Ben kendisini İletişim Yayınları'ndan çıkan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" ile tanıyıp, bu tanışıklığı "Olduğu Kadar Güzeldik" ile pekiştirdim. Mahir Ünsal Eriş, genç ve yetenekli bir öykü yazarı. Kendisi ile röportaj yapma teklifimizi kabul etti ve sorularımızı sabırla cevapladı. Eriş ile öykülerden, yazarlıktan, nasıl yazdığından bahsettik. Bizim çok hoşumuza giden bu sıcak sohbetimizi sizinle de paylaşıyoruz. Soru ve cevaplarımıza geçmeden önce bu ilk röportajın bizim için çok önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmek ve kendisine buradan tekrar teşekkür etmek isteriz.
Edebiyat, yazmak, senin
için ne ifade ediyor? Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark'ta "her yapıt
bir endişeye doğar" diyor. Seni edebiyata iten duygulardan bahsedebilir
misin?
Biz bu meseleyi,
edebiyatımızın mavi pelikanı Sinan Sülün’le hemen her bir araya gelişimizde ama
ayık ama sarhoş, en az bir çevrim tartışıyoruz. Sinan bana kızıyor. Çünkü o,
“benim bir derdim var, dünyaya söylemek, anlatmak, işaret edip göstermek
istediklerim var, bir derdim var, ondan yazıyorum,” diyor. Ben öyle
diyemiyorum. Benimki galiba gevezelik. Ben anlatmayı seviyorum. Anlatacaklarım
var. Ama iyi ama kötü, kudretim yettikçe, aklım erdikçe de anlatayım istiyorum.
Çünkü dünyayla derdin kitapta değil sokakta çözülebileceğine inanıyorum galiba
biraz.
Yazmaya başlamadan önce
“yaratıcı yazarlık atölyesi” benzeri çalışmalara katıldın mı? Bu tarz
çalışmaları yararlı buluyor musun?
Yok, hiç katılmadım. Usul erkân bilmediğim de çok belli oluyordur zaten
yazıda. Yararlı mı yararsız mı bilmiyorum, çok girmek isteyeceğim bir tartışma
değil galiba bu. Ama en azından katılımcıların yazmaya devam edip etmemeleri
konusunda kararlarını etkiliyordur diye umuyorum. Değilse bile, nasıl
yazıldığını görmek okura iyi gelebilir. Hani tiyatro için derler, ‘her
tiyatroyla uğraşan son nefesini sahnede verecek diye bir kaide yok ama en
azından insan seyretmeyi öğrenir orada’ diye. Onun gibi bu da biraz.
Öykülerinde erkek
ağırlığı var, bu bilinçli bir tercih mi; yoksa öyle geldiği için mi erkekleri
yazıyorsun? Bir de özellikle ilk kitapta, kadınları seviyor musun, onlardan
korkuyor musun, nefret mi ediyorsun anlaşılmıyor. Yani esas karakterin kadın
olduğu iki öykü var: ilki Gülderen. Gülderen'i seviyor insan ama daha çok
acıyor; çok güçsüz, çok korkak. Diğeri ise; göğsünü kaybeden kadın karakter.
Güçlü gibi ama aslında değil; kocası tarafından ihanete uğramış. "bir
konsomatris hikayesi" adlı öyküde anlatıcının ablası da güçsüz, saf ve hatta 'aptal'. Ben bu
kadınlarla aramda bağ kuramıyorum mesela ama seviyorum, acıyorum. Neden bu tarz
kadınlar?
Bilmem.
Adamlar da çok farklı değiller ki. Macarca okumaya büyükşehire gelip hırsız
olmuş, soymaya girdiği ilk evde de köpekle arkadaş olmuş adamlar var, patronuna
gizliden âşık olduğu için onun ölüp yerine oğlunun patron olduğu bir dünyayla
barışamayan, sevgilisinden özür dilemeye gidip bembeyaz entarisine kusan
adamlar var. Geneli güçsüz, saf ve hatta –ben kıyamıyorum aptal demeyeyim-
şaşkın tipler. Ancak acıyla, acı söz konusu olduğunda keskinleşebiliyorlar. Ama
daha çok kadın anlatmak istiyorum tabii ki. Çalışıyorum. İnsan kendini deneyip
duruyor.
Bangır Bangır Ferdi
Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik'te yer alan "işe çıkılacak gün"
öyküsü ve "mektup yazılacak gün" öyküleri sanki birbirini tamamlayan
öyküler gibi geldi bana öyle mi? Bir de bazı öykülerde benzer isimlere
rastladım "Evrenos" ve "Erdinç Hoca" aynı insanlar mı?
Evet, ilk kitapla ikinci kitaptaki öyküler arasında açık bağlantılar var.
Her ikisinde birden görünen insanlar da var. Belki üçüncüde de olur,
bilemiyorum. Aynı olay ya da durumun başkalarınca nasıl göründüğünü merak etmek
çocukluktan beri sevdiğim bir şeydir. Denemek istedim.
