29 Mart, 2014

"Ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..."


Hepimizin hayatında olduğu gibi benim de hayatımda rol model aldığım kişiler vardır. Bunların başında bütün eğitim hayatım boyunca derslerine gitmek için can attığım, okumalarını, ödevlerini büyük bir şevkle yapmaya çalıştığım öğretmenlerim gelir. Günün birinde onlar gibi olabilme ihtimalim ve onların benim hayatımda bıraktıkları izleri benim gibi öğrenciler üzerinde bırakabilme ihtimalim hayatımın kilit noktalarında aldığım kararlarda hep etkili olmuştur. Öğretmenlerim dışında zorluklarla mücadele eden, hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşama azmini hiçbir zaman kaybetmeyen, başkalarının hayatlarını olumlu yönde değiştirmeye çalışan kişileri de büyük bir takdirle izlemeye çalışırım. Bu kişilerin başarılarını takdir ederken ortaokul yıllarımda çok sevdiğim bir öğretmenimin hiç unutmadığım bir lafı gelir aklıma hep: "Siz alan el değil veren el olun!" Şafak Pavey de kuşkusuz hayat hikayesiyle, başarılarıyla, toplumsal sorumluluk faaliyetleriyle, milletvekili olarak çalışmalarıyla veren el olabilmeyi başaran nadir kişilerden biri. İşte Pavey'in Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir adlı eserini böyle duygular içinde okumaya karar verdim. Bu aynı zamanda Pavey'in İran'daki mülteci çocuklarla çektiği filmin de adı.



Pavey 2011 yılında Kırmızı yayınları tarafından basılan bu kitabını şu şekilde tanımlıyor: "Kendi çaresizlikleriyle yola çıkmış genç bir insani yardım görevlisinin, görev yaptığı ülkenin çaresizlikleri ile baş etme hikayesini unutulmaması için yazıldı" (10). Yazarın İran'da yaşadıklarını, ülkedeki deneyimlerini, rejime, kadın haklarına, sansüre, baskıya yönelik paylaşımlarını büyük bir heyecanla ve bir yandan da ülkemin içinden geçtiği son durumlar ışığında okudum. Bir yandan İran rejiminin otoriter yapısını çarpıcı örneklerle daha net bir biçimde anlama imkanı bulurken öte yandan kaygıyla her gün gittikçe otoriterleşen ülkemi düşündüm. Bizim için en temel hakların her gün gittikçe nasıl elimizden kaydığını gözlemlerken yakın gelecekte daha neleri kaybedebileceğimiz ihtimalini korkuyla düşündüm. Twitter'a, youtube'a erişimin yasaklandığı, protestolara katılan gençlerin polis şiddetiyle hayatlarını kaybederken, ailelerine tek bir özür dahi dilenmediği ülkemin İranlaşma ihtimali beni dehşete düşürdü. Pavey'in mecliste yaptığı önemli konuşmalardan bir tanesi de aslında bu süreci çok güzel bir biçimde yansıtıyor.



Örneğin, bizim için en temel haklar olarak algılanan bisiklete binmek, motosiklet kullanmak ya da stadyumda maç seyretmek gibi faaliyetlerin İran'daki hemcinslerimiz için yasaktı. İlk kez Roma tatilinde motosiklet kullanma fırsatına erişen arkadaşı Mitra'nın rüzgardan kulaklarındaki küpelerinin sallandığını hissetmesi ve bundan duyduğu hayreti Pavey'e aktarmasını okurken bir an korkuyla kendimi Mitra'nın yerine koydum.

"Mitra devrim çocuğuydu. İran onun için mollalarla başlıyordu. Ondan rüzgarda küpelerinin sallanmasına duyduğu hayreti dinlerken gözlerim doldu. Bizim aklımıza rüzgarda küpelerimizin savrulmasına şaşırmak hiçbir zaman gelmezdi ya da saçlarımızı savuran rüzgarın özgürlük olduğunu hayal etmek." (35)

İran İslam Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana stadyuma girememiş kadın taraftarların 2005 yılında stada girmek için verdikleri mücadeleyi ve zaferlerini yüzümde büyük bir tebessimle okudum. "Kolay olmamıştı, İslami Cumhuriyetin kuruluşundan beri yani 26 senedir stadyuma girememiş, yok sayılmış kadın futbol taraftarlarının 2005'teki tarihi zaferi. Devrim muhafızlarından dayak yediler, bazılarının bacakları kırıldı, girmeyi başaramadı. İranlı kadınların İslam Cumhuriyeti tarihindeki ilk gerçek zaferiydi." (52)

Pavey kitabının bir bölümünde arkadaşı Mitra'nın Tüklere kendilerini geçtikleri için derinden içerlediklerinden bahsediyor. "Arkadaşım Mitra, İranlıların Türkleri değil Türkiye'yi sevdiklerini düşünüyordu. Çünkü yaşadıkları bir gıdım özgürlüğü de Rıza Şahla Atatürk arasında yapılmış süresiz anlaşmaya borçlu olduklarını bilir, minnet duyarlardı. Bu anlaşma sayesinde vizesiz olarak Türkiye'ye kaçabiliyor ve bir nefes alıp yeniden ülkelerine dönebiliyorlardı. Türklere ise derinden içerliyorlardı: kendilerini geçtikleri için." (76) Bu algı şu an için ne kadar doğru olur bilemiyorum ama yazımı da olumsuz bir ruh haliyle bitirmek istemiyorum. Ülkemde değişimin mümkün olduğuna dair inancımı ve demokrasiye olan inancımı asla kaybetmiyorum. Kaybetmek istemiyorum.Yazımı Pavey'in Gezi Parkı sürecinde hayatlarını kaybeden gençlerin anneleriyle hazırladığı kısa belgeselle bitiriyorum. "Nereye gidersem gideyim, gökyüzü benim. Eh, bununla da mutlu olmak gerek, ne de olsa bugüne kadar hiçbir totaliter rejim gökyüzünü hapsedemedi..." (188), diyor Pavey. Ülkemizde bundan daha fazlasıyla mutlu olacağımıza dair inancımızı kaybetmememiz dileğiyle!



23 Mart, 2014




"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."



Sanırım üstteki alıntının sonrasında kitapla ilgili bir özet vermeye gerek kalmıyor. Gregor Samsa, bir oğul, bir ağabey ve bir pazarlamacı. Bir sabah kendini, insanların görmeye dayanamadığı bir böceğe dönüşmüş olarak buluyor. 

Kafka'nın bu ölümsüz eserini okuduğumda daha liseye gitmiyordum. Orta okul sıralarında saçma sapan sınavlara hazırlanırken dershaneye "ben bir insanım ve sosyal ihtiyaçlarım var" şeklindeki 'kabul görmesi zor' bir nedenle gitmeyi reddettiğim zamanlarda okumuştum. O zamana kadar bu denli iştah ve şevkle okuduğum başkaca hiç bir roman olmamıştı. Kapağı kapatıp baktığımda ise hayatımın asla aynı olmayacağını biliyordum çünkü ben de bir Gregor Samsa adayı olduğumun bilincine varmıştım. 

Kafka'nın bu eseri üzerine çok yazılmış; akademik ya da kişisel bir sürü doküman ve metin bulmanız mümkün. Ben burada onları tekrar etmek istemiyorum ama onların değindiği noktaların dışında anlatılacak bir 'nokta' bulmak da çok güç. Bu nedenle sizden ricam bu yazıyı bir kitap incelemesi gibi değil de; bir dertleşme ya da bir deneme gibi okumanız.

Dönüşüm, çok vurucu ve net bir girişle başlar. İnsandan böceğe dönüşüm. Aslında gerçek dışıdır, bir insanın bir böceğe dönüşmesi ama siz hiç kendinizi böcek gibi hissetmediniz mi? Ben hissettim. Hatta son zamanlarda insan olduğumu hissettiğim zamanlar o denli az ki... Dönüşüm üzerine yapılan incelemelerde iktidara, ve yabancılaşmaya vurgu vardır. Kafka'nın kişisel yaşamından yola çıkarak babası ile olan sorunları üzerinden aktarılır bu vurgular. Ve elbette ki kapitalizm, yabancılaşma yaratması açısından es geçilmesi imkansız bir ögedir. Peki biz iktidar karşısında kendimizi nasıl görüyoruz? 

