Şendil üçlüsünün yazıp, Osman Seden’lerin, Atıf Yılmaz’ların, Memduh Ün’lerin, Erksan’ların, İnanoğlu’ların çektiği siyah-beyaz yılların filmlerine müptelalığım kaygı verici boyutlardadır ama. Orada bize şeklen benzeyen insanların yaşadığı erişilmez uzaklıktaki bir gezegeni izliyor gibi hissediyorum. Dünyanın en dibine denk geldi ömrümüz. Keşke kırk yıl daha önce doğmuş ve çoktan ölmüş olsaydım.

Neden Türkan Şoray?

Neden mi? Başkası da mı var?
 

10 dil bilmen senin hakkında en çok bahsedilen özelliklerin biri, bu diller hangileri?  Sence dil ile olan bu ilişkin yazmanı nasıl etkiliyor?

 
Benim on dil bilmem sadece Gülenay Börekçi’nin teveccühünden ibaret. Çünkü belli bir sayısal karşılığı olduğunu düşünmüyorum dil bilmenin. Dil, anlaşıyorsanız dildir. Bir insanla, bir yazıyla, bir sesle anlaşılabildiğiniz sürece o dili dil olarak kabul edebiliriz. Bunun dışındaki tüm dilbilgisi donuk bir ansiklopedik bilgi yığınıdır. Kaldı ki şöyle bir durum var. Hiç yabancı dil bilmiyorum,  diyen birinin bile Azerice, Kırım Tatarca, Irak Türkmencesi ve Gagavuzcayı doğal olarak anlayabileceğini kabul edebiliriz. Yani insan Fransızca öğrenmekle sadece bir dil yüklenmez, İtalyancayı, İspanyolcayı, Portekizceyi, Valoncayı hatta Rumenceyi de anlamayı kolaylaştıracak hatta anlaşılır kılabilecek bir paradigmayı Fransızcayla beraber alır. O yüzden şu kadar dil biliyorum demek pek itibar edilecek bir şey değildir. Hangi dilleri konuşuyor, yazıyor, okuyor, dinliyor, anlıyorsanız dil odur. Anladığım bazı diller var benim de. Ama annemin evin içinde, çarşıda, pazarda konuştuğu dille kurduğum ilişki sanırım daha çok etkiliyordur yazmamı.

Yazmanın ve çevirinin yanı sıra  akademik olarak da yoluna devam ediyorsun öğrendiğim kadarıyla. Master-doktora konuların nelerdir?

 
Etmiyorum. Hafazanallah, devam etmeyi düşünmüyorum bile hatta. Akademinin durumu malum, anlatmayayım şimdi emekli paşalar gibi uzun uzun. Benimki biraz askerlikle ilgili bir durumdu. Kamuflajları giymeyeyim derken tarih doktoru olacaktım neredeyse. Bir de tabii arkeoloji mezunuyum ben, işsiz kalacağım muhakkaktı. Akademiye yanaşmaktan başka çarem yoktu. Neyse ki temelli sıyrıldım artık. Eğlenceli konular çalıştım ama. Mastıra başvurmaktaki niyetim Türkiye Yahudilerinin modernleşmesini çalışmaktı. Sonra girdiğim bütünleşikte de çalıştığım konu ‘Türkiye Yahudilerinde Türk Milliyetçiliği’ydi. Şimdiyse bedelliyi ödeyeyim diye çektiğim kredi için çalışıyorum. Hayat.
 
 
Seninle ilgili internette araştırma yaparken Afili Filintalar’daki birkaç yazına da rastladım. Afili Filintalar ‘a ne zaman katıldın ve ayrılmayı düşünüyor musun?
 
Afili Filintalar ’la ilgili fikirlerimi daha önce Yalnızlar Mektebi ile yaptığımız bir sohbette anlatmıştım uzun uzun. İkinci baskı yapmayayım şimdi. Ama şu var. Afili Filintalar hala okuyucusu olan bir yazı ortamı. Burun kıvıranı kadar, ısrarla inatla okuyanı takip edeni de var, beğen beğenme. Okurun hazırda beklediği bir yer. İlk kitabımın çıktığı günden beri neredeyse, benimle öykülerini, romanlarını, kitap dosyalarını paylaşan insanlarla tanışıyorum. Bunların arasında yazmaya şaşırtıcı bir iştah ve yeteneği olan gencecik adamlar, gencecik kadınlar var. Onların öykülerini burada, kendi adıma ayrılan sayfada yayınlamak istiyorum. Artık adı Konuk Filinta mı olur ne olur bilemiyorum. Ama benim mail kutumda kalmasınlar, okuyucu bulsunlar ve geri dönüşler alsınlar istiyorum. Edebiyat-yazı blogları bu kadar hayati önem ve değerdeyken bu imkânı yeni öyküler okumak için kullanalım istiyorum. Elimde birikiyorlar. Paylaşacağım yakında.

 
Ve bir on yıllık gelecek planında yazar-akademisyen-köşe yazarı olarak hedefinde neler var?

Akademisyenlik zinhar, köşe belki, biraz elim rahatlarsa. Ama futbol yazmayı seviyorum ben, fırsat olması lazım. Kısmet. Ama öyküye romana ömür elverdikçe, akıl erdikçe devam etmek niyetindeyim. Yani anlatacaklarım oldukça tabii. Romanlarım var, öykülerim var, bakalım. Ömür olsun da.
 


23 Şubat, 2014

O bir best seller, o bir polisiye ve aynı zamanda komik! Ey okuyucu daha ne istiyorsun! Bu kitabı al ve oku!

Bir kitabı tanımak için elinize aldığınızda 5 duyu organınızın bir kısmını kullanarak şöyle güzelce evirip çevirmek istersiniz –en azından ben isterim- ama bazen buna fırsat kalmadan kitap durduğu rafı, kapağı ve etrafını saran reklamları ile kendini anlatmaya başlar. Galiba bu genel olarak best seller kitaplarda yaşanılan bir durum. Bir yandan da şöyle bir gerçek var ki bazen okuyucu olarak hazıra konmak istiyoruz; herkesin beğenisini toplamış, konusu da ilginç ve önemli otoriterlerden kabul görmüş… e daha ne olsun! Benim bir şey keşfetmeme ya da aramama gerek yok, keşfedilmiş ve onaylanmış. Benim yapmam gereken tek şey sadece ‘okumak’ ve tadını çıkarmak. Kitap okumanın en pasif hali bu olsa gerek. İşte bu, best seller kitap okumanın dayanılmaz rahatlığı…


Neden bunları anlatıyorum size çünkü bu yazımda bu formüle uyan bir kitaptan, Pis Maymun’ dan bahsedeceğim. Pis Maymun’ un kapağında belirtildiği üzere, eser New York Times Best Seller olmuş ve tür olarak polisiye ile yetinmeyip muzip bir komediyi özüne eklemiş. Kitabın anlatımı ise Amerikanvari espri anlayışına sahip bir dile dayanıyor.