Kitaplarını tamamlaman
ne kadar sürdü? (karar aşamasından basım aşamasına kadar) Kitabın ya da
öykünün tamamladığını nasıl anlıyorsun?
İlki çok uzun sürdü. Levent Cantek çok bekletti beni. Dosyayı teslim
ettiğimi bile unuttuğum bir zamanda geldi haber. Ama ikincisi daha çabuk oldu
tabii. Ben teslim ettim, Cantek baktı, yayın kurulu baktı, redaktör düzeltti,
Cantek düzeltti ve basıma hazır hale geldi. Bir ay içinde falan bitti işi.
İlkinde sadece beklediğim süre altı aya yakın. Bittiğini nasıl anlıyorum?
Galiba şöyle, ben bir hikâye kafamda tamamlanmadan, ilk paragrafı ve son
paragrafı kafamın içinde yazılmadan oturmuyorum başına. Öyküler biriktikten
sonra da gerisi forma hesabı.
Seni yazarken besleyen
şeyler neler?
Hayattır herhalde. Kitap hariç değil.
Yazma odan nasıl?
Yazarken dış dünyaya kendini kapatıyor musun? Yazarken belli ritüellerin var
mı? Kağıt – kalem ile yazanlardan mısın yoksa daktilo veya bilgisayar
kullananlardan mısın?
Dağınık. Annelerin bir türlü ikna olamadığı o “bu dağınıklığın kendince bir
düzeni var” dağınıklığında bir oda ve masa. Bilgisayarla yazıyorum ben. Elde
yazdıktan sonra onu bilgisayara geçirmek eziyet gibi geliyor. O yüzden doğrudan
bilgisayarda yazıyorum. Ama çok tembelim ben. Temize çekileceğini bilsem kesin
deftere yazardım. Bir de gece çalışabiliyorum ben. Herkes, evdeki,
apartmandaki, karşı apartmandaki herkes uyuduktan sonra. Müzik dinleyemiyorum.
Ama Flash Tv izlemeyi severim çalışırken.
Neden öyküden romana
geçmeye karar verdin?
Öyle bir karar vermedim aslında. Romanla uğraşıyorum, bu ara çok fazla
dergilere, şuraya buraya yazmayacağım dedim kendime. Onu da beceremedim gerçi,
OT’la bozdum yemini. Ama öyküyü bırakmış değilim. Bırakmam da herhalde.
Geçenlerde Levent Cantek de yine iştahlandırdı beni öykü yazmaya. Yazıyorum ben
de, devam ediyorum. Öyküye devam romana selam; hayatımız slogan oldu. Yaşasın
Gezi!
Türkiye'deki öykücülük
hakkında neler düşünüyorsun? (Mesela neden bu kadar az değer gördüğü ve hep
roman öncesi bir deneme gibi değerlendirilmesi yönünde senin fikirlerin nedir?)
İyi şeyler düşünüyorum. Çok güzel öyküler yazılıyor, çok güzel kitaplar
çıkıyor. Hem de büyük büyük yayınevleri basıyor bu gencecik öykücüleri. Bu
önemli bir gelişme. Çok iyi öykücülerimiz var, daha da iyileri olacak,
göreceğiz. Bana öyle bir sıçrama tahtası gibi gelmiyor ama öykü. Yani aynı
şeyler değiller bir kere. Öyküye bol su katınca roman olmuyor. Başka türlü
kuruluyor, yazılıyor ve okunuyorlar. Kaldı ki öykünün sanıldığından daha
itibarlı bir yerde durduğunu düşünüyorum artık. Güzel şeyler okuyacağız bence,
çok heyecan verici.
Sinemayla aran nasıl? (Bu
aralar fazlaca Türk filmi izlediğini biliyorum ama genel bir soru olarak
düşünebilirsin bunu.)
Sinemayla kötü ama filmle iyidir diyebilirim. Bir sağlık durumundan ötürü
sinemaya gidemiyorum. Görsel ve işitsel uyaranların kuvveti beni kötü yapıyor.
Ancak Nuri Bilge Ceylan filmlerine falan gidebiliyorum. Yeşilçam’a, özellikle
de Safa Önal-Bülent Oran-Sadık Şendil üçlüsünün yazıp, Osman Seden’lerin, Atıf
Yılmaz’ların, Memduh Ün’lerin, Erksan’ların, İnanoğlu’ların çektiği siyah-beyaz
yılların filmlerine müptelalığım kaygı verici boyutlardadır ama. Orada bize
şeklen benzeyen insanların yaşadığı erişilmez uzaklıktaki bir gezegeni izliyor
gibi hissediyorum. Dünyanın en dibine denk geldi ömrümüz. Keşke kırk yıl daha
önce doğmuş ve çoktan ölmüş olsaydım.