İktidar önce evde ailede başlıyor; her ne kadar samimi olduğu düşünülen bir ilişki biçimi olsa da aile bizim 'güç' karşısında, ilerleyen hayatımızda nasıl bir pozisyon alacağımızı öğretiyor. Bunu yaparken sadece korku unsurunu da kullanmıyor, duygularınızı da kullanıyor. Davranışlarınızı ona göre belirliyorsunuz. Sevdiğiniz insanları kırmamak için kendinden taviz veriyoruz, tekrar, tekrar, tekrar... Ta ki bu bir hayat biçimi olana dek. Sonra okul! İtaatin, belli bir kalıba girmenin askeri düzende öğretildiği mekan. "Sus, öğretmene cevap verilmez!", "Öğretmenden daha iyi mi bileceksin?", "İtiraz edersen notun düşer" tehditlerle iktidarın gücüne boyun eğmeyi öğreniyorsunuz. Hatta benim gibi siyaset bilimi okuyanlar bilirler, derste hocalar size 'demokrasi'den, 'fikir özgürlüğü'nden dem vururlar ama bir yandan da sınavda ya da derste onların 'doğru'larına ters bir fikri savunduğunuzda, sınıftan atılabilir, topluluk önünde rencide edilebilir ya da dersten kalabilirsiniz. Çünkü, bahsi geçen iktidar gücü onlardadır. Çalışma hayatı da bu üstte anlatılanlardan farklı değil. Bize "yap" denileni yapmak zorundayız, sorgulamaya ya da itiraz etmeye kalktığımızda bu kez  en iyi ihtimalle "zam alamamak", "terfi alamamak" ya da "kovulmak" ile tehdit ediliriz. İktidar bizi her an ve bizim her yanımızdan kuşatmıştır. Bedenimize karışır, cinsel tercihlerimize karışır, dilimize, dinimize, fikrimize, alanımıza, ahlakımıza, aklımıza, ruhumuza... Nefes almak neredeyse imkansızdır. Bunu fark ettiğimizde ise zaten bir böceğe dönüştüğümüzü görürüz. İktidar bizden, biz de artık kendimizden tiksinir hale gelmişizdir.

Gregor Samsa'nın görevi ailesine bakmak ve onların borçlarını ödemektir. Ama yaşadığı dönüşüm sonucu artık işe gidememektedir. Hatta ne acı ki, işe geç kalması nedeniyle onu denetlemeye müdürü eve gelir. Onun 'hasta' olduğuna inanmaz. Gregor yaşadığı dönüşümün tüm acılarına rağmen yine de işe gitmeyi düşünmektedir ve müdürüne durumu anlatabilmek için güçlükle odasının kapısını açar. Gördüğü manzara karşısında müdürü tek söz etmeden evi terk eder. Müdür Gregor'un halini anlamaya çalışmaz çünkü Gregor böceğe dönüşmeden önce de kendisi için bir şey ifade etmemektedir. Ama burada asıl sorun ailedir ya da sizi sevdiğini düşündüğünüz insanların verdiği tepkiler. Gregor'un ailesi onun bulunduğu durumdan ötürü korku ve tiksinti duymaktadır. Görmek istemezler onu. Kız kardeşi Grete başlarda Gregor'a karşı sevecendir; ona yemek getirir, odasını havalandırır ama sonraları o da uzaklaşır Gregor'dan. Evdeki herkes kısa bir süre içinde geçim derdine düşer; baba bir bankada çalışmaya başlar, anne evde dikiş diker, kız kardeş bir dükkanda çalışmaya başlamıştır. Ağırlaşan hayat koşulları ile birlikte Gregor onlar için artık daha büyük yük haline gelmiştir. Onun varlığını kimse istemez. Hatta Gregor'un en çok değer verdiği kız kardeşi Grete bile ondan vazgeçmiştir ve kurtulunması gerektiğini düşünmektedir. Bu acıya Gregor daha fazla dayanamaz ve ölür. Ölüsü evdeki hizmetçi kadın tarafından süpürülür ve kadın aileye "o şey"i nasıl çıkaracakları için endişe etmeye gerek kalmadığını, söyler.

Romandaki tüm yaşananlar gerçek dışı bir şekilde anlatılmıştır. Ama ben ne zaman bu kitabı elime alsam gerçekmiş hissiyle okurum. Kafka'nın bu eserinde derin bir mizah duygusunun olduğundan bahseden yazılar okudum, sonra kitabı tekrar bir gözden geçirdim ama derin bir acıdan başka bir duyguyla karşılaşamadım. Her okuyuşumda; kendime ve içinde yaşamak zorunda kaldığım bu saçma düzene karşı, ruhumda tarifsiz bir acı, çaresizlik hissi ve bu hislerin yarattığı bir öfke birikiyor. Derin bir ümitsizliğe kapılıyorum. Ben bir böceğim! Değersizim! Sistemin ihtiyaçlarını karşıladığım ölçüde işe yararım, hatta sevilirim çünkü sevilmem bile 'varlığım'dan değil 'yararım'dan geliyor. Gitgide kendime yabancılaşıyorum. Nesneleşiyorum. Sistemin dışına çıkmak da bu noktada kar etmiyor gibi çünkü benzerliklerimiz ne kadar azsa bir o kadar görünmez oluyoruz. Kabul görmek için benzeşmek durumundayız. İçiçe geçmiş aynalardaki yansımalar kadar eş olana dek benzeşmeli, kişisiliksizleşmeli, sanallaşmayız. Tüm bunların yanında da itaatkar olmalıyım! Bunları düşündükçe isyan etmek istiyorum, tıpkı orta okul sıralarında yaptığım gibi "ben bir insanım" demek istiyorum. Ama galiba sistem o kadar derinlerime nüfus etti ki artık, bunu yapmaya bile mecalim yok. Sadece üzülüyorum halime, halimize. 

Size bu pazar gününde eğlenceli, mutlu, umut veren bir yazı yazmak isterdim. Ama şu yaşadığımız günlerde bu pek mümkün değil. İktidarın karşısında böcek kadar bile  değerimiz yokken bırakın geleceği şu ana dair bile güzel bir şey yazamıyorum. Yine de Dönüşüm'ün bu günlerde okunması gereken bir kitap olduğunu hatırlatmadan yazımı bitirmek istemem. Okuyun ve okutun efendim, okumaktan kimseye zarar gelmez! 

22 Mart, 2014






“Yüksek binalar, aralarındaki dar sokaklar, sayısız araba, korkunç bir karmaşa… Hepsi birden ortadan kaybolacaklar ve şehir… eski… çok eski günlerine geri dönecekmiş gibi. Tepeler mezarlıklarla, ovalar meyve ağaçlarıyla dolacak, dereler yeniden akacak, ahşap evlerde yangınlar çıkacak, yangın yerlerinde çocuklar top oynayacak… devrim düşleri yeniden kurulacakmış… gibi. Zaman şehrin içinden bir ileri bir geri geçip gidecekmiş gibi.” (Mine Söğüt, Dışına Uzayan Cambazla İçine Kıvrılan Salyangozun Hüzünlü Hikayesi, s.166)


1990’ların ilk yarısında henüz ilkokula giden küçük bir çocukken ben, yazları “şehirlerarası” bir otobüse binip Silivri’nin biraz ötesindeki yazlığımıza giderdik topluca. Öyle bir dönemdi ki, otobüslerde buram buram sigara içilirdi, muavinler Mercedes O 303’lerin kapılarından sarkıp bağırarak yolun kenarından  yolcu toplamaya çalışırlardı. Her yolculukta yanımdaki kişi değişirdi, kimi zaman anne, çoğunlukla okul biter bitmez beni yanına katan teyze, bazen kuzen, kimi zaman da 1918 doğumlu dede. Hiç unutmam, bir keresinde, çok sıkıldığımdan olacak, bir süre boşluk bir araziden geçerken “neredeyiz” diye sorduğumda dedem, bana bakıp, “daha var Haramidere’deyiz” demişti. Uzunca boşluğa ve yeşilimsi sarı olan düzlüğe bakıp, “Haramidere ne ki dede” dediğimde, dedem, “burada bir dere var, haramilerin yaşadığı bir yer, yaramazlık yapan çocukları da otobüslerden alıp götürüyorlar” demişti. Dedem 2003 yılından beri yok ve çocuklara güzel haber; Haramidere’deki “harami”lerin yerinde de artık toplu konutlar ve alışveriş merkezleri var.