“Orman uğultularını anımsatan gülüşüyle, iki bülbülü tünedikleri daldan kaçırdı.”

Yazar, Miami’de geçen bir cinayeti kitaptaki karakterlerin içine düştükleri komik durumlar ile iç içe geçmiş şekilde anlatıyor. Carl Hiaasen’ın sadece bu kitabı değil daha önceki kitapları da çoksatarlar listesine girmiş. Yazarlığın yanında asıl mesleği olan gazeteciliği Miami Herald gazetesinde kendisine ait köşesi ile sürdürmekte. Yazarın gazetecilik geçmişinin kitaplarındaki başarısına etkisi olmuş gibi duruyor.

Cinayeti çözmek üzere peşine takıldığımız başkarakterimizin adı Andrew Yancy, kendisi trajikomik bir olay nedeniyle rozetine el konulmuş bir dedektif. Yancy’nin amacı geçici olarak yaptığı lokanta müfettişliği işinden kurtulup tekrar dedektifliğe dönmek. Miami’de tekne gezisi yapan turistlerin oltalarına takılan bir kopuk kol parçasının dönüp dolaşıp Yancy’nin buzluğuna girmesi ile her şey başlıyor. Bu olayın peşine takılan Yancy dedektiflik içgüdüleri ile olayı çözmeyi ve rozetini geri almayı hedefliyor. Yancy’nin cinayeti çözümlemesine ara verdiğimiz zamanlarda çok renkli yan karakterlerin başından geçenleri takip ediyoruz. Bütün yan hikâyeler bir şekilde Yancy’e ve cinayete bağlanıyor. Kitabın başında da gerçek olaylara dayandığı belirtilen lokanta müfettişliğine yönelik betimlemeler var ki bir süre dışarıdan yemek yeme konusunda beni soğuttu. Aslına bakarsınız bu betimlemeler bana cinayetin kendisinden daha ilginç geldi. Bilumum polisiye dizisi ve filmi izlemiş şahsıma cinayetin örgüsü ve kurgusu pek etkileyici gelmedi. Adeta bir CSI dizisi gibi çok organize ve temiz bir şekilde bütün parçalar birer birer yerine oturuyor. Ama mutlu sonu birden okuyucunun kucağına bırakmıyor, onu da gayet tertipli bir şekilde okuyucuyu tatmin edecek kadar sunuyor. Bu nedenle yan hikâye ve karakterleri takip etmek daha heyecanlı hale geliyor. Bu arada kitabın adında yer alan maymun ise mecazi anlamda değil; Driggs adında Johnny Depp’in Karayip Korsanları filminde yer almış tütün bağımlısı histerik bir maymuna dayanıyor. Bu kısmı benim gibi kitap boyunca anlamsız bir şekilde neden pis maymun? diye sorabilecek kişilere ithaf ediyorum.

Kitaptaki karakterlere baktığınızda kendi halinde görece normal diyebileceğiniz bir karakter yok.Hepsi bu muzip polisiyede aşırılıklarla bir şeylere bağlılık gösteriyor.  Bu bağlılık para, iş, aşk, cinsellik, doğa, mülk gibi çeşitli alanları içeriyor ve karakterler hepsine bir tutkuyla değil de bir taşkınlıkla ulaşıyor.

Son olarak Dexter ’ı bilenlere sesleniyorum: Şu ana kadar yazıda geçen Miami, dedektif, tekne, denizden çıkan kopuk kol parçası kelimelerini okuyup da bilinçaltınızda hala Dexter Morgan uyanmadı mı? Şahsen kitabın ilk kısımlarında her an Dexter’ın iç sesinden cümleler okuyacakmışım gibi bir hissiyat içine girdim.   

Kitabın gayet akıcı ve eğlenceli dili ile popüler olanı kurup popülere ulaştığı tanısına dayanarak yazımı sonlandırıyorum. Bu arada kanıtlamak şuan için güç olsa da eğer yazar bu kitaptan dizi yapılır diye aklından geçirmediyse gerçekten popüler kültür kirletmiş beni!

22 Şubat, 2014


Türk Edebiyatı’nın en çok bilinen eserlerinden biri olan Çalıkuşu, 2013 yılında ikinci kez diziye uyarlanarak yeniden gündeme geldi. Birçok gazete, edebiyat dergisi ve blog da bu gündemin rüzgârıyla birlikte dizi ile eseri karşılaştıran eleştiri yazıları yayınlamayı ihmal etmedi. Bugün bu yazıda ben de eser-dizi karşılaştırmasını dizinin takip ettiğim 5-6 bölümü üzerinden yapacağım, ancak şunu da belirtmek isterim ki, kitap hakkında farklı ve spekülatif bir söyleme de sahip olabilirim. Yani bu yazı sık sık yapıldığı gibi bir Feride güzellemesi olmayacak. 

Çalıkuşu

Reşat Nuri Güntekin, edebiyatımızın şüphesiz en çok okunan yazarlarından biri. Bu konuda ben de bir istisna değilim: Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Acımak ve Değirmen gibi eserlerini ortaokul (ilköğretim) dönemlerimde okumuştum. Listenin ilk iki sırasındaki eserlerin uyarlamalarını da sabrım yettiğince- ki yetemedi- takip etmeye çalıştım. Ancak ilginç bir biçimde birçok kadın arkadaşımın şu ya da bu şekilde hayatlarının bir bölümünde okumuş ve idealleştirmiş oldukları Çalıkuşu hakkında söyleyecek çok bir şeyim yoktu. Dizi 2013 yılında Kanal D’de başlayınca ilk beş bölümünü seyrettim ve fark ettim ki Fahriye Evcen ve Burak Özçivit hayranlarını bir kenara bırakırsak, azımsanamayacak büyüklükte bir dizi karşıtı kamuoyu oluşmaya başlamıştı. İşte Çalıkuşu’nu da böylece olgun kafa ile okumanın vakti gelip çatmıştı! 