Neden Türkan Şoray?
Neden mi? Başkası da mı var?
10 dil bilmen senin
hakkında en çok bahsedilen özelliklerin biri, bu diller hangileri? Sence
dil ile olan bu ilişkin yazmanı nasıl etkiliyor?
Benim on dil bilmem sadece Gülenay Börekçi’nin teveccühünden ibaret. Çünkü
belli bir sayısal karşılığı olduğunu düşünmüyorum dil bilmenin. Dil,
anlaşıyorsanız dildir. Bir insanla, bir yazıyla, bir sesle anlaşılabildiğiniz
sürece o dili dil olarak kabul edebiliriz. Bunun dışındaki tüm dilbilgisi donuk
bir ansiklopedik bilgi yığınıdır. Kaldı ki şöyle bir durum var. Hiç yabancı dil
bilmiyorum, diyen birinin bile Azerice, Kırım
Tatarca, Irak Türkmencesi ve Gagavuzcayı doğal olarak anlayabileceğini kabul
edebiliriz. Yani insan Fransızca öğrenmekle sadece bir dil yüklenmez,
İtalyancayı, İspanyolcayı, Portekizceyi, Valoncayı hatta Rumenceyi de anlamayı kolaylaştıracak
hatta anlaşılır kılabilecek bir paradigmayı Fransızcayla beraber alır. O yüzden
şu kadar dil biliyorum demek pek itibar edilecek bir şey değildir. Hangi
dilleri konuşuyor, yazıyor, okuyor, dinliyor, anlıyorsanız dil odur. Anladığım
bazı diller var benim de. Ama annemin evin içinde, çarşıda, pazarda konuştuğu
dille kurduğum ilişki sanırım daha çok etkiliyordur yazmamı.
Yazmanın ve çevirinin
yanı sıra akademik olarak da yoluna devam ediyorsun öğrendiğim kadarıyla.
Master-doktora konuların nelerdir?
Etmiyorum. Hafazanallah, devam etmeyi düşünmüyorum bile hatta. Akademinin
durumu malum, anlatmayayım şimdi emekli paşalar gibi uzun uzun. Benimki biraz
askerlikle ilgili bir durumdu. Kamuflajları giymeyeyim derken tarih doktoru
olacaktım neredeyse. Bir de tabii arkeoloji mezunuyum ben, işsiz kalacağım
muhakkaktı. Akademiye yanaşmaktan başka çarem yoktu. Neyse ki temelli sıyrıldım
artık. Eğlenceli konular çalıştım ama. Mastıra başvurmaktaki niyetim Türkiye
Yahudilerinin modernleşmesini çalışmaktı. Sonra girdiğim bütünleşikte de
çalıştığım konu ‘Türkiye Yahudilerinde Türk Milliyetçiliği’ydi. Şimdiyse
bedelliyi ödeyeyim diye çektiğim kredi için çalışıyorum. Hayat.
Seninle ilgili internette araştırma
yaparken Afili Filintalar’daki birkaç yazına da rastladım. Afili Filintalar ‘a
ne zaman katıldın ve ayrılmayı düşünüyor musun?
Afili Filintalar ’la ilgili fikirlerimi daha önce Yalnızlar Mektebi ile yaptığımız bir sohbette anlatmıştım uzun uzun. İkinci baskı
yapmayayım şimdi. Ama şu var. Afili Filintalar hala okuyucusu olan bir yazı
ortamı. Burun kıvıranı kadar, ısrarla inatla okuyanı takip edeni de var, beğen
beğenme. Okurun hazırda beklediği bir yer. İlk kitabımın çıktığı günden beri
neredeyse, benimle öykülerini, romanlarını, kitap dosyalarını paylaşan
insanlarla tanışıyorum. Bunların arasında yazmaya şaşırtıcı bir iştah ve
yeteneği olan gencecik adamlar, gencecik kadınlar var. Onların öykülerini
burada, kendi adıma ayrılan sayfada yayınlamak istiyorum. Artık adı Konuk
Filinta mı olur ne olur bilemiyorum. Ama benim mail kutumda kalmasınlar,
okuyucu bulsunlar ve geri dönüşler alsınlar istiyorum. Edebiyat-yazı blogları
bu kadar hayati önem ve değerdeyken bu imkânı yeni öyküler okumak için
kullanalım istiyorum. Elimde birikiyorlar. Paylaşacağım yakında.
Ve bir on yıllık gelecek
planında yazar-akademisyen-köşe yazarı olarak hedefinde neler var?
Akademisyenlik zinhar, köşe belki, biraz elim rahatlarsa. Ama futbol
yazmayı seviyorum ben, fırsat olması lazım. Kısmet. Ama öyküye romana ömür
elverdikçe, akıl erdikçe devam etmek niyetindeyim. Yani anlatacaklarım oldukça
tabii. Romanlarım var, öykülerim var, bakalım. Ömür olsun da.