2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Milyonluk Manzara kitabının önsözünde Tanıl Bora, kentsel dönüşüm meselesinin “buralar hep dutluktu” nostaljisinden arındırılarak çalışılması gerektiğini söylüyor. Aslında çok da haklı: Hayattaki diğer her şey gibi kentler de dönüşüyor, genişliyor, ölüyor ya da diriliyor. Ama söz konusu İstanbul olduğunda, bir 90’lar çocuğu olarak benim bile birden fazla “dutluğumun” olması, içinde bulunduğumuz hızlı dönüşümün iyi bir göstergesi. Zaten Bora da kabul ediyor bu durumun olağandışılığını. Güncel kentsel dönüşüm kavramının, imar ve inşa döneminin, alışılagelenin dışında bir kapsamı olduğunun altını çiziyor.  Ve yine benim çocukluğuma dönersek, mesele artık İstanbul’un çeperlerinin yapılaşmasından çok daha çetrefilli. Yani tartıştığımız Haramidere değil; Tarlabaşı ve Taksim gibi kentin merkezindeki yerler… Halkların sürülüp milyon dolarlık tarihimsi ev projelerinin yapıldığı, ideolojik özellikleri dolayısıyla çeşitli mahallelerin dönüşüm adı altında dağıtılmaya çalışıldığı ve kent merkezindeki tek ve son yeşil alanın yok edilip yerine kışla görünümlü bir alışveriş merkezinin kondurulması rüyasının siyasilerin ve siyasi sarmala tutunmuş müteahhitlerin iştahını kabarttığı çok katmanlı sosyal ve siyasi bir mesele… Kentsel dönüşüm şu haliyle, yapısaldan ziyade bir toplum mühendisliği sorunu: Veli Göçer’den Ali Ağaoğlu’na giden yolun acıklı hikâyesi.

Nar Photos 


Milyonluk Manzara, içeriği dolayısıyla biraz karmaşık ama bu hikâyeyi farklı yönleriyle, Nar Photos’un çektiği başarılı fotoğraflarla ve çeşitli yazım biçimleriyle göstermeye çalışan bir kitap. Bora’nın deyimiyle eklektik bir eser, içinde akademik makaleler de, kentsel dönüşüme ait küçük öyküler de, denemeler de var… Hepsi kentsel dönüşümün ayrı bir yerinden tutmaya çalışıyor: Modernizm, mimari, neoliberalizm, sınıf farklılıkları, etnisite, tüketim, mekânsal ayrım, mutenalaştırma vb. Ancak sonuç olarak vardıkları nokta aşağı yukarı aynı şey oluyor: Kentlerimiz (sadece İstanbul da değil, güzel bir Ankara yorumu da görebilirsiniz) hızlı bir biçimde betonlaşıyor, değişim insani bir yaklaşımdan kesinlikle uzak ve kentsel dönüşüm süreci şu anki haliyle, olması gereken “depreme hazırlık” safhasıyla bağlarını tamamen koparmış durumda.

Birikim Dergisi, Sayı 270 "İnşaat Ya Resulullah"

Peki betonlaşma dışında dikkatimizi çeken noktalar neler? Sosyal bilimci gözüyle birkaç fikre temas etmek istiyorum...

  •     Kentsel dönüşüm hiçbir zaman çok katlı yüksek binaların oluşmasından ibaret değil. Bu süreç beraberinde belirli bir yaşam tarzını da empoze ediyor; kapitalist tüketim çılgınlığını pompalıyor:

“Her dönüşümün altında, bu tüketim alışkanlıklarındaki kavileştirme ve şişirme ile beraber, dönüştürülenlerin ciddi bir banka kredi sistemine sokulması kaydedilebilir. Çift bir borçlanma süreci söz konusudur: Hem daire sahibi olmak için hem de modern bir tüketici olmak için. Bu bağlamda kentsel dönüşüm bir nevi sosyal mühendisliğe benziyor. Toplu konuta geçmeye paralel olarak yeni bir hayat tarzına bir geçiş meydana gelir, zoraki bir şekilde.” (Jean-François Perouse, Kentsel Dönüşümün Yaygınlaştırılması ya da Suskun Çoğunluğun Zaferi, s.53.)

Gerçekten de, şehir merkezinden görece uzakta site içinde yaşayan insanların en büyük sosyalleşme araçlarının yakınlarındaki alışveriş merkezi ve orada bulunan Starbucks Coffee olmasını hüzünlü bir tesadüf olarak tanımlayamayız.

  •        İktidarın yıkım kararı aldığı bölgelerin, bilinçli seçimleri yansıttığı ve siyaseten sorun olarak gördüğü yerleşim yerlerini “halletme” derdinde olduğu:
"Yıkım haritalarında göze batan yer seçimleri, sınıfsal ve politik tercihleri ortaya koyuyor: Ne alt-orta tabakaların ne de sağ diye bilinen yelpazenin birer cm üzerine kayıyor yıkımın yer seçimleri.” (İhsan Bilgin, Kentsel Dönüşümün Doğası; Akış mı Zorlama mı?, s.22)

Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Sulukule için ortaya çıkan dönüşüm projeleri, bu gözle bakıldığında daha da büyük bir resme işaret ediyor.

Nar Photos


  •        Sadece sınıfsal ayrımlar değil, mekânsal ayrımlar da keskinleşiyor... 
Örneğin, Pınar Öğünç yazısında şu sıralar çok revaçta olan Bomonti’den bahsediyor. Anthill gibi lüks konut projelerinin yapıldığı bir bölge burası. Öğünç, gazeteci kimliğini de gizleyerek, oradan bir ev kiralamak istermiş gibi emlakçıyla görüşüyor. Yolun karşısı Paşa Mahallesi, çoğunluğu tapusuz evlerden oluşan gecekondudan bozma bir yerleşim alanı.  

“Koridorlardan kart okutarak geçerken “Peki karşı taraf…” demekle sorulmamış sorunun cevabını veriyorlar hemen… Tam bu cümle kurulmasa da, tam şunu anlamamız isteniyor: Merak etmeyin ‘karşıdan’ hiç kimse bu binaya giremez.” (Pınar Öğünç, Takdir Edersiniz ki bir Milyon Dolar Veren Kimse Bu Manzaraya Bakmak İstemez, s. 131)

Bir taraftan üst sınıfların steril güvenli yaşamlarının idamesini sağlarken, diğer taraftan karşıdan “bu” tarafa geçemeyecek insanların hiç orada olmamasına da son hızla çalışır devlet ve sermaye.

“Birkaç temel sorunun ardından ‘karşı taraf’ meselesini açınca, her şeyi toparlayan o cümleyi söylüyor bir kadın görevli: ‘Takdir edersiniz ki bir milyon dolar veren hiç kimse bu manzaraya bakmak istemez. O kısım çözülecek.’ İster mi?” (Öğünç, s.131)

Bomonti 

Hakan Bıçakçı da “Mağaza Devri”nde güzelce anlatıyor bu durumun bir başka versiyonunu. Bir semtin sakini olan öykünün başkarakteri, mutenalaştırma (gentrification) süreciyle  öykünün sonunda, o semtte daha fazla kalamadığı için başka yere yerleşmiş, o semtteki lüks restoranda garsonluk yapmış ancak iş dönüşü o semtteki lüks mağazadan istediği şeyi bile alacak bir haftalığa sahip olamamıştır. Semt ismi verilmese de aslında klasik bir Cihangir öyküsü olarak da adlandırabiliriz. Birkaç sene sonra kuvvetle muhtemel bir Tarlabaşı hikâyesi de olacaktır diye düşünüyorum.

Yeni Tarlabaşı, gelecektir, berekettir, tarihtir, umuttur... ?


Aslında hem kentsel dönüşümün özünde hem de kitabın içeriğinde, bunun gibi işaret edilecek çok fazla sosyal ve de ekolojik olgu var. Ve bahsedebildiğimden çok daha fazla yazar ve yazı var kitapta... Hepsine değinmem imkansız... Bu konunun sosyal hatlarına değinmeye çalışırken de, çevresel kısmını göz ardı ettiğim sanılmasın... Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı, 1453 gibi projelerin yarattığı çevre tahribatının bence ayrıca bir yazıyla uzun uzadıya tartışılması gerekiyor. Ama meselenin hem ekolojik hem sosyolojik olguları Haydar Ergülenli bir bitişi hakediyor:

“Unutmak mı, hayır, asla! İstanbul sana yapılanları unutma!” (Tebdil-i Mekanda İktidar Vardır: Devrim, Direniş, Taksim, s.214.)  


Kesmedi değil mi? 