Eserde, Feride yani Çalıkuşu küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş, Fransız mektebinde yatılı okuyan haşarı bir kız çocuğudur. Tüm akrabalarının, hocalarının ve arkadaşlarının gözündeki en önemli özelliği “yaramaz” olmasıdır. Okulda olmadığı zamanlarda teyzesinin evinde vakit geçirmektedir. Teyzesinin oğlu Kamran ile aralarında hem bir anlaşamama hem de içten içe birbirlerini sevme durumu söz konusudur. Türlü badireler atlatıldıktan sonra Feride ile Kamran nişanlanır. Ancak düğünden birkaç gün önce Kamran’ın Feride’yi aldattığı ortaya çıkar. Sonrasında Feride hayli cesur bir karar alarak Anadolu’ya muallimelik yapmaya gider ve kitabın ilk ve son bölümünü bir tarafa koyarsak, eser çoğunlukla Çalıkuşu’nun Anadolu’da başından geçenleri ve mücadelesini anlatır. Bu ayrılık döneminde de birbirlerini sevmeye devam eden Feride ve Kamran finalde kavuşurlar.

Vakit, 1922'den bir sayı
Yukarıda olay örgüsünü kısaca yazdığım bu eser 1922’de Vakit gazetesinde tefrika edilir, çokça beğeni toplar ve aynı yıl kitap haline de getirilir. Eserin tefrika edildiği ilk günü bulabilmek için Vakit gazetesini bir hayli karıştırdım, bulamayınca da herhangi bir sayısını seçtim... Yukarıda gördüğünüz örnekte, soldaki ilk sütunda kutucuk olarak görünen yerde Osmanlıca “Çalı Kuşu” yazmakta.

Dizi başladıktan sonra kritiğini yapan kitlenin eleştirileri genel olarak roman ve dizinin birbirinden çok farklı oluşu üzerine odaklanmaktaydı. Evet, aslında dizi bir uyarlama değil olsa olsa bir esinlenme olabilirdi. Sanırım ilk beş bölüm üzerinden benim şahsi yorumum da bu yönde. Mesela romanda adı iki kez geçen Kamran’ın kardeşi Necmiye’nin başrolde olması… Romandan bağımsız bazı karakterlerin diziye eklemlenmesi… Kronolojik olay örgüsünün ters yüz edilmesi… Yakışıklı jönün, romana isim vermiş Çalıkuşu karakterinden daha önemli bir pozisyonda bulunması… (Üstüne üstük hekim olması ve vebayla savaşırken kan  transfüzyonunu imparatorlukta uygulayan ilk kişi olarak tarihe geçmesi, bu da yetmiyormuş gibi hocasının Freud ile kanka olması ve psikanaliz üzerine mektuplaşmaları!!!) Bir de pek kimsenin takılmadığı ama gözümü çok tırmalayan bir problem olarak, seyrettiğim bölümler içinde çok etkin olan kadı karakteri. Dizide zamansallık yok, ama “hiss-i kabl'el vuku” 20. yüzyılın başları olduğunu tahmin ediyoruz. Acaba kadılık o dönemde çok güçlü müydü? Güçlüyse hangi davalara bakmaktaydı? Yapımcı ve senarist acaba hiç Türk modernleşme tarihi okumuşlar mıydı? 

Çalıkuşu, Kanal D, 2013


Kimine göre bunlar uyarlama bir eser için kabul edilebilir değişikliklerdi, ama es geçilemeyecek bir sorun daha mevcuttu: ana karakterin rezil rüsva edilmesi… Çünkü Feride okuyucunun gözünde Anadolu’da eğitim neferi olmuş idealist bir kadın tiplemesidir. Çünkü Feride’nin aşkı açık ve cıvık değil, içten ve naiftir. O yüzden, Fahriye Evcen’in her an Burak Özçivit’le öpüşmek istercesine saçma sapan ortalıkta dolaşması kitapseverlerin sinirini bozmaktadır. 

Sanırım benim temel sorunum da, Feride karakterinin okuyucu tarafından bu kadar idealize edilmiş olması... Evet, dönemine göre cesur bir iş yapmıştır Feride, Anadolu’ya öğretmenlik yapmaya gitmiştir tek başına… Ama bizim küçükken zihnimizde yer ettiği kadar da idealist midir? Kitaba baktığımda benim gördüğüm, Feride başından itibaren Fransız mektebinden mezun olup Anadolu’nun ücra bir köşesinde idealist köy öğretmeni olmayı istememiştir ki… Hikâyesi salt bir idealizmden ziyade, bir kalp kırıklığı üzerine inşa edilmiştir. Ve roman boyunca da sevdiğini anımsamış, ara sıra “ah keşke ben de evlenip evimin kadını olsaydım” hezeyanlarına sürüklenmiş, bu hezeyanlara düştüğü vakit sürekli güzelliğinden dem vurmuş, aynaya bakıp “ne kadar güzelim” demiş, kendisini öpmek istemiştir. Tamam, bazı köylerde çok zor durumlarda kalınca pes etmemiş, Munise gibi küçük bir kızı evlat edinmiştir ama Munise ile ilişkisinde dahi bencil bir tavır takınmış, Munise er geç evleneceğini söylediğinde de sinir krizine girmekten kendisini alamamıştır. Yani kızla olan ilişkisi de, Feride’nin idealizminden ziyade bir yalnız kalma korkusu dinamiği üzerinden işlemiştir. Belki, tüm bunlar Çalıkuşu’nun özgün bir kadın karakter olduğu gerçeğini değiştirmiyor, ancak okurken aşırı bir sempati duyacağım karakter olarak da belirmiyor. Yani kısaca, dizide karakter üzerinden yapılan tahribat gerçekten ağır, ama ben Çalıkuşu’nun kitaptaki karakterini de ne sevdim ne de idealize ettim. Belki daha da ağır olacak ama kafamdaki Feride küçükken şımarık bir kız büyükken ciddi sorunları olan bir kadındır. Sevenlerinden gerçekten özür dilerim lakin kaçımız gerçek hayatta Feride gibi bir karakterin yanında çok uzun yıllar kalmayı kabullenebilir, küçükken kafamıza attığı taşlara sessiz kalıp büyüyünce ağlarken birden kahkaha atan arkadaşımızın ruh sağlığından korkmayız?