Hadi o zaman… Youtube yasaklanmadan... 


16 Mart, 2014

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.


Sinemayı severim ama sinefil bir insan olduğum söylenemez. "Şu filmleri izlemem lazım" "bu yönetmen şöyledir" gibi genel yorumlar yapacak bir dağarcığım yoktur itiraf etmek gerekirse. Benim için önemli olan, gerçek hayatta yeterince kasvet ve sıkıntı olduğundan diğer sanat dallarının olduğu gibi sinemanın da keyif beklentimi karşılıyor olmasıdır. Bu durumu bozan nadir insanlardan biri Ferzan Özpetek'tir. Bütün filmlerini seyrederim, filmlerinin soundtrackini dinlerim ve yaptığı işleri takip ederim.
Kayıplarla ve üzüntülerle dolu bu haftada bir nebze olsun keyfimizin düzelmesi için yönetmenin gündemle de bağlantılı olan ilk kitabı hakkında yazmak istedim. Yönetmenin ilk kitabını alırken en büyük beklentim, filmlerinden aldığım keyfi kitabında da yakalamaktı. Daha detaylı yoruma geçmeden söyleyebilirim ki; filmlerin yazıya dökülmüş versiyonuydu bence ve evet çok keyif aldım.
Bilenler bilir; Ferzan Özpetek aşkı, sevgiyi ve insani duyguları anlatır, konulara güzel müzikler ve İtalya'nın ya da bazı filmlerinde olduğu gibi İstanbul'un güzel mekanları eşlik eder. Bu kitapta da İstanbul fonunda tesadüflerle kesişmiş iki hikaye söz konusu. İki akış da Ferzan Özpetek'in hayatından izler taşıyor.


Hikayelere konu olan ilk karakter erkek ve Ferzan Özpetek'in otobiyografisi aslında. Türkiye'de burjuva bir ailede doğup büyümüş ve İtalya'da sinema eğitimi almış. Aşkın yönetmeni kitapta da aşktan bahsediyor: "Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur." Kitapta annesine yaptığı ziyaret Gezi olaylarının etkisi ile de uzamış ve biraz da geçmişiyle iç hesaplaşmasına dönüşmüş. Gezi'nin konusu geçmişken kitapta bu konuyla yapılmış güzel bir ifadeyi de paylaşmak isterim: "Bize ne ad veriyorlar biliyor musun? Çapulcu. Oysa yıkmak, yok etmek isteyen biz değiliz ki; biz korumaktan yanayız."
Diğer kadın karakter ise İtalyan. Eşi ve bir diğer çift ile hem turizm hem de ticaret için Türkiye'ye yaptıkları ziyaret, trajik bir kazayla boyut değiştiriyor. Bu kaza sonrasında eşinin kendisini aldattığını öğrenen ve kalıpların arasına sıkışmış olan kadın, bütün fazlalıklarından kurtulup gene Gezi olaylarının fonunda kendi iç yolculuğuna başlıyor.
Kitap genel olarak çok akıcı olsa da edebi olarak daha tatmin edici olabilirdi, eser biraz senaryonun taslak versiyonu gibi kalmış. Karakterler daha iyi kurgulanabilir ve aralarındaki ilişkiler daha detaylı anlatılabilirdi ancak kitabın çıkışının yönetmenin son filmi "Kemerlerinizi Bağlayın"ın vizyona gireceği tarihe denk getirilmesi için biraz aceleye getirilmiş gibi gözüküyor. Böyle düşünmemde en önemli etken, kitapta işlenen bir konunun İtalya versiyonunun sadece kişiler ve isimler değişmiş olarak filmde de kullanılması oldu. Ergenlik çağında eşcinselliğini keşfeden iki çocuğun, birisinin babası tarafından basılmaları ve evdeki diğer insanlara aşağılayıcı bir üslupla teşhir edilmeleri. Burada da yönetmen sonradan babasının kendisi hakkında topladıklarını -hakkında çıkan haberler vs-görüyor ve babasıyla olan hesaplaşmasına gönderme yapıyor: "Duygulandım. Olabilecekken olamayan için. Sahip olamadığım kahraman için." Belki biraz daha üzerine çalışılsaydı bu zamana kadar Kapalıçarşı için duyduğum en güzel benzetmelerden biri olan "çiçek dürbünü" gibi örneklere daha fazla rastlayabilirdik. Kitaptan bahsederken Ferzan Özpetek'ten devamlı olarak yönetmen diye bahsetmem de bir izlenim yaratmıştır sanırım.
Daha fiziksel konuları eleştirmek gerekirse yayınevi baskı ve kağıt kalitesi konusunda daha seçici davranabilirdi. Ayrıca kitabın "Kahve Dünyası" şubelerinde satılması nasıl bir strateji anlayamadım.
Ancak özetle diyebilirim ki kitabı okurken yüzüme bir tebessüm geldi oturdu. Bunun için bile okumaya değer. Bir de Ferzan Özpetek filmlerini hiç izlememiş ancak kitabı okuyacak olanlar için naçizane tavsiyem olacak. Bu kitabın atmosferini daha iyi anlamak ve ortamı gözünüzde canlandırmak için yönetmenin birkaç filmini seyredin.
Kişisel not: Yönetmenin bu zamana kadar en sevdiğim filmi "Karşı Pencere" iken yeni vizyona giren filmi "Kemerlerinizi Bağlayın" onu geçmiş durumda. Filmin tanıtım videosunu da paylaşmak isterim. Yorumu okurken fonda size eşlik etsin.


15 Mart, 2014

Bir distopya klasiği olan Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya adlı eserine geçmeden önce distopyaya dair bir girizgah yapmak isterim.

Distopyanın tanımı için kısmen anti-ütopya diyebiliriz. Ancak tam anlamıyla ütopyanın tam tersi olmadığı için şöyle bir ayrıma gitmek en iyisi; eğer ütopya 'hayal edilen olmayan yer' ise distopya var olana yakın 'kötü, istenilmeyen bir yer' dir.

Distopya genelde totaliter yönetimlerin insancıl olmayan bir şekilde hüküm sürdükleri toplumları anlatan bir kurgu etrafında işlenir. Toplumdaki ekonomik, ekolojik, teknolojik ve psikolojik vb. başkalaşımlar ise kıyamet senaryosunu andıran yapının sosu gibidir. 

Ama bence distopik eserlere dair yapılacak en iyi genel tespit insanlığın her şeyi tamamen berbat etmekteki şaşmaz potansiyelini ele almasıdır



Bu kapsamda Cesur Yeni Dünya distopyası üreme teknolojisiöjenik ve hipnopedi (uykuda öğretim)  yoluyla bireye dair her değerin kontrol altına alındığı Fordist üretimin medeniyet başlangıcının miladı olarak kabul edildiği bir toplumu anlatır. Roman, Fordist üretimin geliştiricisi Henry Ford'un doğumundan 632 yıl sonra yani F.S 632 yılında Londra'da geçmektedir.

Aile, din, sanat, edebiyat ve felsefeye dair hiçbir şey yoktur ve bunların sorgulanmaması gerektiği teknoloji yoluyla şartlandırılmıştır. 

“Mutluluk ve erdemin sırrıdır- yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.” (p.38) 

Bu sayede ne savaş ne yoksulluk ne hastalık hiçbir problem yoktur, sadece mutluluk ve haz önceliklidir. Kökünde “birey hissederse, topluluk sendeler” (p.126) anlayışı yatmaktadır. Amaç kapitalist toplum istikrarının planlandığı şekilde sürmesi ve bu olurken bireyin hiçbir şeyi sorgulamadan temin edilen haz ile hayatını toplumsal fayda için devam ettirmesidir. 

“İnsan mutluluk konusunda düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!” (p.223)

Huxley'nin bu romanı yazarken aldığı ilhamlara bakarsak yaşadığı dönemdeki sosyo-ekonomik atmosferin etkisini görebiliriz. Eser 1932 yılında yayınlanmış ve 1929 yılında Wall Street'in çöktüğü, İngiltere'deki yüksek işsizliğin yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. Yazar, o dönemlerde çıkış yapan Keynesyen teoriyi eleştirir şekilde bir hiciv sunuyor okura. Keynesyen teorinin öngördüğü şekilde toplam talebi arttırıcı devlet politikaları üretilip tüketimi arttırmaya yönelik politikalar izlenilmesi romanda sıkça yer alıyor. Örneğin bireylerin "doğa sporlarını gelişmiş aletlerle yapmasını"  şartlandırarak "hem endüstriyel, hem de ulaşım tüketimi"ne teşvik etmek gibi politikalarla insanların uykularında eğitilmesinin planlanması gibi. (p.45) 1930'ların planlamacı nüfus politikaları, Keynesyen ekonomik politikaları ve iki savaş arası ruh hali ile ele alınca roman aslında olduğundan daha ürkünç bir gerçeklik kazanıyor. 