Feride sevgisine dair sorularım oldukça fazla... Acaba Çalıkuşu’nda asıl sevdiğimiz bu karakteri ya da kendisine yüklediğimiz idealizm misyonu mudur, yoksa herkesin derinlerde bir yerlerde bulmak, yaşatmak, unutmamak için çabaladığı naif aşkı mıdır? Eğitim neferi Feride’yi eğer bir süre Yüzbaşı İhsan ile flört etse ve evlilik yaptığı emekli doktorla aynı yatakta uyusa da yine çok sever miydik? İdealist öğretmenin gönül maceraları için kalbimizde yer var mıydı? Yoksa onun gittiği her kentte suçsuz yere yaftalandığı vakit kaçıp başka yere gitmesinde toplumsal olarak bir yanlış görmemekte miyiz? Kamran'ın hem aldatmış hem de bir evlilik ve bir çocuk yapmış olmasına karşın, Feride de eşinden bir çocuk yapsa ne düşünürdük? Burada, Feride’ye bakış açımızı bir hayli netleştirmemiz gerekiyor diye düşünüyorum…

Feride'nin karakteri üzerindeki bu duruşumu bir kenara koymak ve yazıyı bitirmeden önce, Reşat Nuri'nin Çalıkuşu’nu yazarken ve aslında Anadolu'ya bakarken iki önemli noktaya da parmak bastığını söylemek istiyorum. Birincisi, işlemeyen bürokrasimiz. (Böyle gelmiş böyle gider teması). Feride, öğretmenin olmadığı nice köy ve şehir olmasına rağmen, karşısına bir tanıdık çıkmadan, tanıdık bulmadan, ya da güzelliğinden etkilenen bir memura rastlamadan atanamaz. Tek imza gerektiren bir iş, üç ay sürer… İkincisi, muhafazakârlık ve bunun içinden çıkan sürekli bir erkek tacizi. Yalnız ve güzelce bir kadının tek başına işini yapmasına asla izin verilemez… İzin verilemediği gibi bir de sokakta yürürken laf atılır, üzerine iddiaya girilir, “kızım sen iyisin ama etraf kötü” denir. Çünkü bu bizim asla değişmesin diye uğraştığımız harsımızın bir parçasıdır. Kanal D’nin artık bu kısımlara geçmesini de önemle rica ediyoruz efendim, 5 sezon sanırım asıl buradan çıkar, tabii cesaret edilirse.


Kısaca ne dizici ne de kitapçıyım! Ama, romanı sevip diziye kahrolanların bir de 1986 yapımı Aydan Şener ve Kenan Kalav'lı versiyonuna bakmalarını tavsiye ederim.  Bana göreyse bu uyarlama meselesinin en güzel tarafı, Esin Engin'in 1986 versiyonu için yaptığı müziklerdir efendim, onunla veda edelim.





16 Şubat, 2014

“Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence...”

Sabahattin Ali’nin Türk edebiyatı açısından değeri tartışılmaz. Daha önce de edebiyat tarihimizin en önemli eserlerinden olan “Kürk Mantolu Madonna”yı blogumuzda sizlerle paylaşmıştık. Benim bu paylaşımım ise Sabahattin Ali’nin eşine ve belli bir noktadan sonra da kızına yazdığı mektupların biraraya getirilmesinden oluşan “Canım Aliye, Ruhum Filiz” hakkında olacak.
 
Derlemeyi hazırlayan Sabahattin Ali hakkındaki en yetkin kişilerden biri olan Sevengül Sönmez. Kendisini Bilgi Üniversitesi’nin “Edebiyatçılar Edebiyatçıları Anlatıyor” programı kapsamında dinleme şansım olmuştu. Bu kitapla ilgili yapılan bir röportajı yayınlandı, burada Sabahattin Ali’nin Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı Markopaşa yazılarının kitaplaşma olasılığına dair de güzel bir haber var.
Mektuplar Sabahattin Ali’nin eşi Aliye ile evlenmelerinden önceki dönemde başlıyor. Bu naif sevgiyi okuyabilmek gerçekten büyük şans. Yalnız bir ruh olan Ali’nin müstakbel eşine ve gelecek hayatlarına nasıl umutla sarıldığını satırlar arasında görebiliyorsunuz. Öyle bir duygu yoğunluğu ki hayatın merkezine sevgisini  koyduğunu bu satırlarla ifade ediyor: “Yalnız senin için yaşamak, hayatımdan senden başka her şeyi silip atmak istiyorum.” Sadece aşkları ya da ilişkileri değil, Sabahattin Ali’nin karakterine ve dünya görüşüne dair paylaşımlar da mektuplarda. “Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir” satırlarında insanlığa dair ne kadar doğru bir kanaate sahip olduğunu görmek mümkün. Zamanın önemli isimleriyle olan çalışmaları, dostlukları da mektupta kendi ağzından anlatılmış. Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Melih Cevdet Anday, Aziz Nesin sayabileceğimiz bazı isimler.
Bütün yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılara rağmen ümidini koruyan ve bunu da çevresine aşılayan bir insan Sabahattin Ali. Hapis cezalarına, maddi zorluklara, yayın kısıtlamalarına rağmen ailesine “Şimdi gözlerim arkada değil, ileride, geçen güzel günleri değil, gelecek güzel günleri düşünüyorum” diyerek umut veren bir insan. Türkiye’nin en büyük edebiyatçılarından ama ailesinin geçimini düşünen bir eş, kızının sağlığını dert edinmiş bir baba. Ailesine bağlılığı mektuplarında gayet açık okunuyor.
 
Bir gün telefonda arkadaşım “Filiz hiç üzülmesin” cümlesini –ki aynı zamanda Sabahattin Ali’nin fotoğraflı yaşam öyküsünün de ismi- söyleyince ağlamaya başlamamı hiç unutamıyorum. O kadar dokunmuştu ki bu laf bana. Halen de bu satırları yazarken yüreğim burkuluyor. Bir babanın kızından bu kadar hunharca koparılması gerçekten acı. Ancak –bütün aksine çabalara rağmen- kendisinin hep başarı ile hatırlanacak olması bu acıyı bir nebze de olsa hafifletiyordur umarım. Kendisinin de eşine yazdığı gibi “İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? Hep genç kalacağım.”