Distopya denildiğinde hele ki Aldous Huxley denildiğinde George Orwell'ı anmadan olmaz. Orwell zamanında Huxley'nin edebiyat öğrencisi olmuş. Hatta Orwell'ın Cesur Yeni Dünya'dan etkilenerek  1984'ü yazdığı söylenir.




Zaten Orwell meşhur distopyasını yazdıktan sonra Huxley kendisine bir mektup bile yazmış: http://www.edebiyathaber.net/aldous-huxleyden-george-orwella-mektup/#sthash.gj4iBoHo.dpuf İki kitabı karşılaştırıp Cesur Yeni Dünya'nın daha muhtemel bir kabus olduğunu belirten Huxley şöyle diyor: "Dünyayı yönetenlerin...güç arzusunun ancak insanları zorla itaat altına alarak ve onların köleliği sevdiklerini varsayarak tatmin olacağını keşfedeceklerine inanıyorum." Bu her ne kadar günümüzde toplumların celladını sevdikleri bir noktada vuku bulsa da galiba yönetenlerin gücü hep mutlak kabul ediliyor, toplumların potansiyeli ise hep göz ardı ediliyor. 

İster Orwell'ın korku ve kontrol imparatorluğu olsun ya da Huxley'nin hazla uyuşmuş toplumu aslında iki yazar da bugünün dünyasına çok yakın distopyalar yazmıştır. Aşağıdaki görselde anlatıldığı üzere Orwell ve Huxley'nin dünyalarındaki betimlemelerine şu an yaşadığımız çağdan ve bu konuda üstün bir başarı! gösteren ülkemizden örnekler bulmak bir hayli kolay.



Yazımı bitirirken Cesur Yeni Dünya'da mutluluk kaynağı olarak devletin her daim temin ettiği Soma adlı uyuşturucudan esinlenen The Strokes'un Soma adlı şarkısı ile sizleri baş başa bırakıyorum. Mutluluğunuz daim olsun!


Soma- The Strokes



12 Mart, 2014


"Ölsen ölemezsin, yaşasan yaşayamazsın.Sokaklarda dolaşırsın öyle boş boş."


Altay Öktem'in, ironik ve mizahi bir dille kaleme aldığı ve öfkelendiğim şeyleri bile dudaklarımda bir gülümsemeyle bana okutan "İçimde Bir Boşluk Var" isimli kitabından keyifle bahsedecektim bu yazımda; ama 269 gündür uyuyan Berkin Elvan'ın ölümünün içimizde açtığı derin ve kapatılamaz boşluk damgasını vurdu dünümüze ve bugünümüze. İki gündür ülkece yaşadığımız yas nedeniyle iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlansam da, izninizle bu kitapla ilgili yorumumu Berkin'in gölgesinde yazmak istiyorum.
Elimde, Sel Yayıncılık tarafından 2004 yılında basılan versiyonu bulunan "İçimde Bir Boşluk Var", 7 adet 'boşluk'tan oluşuyor: Ruhun Boşluğu, Bedenin Boşluğu, Cesetlerin Boşluğu, Aşkın Boşluğu, Görüntünün Boşluğu, Gürültünün Boşluğu ve Ben'in Boşluğu. 2004 yılında aldığım bu kitabı, geçen hafta sonu bir Ankara-İstanbul yolculuğumda okuyup bitirdim. Hiçbirimizin bu hayattan sağ çıkamayacağını söyleyen bu kitap, okuyana oldukça keyif veren türden. Bilimin gerçekliğine inanan Öktem, kafasına takılan her konuyu bilimsel yöntemlerle araştırmış ve sonunda da hayata dair bazı tespitlerde bulunmuş.

"Ruhun Boşluğu"nda, hayatı, en basit haliyle "insanın içindeki boşlukları tıka basa doldurmaya çalışması" olarak tanımlıyor, ruhun yaralı olduğundan, içimize bu sargılı haliyle bir şekilde 'tıkıştırıldığından' bahsediyor. Ancak, tüm inceleme ve çalışmalarına rağmen "vücutta, ruhun sığabileceği bir delik" bulamadığını da belirtiyor. Tüm çabalarımıza rağmen, içimizdeki boşluk dolmuyor, aksine büyüyor. Hayat içimizi boşaltıyor, sevmeler yüzeyselleşiyor.

"Bedenin Boşluğu"nda, 78 kuşağından, maruz kaldıkları  şiddet ve toplumsal 'ahlak' düzeni yüzünden "hem sinik hem inik kuşak" diye bahsediyor Altay Öktem. 'Evlenmeden olmaz'ların, toplumun yeniden üretip önümüze sunduğu anane, örf, adet, gelenek ve törelerin, sadece Cemal Süreya'nın dediği gibi şiire değil, aynı zamanda hayata da düşman olduğunu söylüyor.

"Cesetlerin Boşluğu"nda, yaşama şansımızın sadece "bize biçilen rollere uygun davranmamız"la mümkün olabileceğini ama bazen böyle bir yaşam formunu devam ettirmenin ne kadar zor olduğunu ve külfet haline geldiğini de anlatıyor, ekmek almanın bedelinin bir gün bir cana mal olabileceğini tahmin etmeden yazdığı şu cümleleriyle:

"Otobüse bilet almak, bakkaldan iki yumurta, bir ekmek istemek, garsona bir bira daha getir demek külfet oluyor. Yaşadığını itiraf edemiyorsun kendine. Çünkü nerede yaşadığını, neden yaşadığını, bu toplumun, bu maskelerin, bu oyunların içinde ne işin olduğunu anlayamıyorsun."

"Aşkın Boşluğu" aşkla ilgili oldukça direkt ve çarpıcı tespitler yapıyor Öktem. Aşkın bir gaz olduğunu ve bu doğası gereği uzun süre elde tutulamayacağını söylüyor mesela. "Gündelik hayatın tek düzeliğinden kurtulmak için yalnızca iki seçeneğimiz var; ya aşık olacağız ya delireceğiz." diyor ve ben de, delilik, anlam, tatmin ve aşk üstüne bolca kafayı yormuş bir bünye olarak oldukça haklı buluyorum.

"Görüntünün Boşluğu"nda markalardan, tüketim toplumundan, şöhretten, imajdan bahsediyor. Toplumun uzun süredir bolca star, pop star, suçlu, kurban ve lanetli çıkardığını; ancak bir kahraman çıkarmadığını söylüyor. Savaşın bir tecavüz biçimi olduğunu anlatıyor. Tecrübeden asla ders almadığımızı, yaşanan tecrübenin hiçbir işe yaramadığını, her defasında aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadığımızı belirtiyor, hak vermekten kendimi alamadığım örnekleriyle.

"Gürültünün Boşluğu"nu ise, okuduktan sonra içimde yer eden, üzerine onlarca şey söylemek istediğim; ama bu isteğimin kelimelere dökülemediği aşağıdaki alıntı en iyi özetleyecektir:


"Çünkü tamiri imkansızdır harflerin, çizgilerin ve rakamların."

Son boşluk olan "Ben'in Boşluğu"na ise bir soruyla başlıyor yazar: Dünyada hayat var mı? Ben de cevap veriyorum: Hayır, belli ki yok.  Şu sıralar ülkede de sıkça referans olarak gösterilen 'demokrasi' rejimi maskesi altında 'kafasının içinde kurtçuklar olanlar ve onların seçtiği siyasetçiler' zinayı suç olarak görüp, yatak odalarımızı gözetlerken, ülke 'iki kelimeyi bir araya getiremeyenler'in çıkardığı yasa ve yönetmeliklerle yönetilirken, bizler 'Kenan Evren'i Marmarisli bir ressam sanmadığımız, aslanın karısının kaplan olduğuna inanmadığımız', yaşananları sorduğumuz sorguladığımız, olanlara isyan ettiğimiz için "eziliyor, sürülüyor ve sürünüyoruz." Bu ülkede kendini geliştirmek isteyen insanın yaşama şansı bile yok, diyor Öktem ve bunu kabul edemiyor. 2004 yılında bunları yazarken, 2013 yılında 31 Mayısta başlayan Gezi süreci, devamındaki operasyonlar, ses kayıtları, atamalar, görev değişiklikleri, saldırılar, ölen / öldürülen gençler ve tüm bunlara verdiği haklı tepki sonucunda insanların karşılaştığı şiddet ve mantıksızlıklar silsilesi sonrasında kendisinin düşüncesini merak ediyor ve hayatımda yazdığım en zor yazılardan biri olan bu yazıya son verirken ekliyorum: Affet bizi Berkin.