15 Şubat, 2014


   


Öykü kitapları hakkında yazı yazmak bence zordur. Tek tek öyküleri anlatmaya çalışmak yazara haksızlık oluyor gibi geliyor bana; aradan öykü seçip anlatmaya çalışmaksa diğer öykülere haksızlıkmış gibi. Bu sefer önümde iki öykü kitabı var. İkisi de birbirinden güzel ve bizden.

Mahir Ünsal Eriş 1980 doğumlu genç bir yazar. "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" & "Olduğu Kadar Güzeldik" onun İletişim yayınlarından şu ana kadar çıkan kitapları. Açıkçası ben kendisiyle çok tesadüf eseri tanıştım. Bir gün bir arkadaşımı beklerken sıkılmamak için girdiğim kitapçıda "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"yi gördüm. Kitabın kapağı, bana küçüklüğümü hatırlattı, ailemle çıktığımız yaz tatillerindeki sahilleri. Bu sıcacık kitap kapağının çekiciliğine karşı koyamayıp aldım kitabı. Ben yeni tanıştığım insanlara karşı mesafeli ve hatta yabani denebilecek kadar da soğuk bir insanım. Bu kitabı okumaya başladığımda iyice fark ettim ki, yeni tanıştığım yazarlara ve kitaplara karşı da çok farklı değilmişim. Soğuk durdum en başta; "tamam bu ilk hikaye güzelmiş ama diğerleri de öyle mi bakalım" diye bilmişlik tasladım. Öyle hemen samimi olmadım yani. Sonra bir de baktım ki, kitabı bitirmişim. O kadar akıcı, kendini sevdiren bir dili ve o kadar farklı bir bakış açısı vardı ki, mesafeler bir günde kapandı.

Sonra ikinci kitabı aldım; "Olduğu Kadar Güzeldik". Ne yalan söyleyeyim bu kitabın kabı, diğerinden de güzeldi. Hatta babamla benim aşağıda yer alan fotoğrafımıza pek benzettim. Bu kitap da diğeri gibi kendini sevdiren bir kediydi.Yalnız aralarındaki "ağabey- kardeş kitap" olma durumu fark ediliyordu. İlk kitap acemiydi diyemem ama "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de hissedilen o "yeni" olma hali "Olduğu Kadar Güzeldik"te kendini daha olgun bir ağabey seviye çıkarmayı başarmıştı. Öyküler, karakterler daha oturmuş, ne dediğini daha net ifade eden öykülerdi.


 
Kitaplara geçmeden önce Mahir Ünsal Eriş hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Efendim, Mahir Ünsal genç bir yazar. Çanakkale doğumlu ve Bandırma'da büyümüş. Bu nedenle öykülerinde bu iki ile çokça rastlıyoruz. Kendisi -yanlış öğrenmediysem- 10 dil biliyor ve çeşitli kitap, makale ve öykü çevirileri de bulunmakta. Gümüşlük Akademi'de "Dil ve Etimoloji Atölyesi/ Dilbazlık Atölyesi" adı altında da bir atölye düzenlemekte. Öyküleri pek çok yerde Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes ile tarzları nedeniyle benzeştirilmekte. Kendisinin yorumuna göre de bu benzerlik; Emrah Serbes ve Barış Bıçakçı'nın da İletişim yayınlarının Ankara Bürosu tarafından 'keşfedilmiş' olmalarından kaynaklıdır. Öte yandan Eriş, gerçek okuyucu tarafından aslında o kadar "benzer" görülmediklerinin de altını çiziyor. Kitaplarda Balıkesir, Bandırma, Edremit, Çanakkale havası ağırlıklı, bir tutam Ankara da bulunmakta. Taşralı insanı anlatıyor ama aslında 1980 doğumlu çocukların hikayelerini anlatıyor. Bazı öykülerinde mizaha kayıyor dili, bazı öykülerde hüzün ağır basıyor. Bana her iki kitap içindeki favori öykülerini söyle derseniz ayrım yapmak çok zor olacaktır ama "benim adım Feridun" diğer öykülerinden bir adım daha öne çıkıyor benim için.



Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde

İlk kitabı olan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de 14 öykü bulunmakta; "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar", "kimi sevse gülderen", "biten bir aşkın ardından", "bana küstüler", "bilye hikmet", "her kanser erken ölümdür", "bir konsomatrisin hikayesi", "Ringo", "mektup yazacak gün", "hep klinsmann'ın yüzünden", "kadınlar hep olmadık zamanlarda", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum", "vakitlice gelmeyen çiş", "biraz uzunca bir diyet hikayesi".  Ben hepsini çok sevdim lakin; "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum" ve "mektup yazacak bir gün" adlı öykülerindeki mizah bana daha yakın geldi. Ben saçma ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan komik halleri severim. Bu öykülerde de öyle kendi içinde  komik - absürt durumlar vardı. Hüzünlü öyküler de vardı ama gerçek hayatın her yanı hüzün olduğundan ben diğer öykülere biraz  daha sempati ile baktım. Çocuklar üzerinden anlattığı "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar" ve "hep klinsmann'ın yüzünden" öykülerindeki dili de anlattığı yaşa inebilmesi nedeniyle başarılı buldum. Ancak "Ringo" her ne kadar güzel anlatılmış olsa da çok sevemediğim bir hikaye oldu; içinde barındırdığı kadın karakterle ilgili olarak. Bir de şunu not düşmeden geçemeyeceğim, bana öyle geldi ki; bu kitaptaki kadın karakterlerde hep kötü bir taraf vardı, ihanet eden, giden, sevemeyen... Belki ben çok takıntılı olduğumdan bana öyle geldi; belki de belli özelliklerdeki kadınları anlatmak daha kolay olduğundan yazar bu yolu tercih etti; bilemiyorum.