                                                 


09 Mart, 2014

"The Land of Green Plums" olarak İngilizceye çevrilen bu kitabın aslı Almancada "Herztier". Türkçeye niçin Yürekteki Hayvan diye çevrildiğini anlamak zor değil. Her rejimde her liderin, her insanın yüreğindeki hayvan ortaya çıkıverir. Kimi zaman bir fare kadar ürkek, kimi zaman bir kurt kadar açgözlü olur yürek. Herta Müller kitabında farklı karakterleri ve olayları anlatırken hayvanları metaforik olarak kullanmıştır.

Herta Müller’in değişik bir tarzı var. Üslubu bana Peter Handke’nin Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’ni hatırlattı. Duru bir anlatım. Çevirinin de elverdiği üzere kısa cümleler ve o zamanki insanları ve atmosferi anlatan biraz hüzün verici, karanlık, diktatörlükle yönetilen bir ülkede insanların tek başına bir güce, bireyselliğe ve sıradışı olma hakkına sahip olmadığı bir düzenden bahsediyor.

Müller 2009 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış bir yazar. Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yazarlarda keşfettiğim ortak bir özellik kitaplarında anti-otoriter nitelikte öğelerin bulunması, toplumsal bir kaygının varolması. Bunu Orhan Pamuk’un kitaplarında, 2013 Nobel Ödülü sahibi Kanadalı Yazar Alice Munro’nun bazı hikayelerinde de görebiliriz. Maalesef tüm Nobel Edebiyat Ödülü yazarlarının kitaplarını okumadığımdan hepsi için bir genelleme yapamayacağım.

Güzel bir şekilde anlatmış diktatörlükte yoksun kalınan ve belki de insanların birbirlerine göstermekten kaçındığı bir duyguyu: Şefkat. Müller’in üslubu hiç alışık olduğum bir üslup değildi. Ne yalan söyleyeyim, benim en sevdiğim yazarlarda gözlemlediğim dilin akıcılığını Yürekteki Hayvan’da yakalayamadım. Bir sürü farkında olmadığım sembolik öğenin olduğuna da kanaat getirdim. O zamanları yaşamış olanların veya o zamanlardaki gündelik yaşama dair daha çok bilgi ve tecrübe sahibi olanların anlayabileceği ve daha iyi yorumlayabileceği bir kitap.

Peki bir rejim diktatörlükse... neler gelir insanların başına? Müller Sovyetler zamanında Romanya’daki Alman azınlığa mensuptu. Kitap Çavuşesku zamanını anlatıyordu. Çavuşesku zamanında Romanya’da 1000’den fazla kişi öldürülmüştü, rejime karşı oluşları nedeniyle. Öyle ki insanlar Çavuşesku’nun kurşuna diziliş sahnesini defalarca izlemiş ve bu sahneyi izlemeye doyamamışlardı. Kin duyulan bir liderin kanlı ve canice ölümü insanların çektikleri acılardan sonra yüreklerine bir parça da olsa su serpiyordu.

Müller o zamanlardan bahsediyor sayfa 41’de “yemek kartımı satıp, kendime üç çift incecik çorap aldım” Sovyetler zamanında batıdan gelen bu incecik çoraplar, renkli renksiz, seksi veya seksi olmayan, ten rengi veya siyah, pek bir çekiciydi bu lükslerden yoksun olan kadınlar için. Batıdan gelebilecek en güzel hediyelerden birisi ince çoraplardı.

“Eve dönen SS babalarımız yerine annelerimizden söz ederken, birbirlerini hiç tanımadıkları halde annelerin bizlere hastalıklardan söz eden benzer mektuplar göndermelerine şaşırdık.” (s. 44) Herta Müller konuşulmayını konuşur, yazar fakat bilir ki aslında bu sessizliğin ve kabullenmişliğin içinde hep bir diktatörlüğü insanların içine sindirmişliği ve bu kabustan uyanamayışı vardır. Bu his kitap boyunca sizi takip eder. Eğer rahat bir şeyler okumak istiyorsanız, kafam rahatlasın diyorsanız, bilin ki Herta Müller büyük bir lokma... gerek üslubu gerekse seçtiği konu nedeniyle. 

Kitapta dikkatimi çeken diğer cümleler şöyle:

O zaman rejim karşıtı olan fakat sesini çıkaramayan azınlığa dair: “Farklılıklar bulmaya çalışıyorduk, çünkü biz kitap okuyan insanlardık.” (s. 45)

Ellerindeki her şeyin kalitesinin daha düşük olduğundan bahsediyor Müller, özgürlük ve tüketim insanların iki büyük arzusu... Yurtdışından gelen kitaplar için: “Sayfaları kokluyor ve kendimizi alışkanlıkla ellerimizi koklarken yakalıyorduk. Ülkedeki kitapların ve gazetelerin baskısında olduğu gibi, okurken ellerimiz kararmıyordu, şaşırıyorduk.” (s. 45)

Kitapta anlamaya çalıştığım bir nokta var. İnsanların diktatörlük zamanındaki halleri çok güzel tasvir edilmiş, fakat ekonomik durumun zayıflığı ile diktatörlüğün bir arada oluşu bir insanı ne kadar vurur, batı tüketimcilik reklamları yaparken...bu karmaşık olgu pek de eleştirilmemiş. Karakterler sadece batıdan gelen ürünlerle renkleniyorlar sanki.

“Kitapların geldiği yerde kot pantolonlar, portakallar, çocuklar için yumuşacık oyuncaklar, babalar için taşınabilir televizyonlar, anneler için incecik çoraplar ve gerçek rimeller vardı.” (s. 45)

Neden bu kitapta hiçbir umut öğesi yok? Neden bu kadar karamsar? Neden hiçbir çıkış yolu veya nüktedanlık yok? Yoksa espri anlayışı mı çok farklı yazarın? Sembolik bir şekilde anlatılmış birçok şey; karakterleri soğuk ve sizden uzak. İşin kötü tarafı diktatörlükten nefret ederken ben, kendimi kitaptan soğumuş buldum. İnsan böyle bir rejimde yaşasa bile bir umut ışığı olmaz mı? Acaba ben mi kaçırdım kitaptaki o ufak inceliği?

"Herkes kaçmak istiyordu, diktatör ve muhafızları hariç..." (s.46) Belki de John Steinbeck'in "Bitmeyen Kavga"sından daha da yapısal bir örgü ve bu örgünün içinde birer mandal gibi sallanan karakterler var. Diktatörlük ve totaliter rejim demişken, Barbara (2012) adlı filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim... İnsanı katılaştıran totaliter rejim anlatılsa da ana karakterlerden bir parça insanlık kırıntısı görmek, her edebiyata lazım, her üsluba lazım diyor, boyumdan büyük laflarla bu yorumlara son veriyorum. Bazı noktalar var ki insanlar birbirlerini arıyor ama intihar eden ve öldürülenler geri dönmediğinden büyük bir umutsuzluk yaşanıyor. Sevgi ancak sevilenler kaybedilince doğuyor, kitapta. 

Eğer Müller’in ödül aldığı zaman yaptığı konuşmayı okumak isterseniz aşağıdaki linke bakabilirsiniz:

http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/literature/laureates/2009/muller-lecture_en.html

Telos yayınlarından çıkan bu kitap yazarın Türkiye’de yayınlanan ilk kitabı. Çeviri Çağlar Tanyeri’ne ait. Tavsiye ederim, fakat edebiyat da bir zevk meselesidir, eğer zevkinize hitap etmezse sakın kendinizi kötü hissetmeyin, diktatörlükle ilgili yazılmış birçok farklı romandan size en uygununu seçmek, kendi Nobel Ödülü’nüzü oluşturmak çok da bencilce bir hareket sayılmaz. 

İyi pazarlar dilerim...

08 Mart, 2014

Beğenmeyen Okumasın’ı bir blog olarak okuyucuyla ilk kez Temmuz 2012’de buluşturduk. Bloğumuzun omurgasını edebiyat oluşturmaktaydı belki ama bu edebiyat yorumlarında dahi siyasi, kültürel, sosyal ve kentsel meselelere hep kafa yorduk. Bunların en başında da- ekibin tamamının kadınlardan oluştuğunu düşününce çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde- kadın meselesi geliyor. Bugün, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Siz değerli okurlarımızın Kadınlar Günü’nü bir röportajla kutlamak istedik.

Röportaj isteğimizi kırmayan Ayşe Yazıcıoğlu, 2010 yılında Doğan Kitap’tan çıkan 68’in Kadınları isimli eserin yazarı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Uzun yıllar özel sektörde ve medyada çalıştıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih alanında yüksek lisansını tamamlamış, şu an bu sürece aynı alanda doktora yaparak devam eden bir öğrenci, bir akademisyen, bir kadın, bir anne ve fevkalade bir dost. Kendisiyle 68 kuşağını, bu kuşağın kadınlarını ve Türkiye’de feminizmi konuştuk… 

Bu proje nasıl ortaya çıktı ve tamamlanması ne kadar sürdü?

‘68’in Kadınları bir belgesel projesi hazırlarken ortaya çıktı. Belgesel için röportaj yaptığım kişilerden birisi de Ferai Tınç idi. Doğan Kitap’ın böyle bir kitap hazırladığını söyledi ve kitabı benim hazırlamam için tavsiyede bulundu. Röportaj röportajı doğurdu diyebiliriz. Belgesel için hazırladığım sorular kitabın içeriği ile paraleldi ve dönemin erkek ve kadın eylemcilerinin gündelik yaşam pratiklerine odaklanıyordu. Çerçeve aynı olunca kitabı hazırlamak da zor olmadı.

Röportaj yaptığın kadınları neye göre belirledin?

‘68 hareketi gibi hem siyasi hem tarihi hem de gündemden düşmeyen bir konuda kişi seçimi biraz çetrefilli olabiliyor. Ben sosyal bilimci perspektifiyle baktığım için her türlü fraksiyona eşit mesafede durdum. Siyasi bir duruştan ziyade söyleşiler üzerinden anlama ve tarihe kayıt düşme gibi bir kaygım vardı. Bir diğer konu da röportaj yapmak istediğiniz kişilere ulaşabilme sıkıntısı. Herkese ulaşamayabiliyorsunuz ya da bu konuda konuşmak istemeyen kişiler olabiliyor. Ben listemdeki pek çok kişiye ve hatta daha fazlasına ulaştım.

 



Bir röportaj kitabı hazırlamanın, röportaj yapmanın zorlukları nelerdir? 


Bir önceki soruda değindiğimiz üzere kişileri belirleme, onlara ulaşabilme ve röportaj vermeye ikna edebilme meselesi önemli. Her kişide bunu başarmak mümkün olmayabiliyor. Ya bu kişi şehir dışında oturuyor ya da konuşmak istemeyebiliyor. Sonra bu kitap açısından en önemlisi, içeriğin gündelik yaşama yani bir dereceye kadar özel hayata ilişkin olması. Bu da çetrefilli bir mevzu. Hele de yaşamın bugünkünden çok daha farklı kurulduğu ve yaşandığı kişiler için... Bugün insanlar sosyal medya ile özel yaşamlarını ne kadar ortaya koyuyorsa o dönemde de tam tersi. Günün getirdiği yaşama biçimi böyle. Bir de siyasetin üzerini örttüğü perde var. Bunu kırmak kolay olmuyor. Tabii ben de onlar için hiç tanımadıkları birisiydim. Röportaj yapan kişinin bunu kırması gerekiyor.

68 kuşağı kadınlarının konuşmalarında en çok vurgu yaptıkları tema ne idi?

Bu röportajı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığımız için ben de sorunuzu bu eksende cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye’deki ‘68 hareketi Batı’dan farklıdır. Batı’daki büyük yapılara olan eleştiri, özgürlük ve feminizm gibi düşünce ve dalgalar burada etkisini pek göstermiyor diyebiliriz. Bu açıdan feminizm Türkiye’deki ‘68 hareketinde yok. Bu hareket de belki iki evreye ayrılabilir diye düşünüyorum. Siyasi şiddetin egemen olmasından önceki öğrenci hareketleri ile şiddetin ağır bastığı ikinci evre. Özellikle ilk devredeki öğrenci eylemlerine katılım ve iş bölümünde nispeten bir eşitlikten bahsedilirken siyasi şiddetin artması ile toplumsal cinsiyet meselesi en geleneksel haliyle ortaya çıkıyor. Kitaptaki kadınların genelde altını çizdiği konu özellikle ikinci evrede kadının rolünün, geleneksel ailede olduğu gibi, arka plandaki işleri organize etmeye indirgenmedi oldu. Ferai Tınç’ın deyimiyle “kadının görevi hizmet” anlayışı sol harekette de hakim oluyor. Özel hayata baktığımızda elbette aşk var. Ancak Hülya Karadeniz’in belirttiği gibi, ilk elinizi tutan kişiyle hayatınızı birleştiriyorsunuz. Farklı fraksiyondan ya da okuldan biri ile ilişkiye bile itirazlar yükseliyor ki neyse ki en azından benim röportaj yaptığım kişiler bu sesleri dikkate almıyor. Toplumsal cinsiyet meselesi ‘68 hareketinde de egemen kalıplarda var oluyor. Bu arada özel hayata ilişkin meseleler kadınlar arasında bile pek konuşulan bir konu değil. Dediğim gibi, o dönemde özel hayat hala “özel”. Diğer taraftan tabii ki bir kültürel muhafazakarlık var. ‘68’ın kadınları genelde kentli, üst orta sınıf kadınlar. Kitapta yer aldığı gibi taşradan ve işçi sınıfından gelen kadınlar da var. Hangi sınıftan olursa olsun, bu kadınlara biçilen senaryo belli. Üniversiteyi bitirdikten sonra meslek sahibi olup hem çalışma hem de aile hayatlarına “uygun” bir şekilde devam edecekler. ‘68 kuşağı kadınları bu senaryoyu bozdu. Büşra Ersanlı sol hareket kadını sokağa çıkarmıştır diyor. Bence de bu eylemler sayesinde kadınlar sokağa çıktı ve bir daha da içeri girmedi!

68'in Kadınları, Doğan Kitap


Türkiye'de 68'li kadınlar olarak betimlenen kadınlara daha yakından bakarsak kültür, eğitim ve politika açısından kendi aralarında nasıl bir farklılık gösteriyorlardı? Bu kapsamda onları bir araya getiren şey sence neydi?

Altmışlı yılların sonu Türkiye’de farklı bölge ve sınıftan insanların üniversite eğitimine katılabildiği bir zamana denk geliyor. Merkezi sınav sisteminin başlaması da bu döneme denk geliyor. Bu açıdan baktığımızda, daha çok kentli, üst orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen öğrencilerin yanı sıra artık çevre de merkezin yanında yer alıyor. İlk dönemde, üniversite yıllarında bir farklılık görülebiliyor. Dil bilen kolej mezunları ve Anadolu’dan gelen öğrenciler bir arada… Yine de öğrencilerin örneğin sendikalarda çalışmaya başlaması, fikir kulüplerinde bir araya gelmesi insanları yaklaştırıyor diye düşünüyorum. Şunu ekleyebiliriz belki, ileriki dönemlerde siyasi şiddetin artması, fabrika ve gecekondu ortamlarındaki deneyimler ve taşradan gelen öğrencilerin çoğalmasıyla birlikte kadınlar için “bacı” dönemine geçiliyor. Ancak kentli erkek öğrenciler de bu popülist söyleme meyletmeye müsait gibi görünüyor.‘68’li kadınların bir başka ortak noktası da ailelerin genelde bilgiye ve eğitime önem verip çocuklarının okumasını teşvik eden Cumhuriyet kuşağı aileler olması. Bir diğer nokta da babaların çoğunlukla kızını destekleyen ve güvenen bir baba portresi çizmesi.
                                                  
Sen 68 kadınları ile konuşurken, bugünün aktivist kadınları ile bir bağ kurabildin mi? Yoksa bugünün aktivizmi tamamen farklı dinamikler üzerinden mi işliyor? Karşılaştırabilir misin?
     