Olduğu Kadar Güzeldik



"Olduğu Kadar Güzeldik" içinde 8 öykü barındırıyor; "sen o zaman parasız yatılıydın", "benim adım Feridun", "işe çıkılacak gün", "kanatlarımız olsa be Metin", "malibu", "dayımın avrupa'ya kaçırılışı", "zehir miktarda", "stoper".  Hepsi de birbirinden güzel yine. Ama bu kitapta kendime bir favori belirmeyi başardım; "benim adım Feridun". Bu öykü benim hep bir gün denemek istediğim "kaybolma" ve sonrasında "başka biri olma" halini anlatıyor. Tam bir kaybolma yok bu öyküde biraz daha farklı bir  durum var ancak "başka biri olma" noktasında harika bir tahmin yürütmüş yazar. Öyküyü gerçekten de merak içinde ve soluksuz okudum. Her anında kendimi yerine koydum. Size de olur mu bilmem ama bana nadiren olsa Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki hal gelir; 

              

"bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup uyusam"

İşte bu öyküde hem "bir başkası olma" hem de bu "misafir olma" hali vardı. Bu öykünün dışında diğer çok sevdiğim öykü ise "dayımın avrupa'ya kaçırılışı". Bu öyküde bir annenin oğlu için endişelenişinin mizahı yapılıyor; hepimizin tanıdığı panik olmaya, abartmaya, korkmaya müsait bir anne ile sorumsuz, bir baltaya sap olamamış, hayırsız oğlunun hikayesi. Daha önce de belirttiğim gibi bu kitap bir önceki kitabına göre daha ayakları yere basan bir kitap ve içindeki tüm öyküler daha sağlam. Ben ayrıca "stoper" ve "malibu"yu da epey beğendim. 

Kısacası efendim, okumanız sırasında sizi dışlamayacak, size kibirle yukarıdan bakmadan bakmadan "göz hizasından" yazılmış öyküler okumak istiyorsanız; dil akıcı olsun, rahat okunsun diyorsanız; yakın zamana ait detaylar da bulayım diyorsanız bu iki öykü kitabını size tavsiye ederim. 


09 Şubat, 2014

"kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe"



Kitaplığımda iki Murathan Mungan kitabı var; ikisi de aynı eski dost tarafından hediye edilmişti bana. Biri, daha önce sitemizde yazdığım Aşkın Cep Defteri, biri de bugün yazmaya  çalışacağım "Timsah Sokak Şiirleri".

Şiir kitabı yorumu riskli bir iş aslında; çünkü yazarken iç dünyasını, kalbini, yaralarını çokça ele verebilir insan. Ama cesurluğum ve kendime meydan okumalarım ünlüdür benim. Sitemizde yazdığım Küçük Prens ve Kürk Mantolu Madonna yazıları da örnek verilebilir bu cesaretime.  Ne demiş Göksel bir şarkısında: "Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi"... 
Bilenler mutlaka vardır; Beyoğlu / Cihangir'de bir sokak adı olan Timsah Sokak'ın, Murathan Mungan'ın 2003 yılında Metis Yayıncılık tarafından basılan "Timsah Sokak Şiirleri"ne adını verme olasılığı çok yüksek.

Hiçbir yaranız ya da benzer yaşanmışlığınız yokken bile okuduğunuzda altını çizecek, içinizi acıtacak çok satır bulabilirsiniz bu kitapta. Mungan kelimelerle o kadar güzel oynamış; aşkı, ayrılığı, yaşadığı acıyı, tecrübeyi, bekleyişi, vazgeçişi, hayal kırıklığını o kadar iyi anlatmış ki, satırlarda anlatılan bu yoğunluğu derinden hissedebilmek için benzer şeyleri yaşamış olmanız çok da gerekmiyor. Hal böyleyken, bir de bu konuda yaralarınız varsa; kitabı okurken o yaraların, kabuk tutmuş olsalar bile, teker teker nasıl tekrar kanadığını, içinizin nasıl acıdığı belirtmeme gerek yok sanırım.

                                                    "hiçbir şey öğretmeyen aşk ne çok şey öğretmiş bana
                                                     aynı yaşamıyor herkes
                                                     aşkı da ayrılığı da"

dese de Mungan, okurken aslında size özel sandığınız tüm o acıların, hayal kırıklıklarının, şaşkınlığın ve kaldığınız yerden devam etme zorluğunun, pek de size özel olmadığını, durumlar ve kişiler farklı olsa da, yaşanan hislerin az çok herkeste benzer olduğunu görüyorsunuz.

"Timsah Sokak Şiirleri"nde yeniden aşık olmak, yeniden sevmek, yeniden başlamak yok, aşkın güzel tarafı da çok yok. Aşkın acısı var, ayrılığın getirdikleri ve alıp götürdükleri var, çaresizlik var, yarım kalma, yarıda bırakılma ve hesap soramama var. O kadar ki;

                                                      "paramparça ediyorsun
                                                       anonim solgunluğunda
       bir zamanlar benim olan her şeyi"

dediğiniz kişiye sorabildiğiniz tek hesap:  "ne hakkın vardı buna?" olabiliyor.



Ayrılık, biten ilişki sonrası yakanızı bırakmayan anılar, "ama"lar, "acaba"lar var bu kitapta. 'Yalnız ya da birlikte bir ilişkiden çekip gitmek'; çaresizlik içinde sürekli anımsayış, bekleyiş ve bunların getirdiği yorgunluk var. Kitapta sırasıyla "Ben Çaresizliğin Eli Olsaydım","Ben Anımsayışın Eli Olsaydım", "Ben Bekleyişin Eli Olsaydım", "Ben Yorgunluğun Eli Olsaydım" diyor Mungan ve tüm bu şiirlerin sonunu "giderdim" ile bitiriyor. Keşke gitmek kolay olsa, keşke becerebilseniz zamanı geldiğinde şeyleri olduğu gibi bırakıp gidebilmeyi. Bekleyiş bir gün bitiyor bitmesine de, anımsayış bitmiyor, gidemiyor insan anımsayıştan ve bu yüzden hafızasını sildiresi bile gelebiliyor, bu kadar zordur hiç olmadık zamanlarda özleneni anımsamak. İşte bu yüzden diyor ki Murathan Mungan:

                                                      "ben anımsayışın eli olsaydım
                                                       tutmazdım kimseyi hatırımda
                                                       giderdim giderdim giderdim"

Çaresizlik, anımsayış, bekleyiş ve yorgunluktan sonra vazgeçmek var bu şiirlerde... Ve vazgeçmeden bir adım önce gelen kabulleniş... En zoru da bu değil midir zaten? Önce kabul edemez kalbiniz ve beyniniz, mantıklı açıklamalar ararsınız, mücadele edersiniz, reddedersiniz, ısrar edersiniz, oldurmaya çalışırsınız ve olmayacağını görmek istemezsiniz bir türlü; sevmişsinizdir, emek vermişsinizdir çünkü. Güzel olan şeylerin bitmesi için bir neden olmadığını ve sonsuza kadar güzel olarak devam edeceğini düşlemişsinizdir. Güzel olan bir şey durduk yere neden bitsin, değil mi? Kendinizle girdiğiniz uzun mücadeleden sonra, sonunda gerçek olandan kaçamayacağınızı anlar ve istemeseniz de onunla yüzleşirsiniz. Kabulleniş bu noktada gerçekleşir işte. Kabullenişten sonrası da malum: vazgeçmek ve kaldığınız yerden, sizden geriye ne kaldıysa onunla devam etmek. 'Kalbiniz tuzaklarda konaklar, devamsız hikayelerde yaşlanır' ve 'zaman, aldıklarını bir daha yerine koymaz." Vazgeçmek zordur gerçekten. Zordur; kanırtır, acıtır, dışarıya ve muhatabınıza yansıtamadığınız isyanlar  yaratır içinizde. Ama bu kabulleniş ve vazgeçişten sonrası daha kolaydır aslında; mücadeleyi bırakmışsınızdır, yaralarınız sarmaya geçmişsinizdir artık. Tıpkı Mungan'ın dediği gibi yani:


                                        "hem çok zor hem çok kolay
                                         vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıcı" 

Ayrılıkların insana çok şey öğrettiğini görüyorsunuz bu şiirlerde. "Vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi", "zamanın ne olduğunu", "yalnızlıkta seslerin birbirine ne çok benzediğini", "intiharın, hayatınızın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu", "eşyanın zamanla nasıl uysallaştığını", "zamanla hiçbir şeyin eskisi kadar acı vermediğini" ayrılıklar öğretir size ve en sonunda dersiniz ki: "unutmadım hiçbirini, ama yaşlandım."
Gençken, kalbiniz toyken, içinizde daha acıya yer varken, daha cesaretli, daha atak olabiliyorsunuz; ancak yaşanmış onca şeyden sonra geriye söyleyebildiğiniz sadece şu kalıyor:
yordu, yordum, yoruldum

Yaranız olsun ya da olmasın, ayrılık yaşamış olun ya da olmayın, biri sizi hayal kırıklığına uğratmış olsun ya da olmasın, birini deli gibi özleyin ya da özlemeyin, içinizde bir şeyler yarım kalmış ve bu yarım kalmışlıklar nedeniyle yüreğinize bir boğa oturmuş olsun ya da olmasın, "Timsah Sokak Şiirleri" içinize dokunuyor. Sizin yaşadıklarınız, bir önceki cümledeki "ya da"lardan önceki gibiyse zaten fazla söze gerek yok; okuyun ve yalnız olmadığınızı anlayın, derim.
Göksel'in şarkısından bahsetmiştim ya yazının girişinde, "Kardan Adam", bence bu yazımı fona o şarkıyı alarak okuyun:

08 Şubat, 2014

Virginia Woolf bu kitabı yazdığında 20. yüzyılındaydı dünya. Neden erkek şairlerin ve yazarların, özellikle de başarılı olanların sayısı kadınlarınkinden daha fazla diye abim bana sorduğunda ise yıl 2004’tü. Bu soruya çok içerlemiştim. Kaldı ki kendisi beni okumakta en çok destekleyen, farklı konularda değişik yazarları okumaya iten ve her zaman kitap kurtluğunda örnek alageldiğim bir kardeş olmuştur. Gel gör ki kızkardeşi hiçbir zaman onun kadar okumadığı gibi bir de feminist çıkmış ve tutturmuştur "ben Sevgi Soysal okuyacağım, Virgina Woolf okuyacağım" diye. Jane Austen ile başlayan gizli saklı romantizm, Sevgi Soysal'ın başını alıp gitmesi ve Virginia Woolf'un dik başlılığıyla devam etmiştir. Sene 2014 abim Sevgi Soysal okuyor ve Jane Austen’ı da seviyor. 




Virginia Woolf ile tanışmam beni dumura uğratmadı desem yalan olur. Virginia’nın 'Kendine Ait Bir Oda'sını okuduğumda aklımdan şunlar geçti: Odam var, param da var, niye yazmıyorum? Her halükarda yazmalıydım, ne olursa olsun. Ama yazmak gittikçe zorlaştı, iyi yazmak ise bir hayal oldu ben kalıpların içine sıkışıp, akademik hayatta da sürekli olarak İngilizce yazmak zorunda kalınca. Ve bir gün yine benim hayatımı şekillendiren şiirlerin hep erkek şairler tarafından yazıldığını fark ettim, bu kadar romantik, melankolik ve duygusal idiysem onların aşk anlayışı yüzündendi. Tabii ki burda erkek ve kadın yazarlar olarak ayırmak pek doğru değil, çünkü dünya edebiyatı ırk, millet, cinsiyet ve yaş tanımaz. Ama VW’un yazdığı zamanlarda böyle bir ayrım apaçık vardı, hem de 1929’du sene. Nazizm ve faşizme beş kala...


Woolf içten, derinden, feylesof havasıyla, tam pesimizme düşecekken aklın sesini duyar gibi konuşur. Aklın sesi insanı bir yandan kötümserliğe yöneltse de Woolf’ta bir yazarın tutkusu vardır. Onun sesinde kadınları birliğe çağıran, onları yüreklendiren, çoğu zaman suçu kendimizde aramanın yanlış olduğunu, yüzyıllarca varolmuş olan eşitsizliğin etkilerine bakmamız gerektiğini “eşitsizlik” kelimesini kullanmaksızın, onlarca örnek vererek anlatır.

Neden kendine ait bir oda ve neden kendine ait bir para?