’68 kuşağının kadınlarına çok şey borçluyuz. Önce üniversitedeki eylemlere katıldıkları, sonra sol hareket içinde yer aldıkları, hareketin getirdiği pek çok zorluğu üstlenerek bir model oldukları ve 1980’lerdeki feminist harekette önemli bir rol oynadıkları için. Tepeden inme olarak eleştirilen Cumhuriyet döneminin modernleşmeci hukuki ve siyasi yeniliklerinin üzerine onların ’68 hareketinde ve sonraki sol hareketteki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Onlar yaşamın ta kendisi üzerinden ve kendi hayatları ile bu katkıyı sağladılar. Bazen sadece sokakta olmak bile yeterlidir. Gezi direnişinden bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişinde feministlerin aktif olduklarını biliyoruz. Ancak Gezi’de bir çadır gözüme ilişti: Emzirme çadırı! Bugünkü ortamda artık kadın olma hali, kadınlık herhangi bir siyasi ya da toplumsal olayın dışında değil. Hepsi bir arada yaşanıyor. Bugünün kadın aktivistleri kadın olmanın bilincinde ve bunu her yere taşıyıp mevcut toplumsal kalıpları sarsıyor.

Kitabında bu kuşaktan gelen 16 farklı kadına yer veriyorsun. Gündelik hayatlarında farklı biçimlerde karşılaştıkları ve mücadele içine girip kazanım elde ettikleri ataerkil yapı ile bugün içinde olduğumuz ataerkil yapı arasında nasıl bir fark sence?  Yoksa günümüzde kadınlar daha zorlu bir mücadele içinde mi?

Bugün, aslında altmışlarda da var olan ama şimdilerde siyasi konjonktürle pekişmiş olan bir muhafazakarlık ikliminden söz edebiliriz. Aslında ben buna kültürel muhafazakarlık demeyi tercih ediyorum. Sadece yaşayış tarzı meselesiyle birbirinden ayrılan iki toplumsal tabaka var diye düşünülebilir. Ya da şöyle söylesek, başörtüsünü çıkarırsak ataerkil yapı konusunda Türkiye’de kutuplaşmış olan kesimler birbirinden ne derece farklı? Ataerkil yapının sorgulanması, gündelik yaşam, evlilik ve cinsellik gibi konularda farklardan çok benzerliklerden konuşmak daha mümkün gibi geliyor bana. Bunda Zeitgeist yani zamanın ruhu da etkili. 1980’lerden beri dünyada içe dönüş yaşanıyor. Neoliberal politikalar bireyi, kültürü ve cemaati destekliyor. İçinize dönün ve örgütlenmeyin! Oysa altmışlı yıllar insanların mobilize olduğu, göç ettiği, sokaktan bir şeyler öğrendiği, dışa dönük yaşadığı yıllardır diyebiliriz. Türkiye’de 1950’lilerden sonra başlayan hızlı göç sonrası hele ‘68’de kent olgusunun güçlendiği, kentin kalabalıklaşmaya başladığı ve ortak tecrübelerin oluştuğu bir dönemdi diyebiliriz. Bu dönemde ‘68 hareketine katılan kadınlar siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmede erkeklerle eşit rol üstlenerek mevcut düzene ve normlara meydan okuyor diye düşünüyorum. Ancak özellikle siyasal şiddetin artmasıyla mevcut kadın-erkek ilişkileri yeniden gün yüzüne çıkıyor ve erkekler önde, kadınlar onların arkasında yer alıyor. Aslında Behice Boran gibi bir liderden sonra bu harekette çok kıymetli kadınlar olmasına rağmen Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil gibi bir kadın figüre rastlayamıyor olmamız şaşırtıcı geliyor.


Türkiye’de bağımsız bir ikinci dalga feminist hareket çok da ortaya çıkmıyor. Yani kadın hareketi kendisini daha çok sol hareketin içerisinde tanımlıyor. O dönemin kadınları için önce devrim sonra kadın hakları gibi bir durum söz konusu. Diğer taraftan Türkiye’deki 68 kuşağı da bir anlamda ataerkil. Aslında sanki bir ikilemin içindeler. Sen bu ikilemi nasıl yorumluyorsun?

O dönemin en önemli ikilemi belki yine bu topraklarda çok etkili olan ve “her şey vatan, devlet ve toplum” için anlayışının zaman zaman değişen önceliğiyle ama genelde bu minvalde akmasıyla ilgili. Biraz önce değindiğim üzere, Türkiye’deki ’68 belki başta üniversite yönetimini eleştirirken esas etkin olan yapıları devam ettirme yoluna girdi ve hatta yetmişlerde kendi katı yapılarını kurdu. Feminizme geçersek; her şey toplum için, toplumu değiştirmek ve kurtarmak içinse sizin haklarınızın ne gibi bir önceliği olabilir? Bir de sol hareket farklı ortamlara giriyor ve fabrikalarda, köylerde, gecekondularda aktif oluyor. Eteğin altına pantolon giymekten başka bir formül var mı? Ataerkil yapı farklı suretleriyle her yere nüfuz etmiş durumda. Bir ikinci mesele de, altmışlarda bir çeviri ve yayın zenginliği var. Ancak feminizmle ilgili gelişmelerin daha çok kolej mezunu, dil bilenler tarafından takip edildiği gibi bir izlenime kapıldım. Genelde ise feminizm Türkiye ‘68’inin gündeminde, hele de öncelikli gündeminde hiç değil. Sonuç olarak, ikinci dalga feminizmi Türkiye’deki şartların kendi özgünlüğü nedeniyle yeşeremedi ve 1980’leri beklemek durumunda kaldı. Belki Kürt hareketine kısaca değinmek gerekebilir. Kürt hareketi bugün bariz biçimde görünen haliyle kadın ve erkeğin temsili konusunda bir farklılık sergiliyor. Bunda benimsenen siyasi söylem ve önceki kuşaklar kadar hareketin kendi yapısı ve gelişiminin de etkisi olabilir. 

68 kuşağının kadınları, 1980'den sonra yeni dalga feminist hareketten nasıl etkileniyorlar? 3. dalga feminist harekette yer alıyorlar mı? Daha da ileriye götürüp sorarsak, 2000’li yıllarda bu kadınların savundukları şey nedir? Bu konuda ortak bir noktaları var mı? Örneğin, Oya Baydar “Yetmez ama Evet”çi olduğunu söylemişti en son. Bu kadınların AKP’ye bakış açısı hakkında söylemek istediklerin var mı?

 ‘68’li kadınlar bugün elbette ekseriyetle feministler ve konuştuğumuz üzere aralarında seksenlerdeki dalgaya aktif olarak katkıda bulunan isimler var. Ancak Oya Baydar örneği şöyle bir genel siyasi duruşa işaret ediyor: Bu kuşağın bugün aldığı duruş onların geçmiş on yıllar boyunca edindiği tecrübelerle yakından ilişkili. Bir kere ezilmiş ve mağdurun yanında olma, haksızlığa karşı gelme ’68 hareketinin düsturlarından. Sonra hareketin yetmişlerdeki genişlemesi ve kapalı örgüt yapısı ile birlikte devlet şiddetive iki darbe yaşaması da önemli. Bir de sürgün hayatı var… Üstelik tüm bunlar bir bireyin yirmi yıllık hayat çizgisine oturuyor. Bu nedenle hem dünyada hem de Türkiye’de özgürlükleri en kuvvetli ve en aşırı şekilde savunan kesimler bu kuşaktan çıkabiliyor. Ancak bazı durumlarda bunun siyaseten doğruluğu tartışılır. Kadın ve erkeğin aynı ve eşit olmadığı anlayışını benimsemiş ve tüm programını buna göre kurgulamış bir partiden özgürlükler konusunda bir adım beklemek bence fazla iyimser olur. İyimserlik özneldir ve eninde sonunda kişinin tecrübelerinin bir sonucudur. Son olarak şunu ekleyebilirim, ’68 kuşağının üyeleri farklı kutuplardaki grupların kanaat önderleri oldular. Biz görüşlerini benimseyelim ya da benimsemeyelim… Sadece bu kitapta yer alan kişilere bakmak ve bugün neler yaptığını düşünmek bile yeter.

Bu kitapta ya da geçen yıl Toplumsal Tarih’te yaptığın gibi yeni bir röportaj serisi projesi düşünüyor musun? Ajandanda neler var?

Toplumsal Tarih için yaptığım beş röportajlık Tarihçinin Odası serisinin bir kitaba dönüşmesini arzu ediyorum. Röportajın çok sevdiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Yeni projeler elbette gelecektir...