Erkekler kadınların yazar olamayışını hep farklı nedenlere bağlamak istemişlerdir. Burda tabii ki erkekler değil, toplum demek daha doğru olacaktır. Kadının nesne olmadığı bir dünya düşleriz bu kitabı okurken, kadının da erkekler gibi gezdiği, değişik insanlarla tanıştığı, tecrübelerini korkmadan yazdığı bir dünya. Ama o zamanlar kadınlar akvaryumdayken, erkekler okyanustaydı. Akademi, mesela Oxbridge erkek egemendi ve kadınların bir köşede sıralarını beklemeleri gerekmekteydi. Kadınların yazarlıkta geri kalışı birçok sebebe bağlanmaktaydı, onlardan her şekilde bahsediliyordu kitaplarda (aşağıdaki dizgelerde göreceğiniz üzere) ama yazar olarak, kendi hayatlarının öznesi olarak pek az yer alıyorlardı edebiyatta:

 “Ortaçağdaki durumları
Fiji Adası’ndaki alışkanlıkları
Tanrıça olarak tapınılmaları
Tinsel yönden daha zayıf olmaları,
İdealizmleri,
Daha görevbilir olmaları,
Güney Denizi Adaları’nda ergenlik çağı,
Çekicilikleri
Kurban olarak sunulmaları,
Beyinlerinin küçük oluşu,
Daha derin bir bilinçalınta sahip olmaları,
Bedenlerinde daha az kıl olması,
Zihinsel, tinsel ve bedensel yönden daha aşağı
Düzeyde olmaları,
Çocukları sevmeleri,
Ömürlerinin daha uzun oluşu,
Zayıf kasları,
Güçlü şefkat duyguları,
Boş şeyler peşinde koşmaları,
Yüksek eğitim görmeleri,
Shakespeare’in onlar üzerine düşündükleri,
Lord Birkenhead’in onlarla ilgili görüşleri,
Dean Inge’in görüşleri,
Dr. Johnson’ın görüşleri,
Mr Oscar Browning’in görüşleri...
(s.33)


Kadınlar daha kendi seslerini duyuramazken yazıyordu VW bunları. Daha da önemlisi kadınların yazamayışları fiziksel ve zihinsel özelliklerine bağlanıyor, onların sosyo-ekonomik şartları hiç hesaba katılmıyordu. Kadınlar kendilerini erkeklerin onları tanıdığı kadar ve tanıdığı şekilde tanıyorlardı. Bu kitabı ne kadar da okusam doyamıyorum Woolf’un sözlerine. 


Belki de ülkemizde hala var olan bu sorun, beni bu kitabı daha da çok düşünmeye, bir kere daha okumaya itiyor. Aileleri tarafından destek görmeyen yazar olmak isteyen kadınlar geliyor aklıma, ailesi herhangi bir şekilde ekonomik olarak destek olmadığı için okuyamayanlar... Kardeşlerine bakmak zorunda kalan büyük ablalar. Genç yaşta evlendirilenler. Yazar olacakken dört duvar arasına kapanmak zorunda kalanlar, bir kağıt kalemi olsa da dertlerini yazamayacak kadar eğitim göremeyenler. 

O zamanın toplumunda kadının (kendisinin de) sosyoekonomik durumunu en güzel şekilde ifade eden VW şöyle der: “Çantamda on şilinglik kağıt para daha vardı; paranın farkına vardım, çünkü para çantamın kendiliğinden on şilinglikler doğurma gücü hala nefesimi kesen bir gerçek olmayı sürdürüyor. Çantamı açtım, işte oradalar. Toplum, yalnızca adını paylaştığım bir halanın bıraktığı belirli sayıdaki kağıt parçaları karşılığında bana, yatacak yer ve yatak, kahve ve tavuk veriyor.” (s. 42)

Aynı zamanda o zamanki değerlere göre kadının nerede ve ne kadar yazabileceği belirlenmişti. Jane Austen’ın dünyayı gezme şansı olsaydı farklı bir şeyler üretecekti elbette ama o toplumsal hayata karışabileceği kadar karışmış ve buna göre de bir kadının gözlemlerini en ince ayrıntısına kadar anlatabilmişti. Çünkü kadının toplumdaki yeri ile erkeğin toplumdaki yeri fazlasıyla ayrışmaktaydı. Kınanan ve dört duvar arasına sıkışan kadınları da inceleyen VW erkek ve kadın edebiyatçıların hayat tecrübeleri arasındaki tezatı gözler önüne seriyor:

“Aralarından birinin George Eliot’ın büyük sıkıntılardan sonra kaçıp kurtulduğu doğru, ama onun da sığınabildiği tek yer St. Johns Ormanı’nda gözden ırak bir villa olmuştu. Ve dünyaca dışlanmasının gölgesi altında gidip oraya yerleşti. ‘Açıkça davet edilmeyi talep etmediği sürece hiç kimseyi eve davet etmeyeceğimin anlaşılmasını isterim,’ diye yazıyordu; madem evli bir adamla günah içinde yaşıyordu, varlığı bir Mrs. Smith’in ya da eve rastgele gelen herhangi birinin saflığını bozmaz mıydı? Kişi toplumsal geleneğe boyun eğip “dünya denen şeyden uzak” kalmalıydı. Aynı yıllarda, Avrupa’nın öbür yakasında bir Çingene kızıyla ya da soylu bir hanımefendiyle istediği gibi yaşayan; savaşlara giden; kitaplarını yazmaya koyulduğunda muhteşem bir biçimde işine yarayacak çeşitli yaşam deneyimini hiçbir engelleme ve sınırlama ile karşılaşmadan elde eden genç bir adam yaşıyordu. Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle ‘dünya denen şeyden’ uzak olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı, bundan alınacak törel ders ne denli iyi bir örnek oluştursa da, Savaş ve Barış’ı zor yazardı, diye düşündüm.” (s.79)

Seni seviyorum Virginia Woolf. Ve merak ediyorum bazen neden o taşlar ceplerinde daldın o derin sulara... 



Bu kitap sosyolojik ve tarihsel anlamda her zaman önemini koruyacaktır, buna hiç şüphem yok. İletişim Yayınları'nca yayınlanan kitabın çevirisi Suğra Öncü’ye ait. Herkese şiddetle tavsiye ederim, özellikle de yazarlığı meslek olarak düşünen korkusuz kadınlara!

Bu kitabı ilk Türkçe okudum, sonra İtalyanca dinledim her gece yatmadan. Virginia Woolf her gece beni rüyalara yatırdı, güzel günlere uyandırdı.  Şöyle dediği için de ayrıca yüreklendirdi: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” 

Ufak bir not: Eğer izlemek isterseniz 2002 senesinde gösterime giren "Hours" güzel bir VW deneyimi olabilir.