31 Mayıs, 2014

Carlos Fuentes’in dilini sevmiştim, Diana'yı ve Körlerin Şarkısı'nı okuduktan sonra...


Biraz feminist yönüm kabarınca, “sen nasıl olur da bir kadının özel hayatını bu kadar gözler önüne serersin?” diye hayıflanmıştım Diana'yı okuduktan sonra. Ama Sezar’ın hakkı Sezar’a... Fuentes gerçekten çok güzel bir edebi ve ebedi dili olan Meksikalı bir yazar. Uzun zamandır farkına varamadığım ve tadına varamadığım o güzel edebiyat zevkini bana yeniden yaşattı. Gerçekten de bu yüzden kendisine bir teşekkür borçluyum. Kendisi 2012 yılında vefat etmiş olmakla beraber bir sürü romana imza atmış, kısa hikayeleri ve filmlere uyarlanan kitapları var...
Fuentes bu kitabında renkli bir anlatımla İspanyolların 19.yy’da Latin Amerika’da yaşadıkları ve yaşattıkları hezimeti anlatır. Kolonilerden ellerini ayaklarını çekmek istemeyen İspanyollar iki güçle karşı karşıyadır: Kızılderililer ve devrimciler. Devrimciler Fransız yazarlarını ve düşünürlerini okuyarak büyümüşlerdir. Diderot, Voltaire ve Rousseau. Yazar sık sık Rousseau’ya atıfta bulunur.
Fakat siyahların yasaca eşit hale gelse de bu yasaların uygulanmayacağını anladığı zaman umutsuzluğa kapılır. Hani Rousseau eşitlik ve özgürlük demişti.
Hani biri olmadan biri olmazdı, hayal kırıklığına uğrar baş kahraman. Özgürlük olacak ama eşitlik olmayacak mı şimdi? diye sorar kendine.

"Meksika ve Peru'daki gibi maden bile yok. Bizde tek var olan şey sahtekarlık -deri, yün, tuzlu et, donyağı bol ama bunlar ancak Madrid'de saptanan kotalara göre pazarlanabilir, bu yüzden dışsatım bile Buenos Aires'te yasadışı bir işe dönüşüyor."

Özellikle de Baltasar’ın saf başına vurmuştur bu tutku. Bu devrim tutkusu aynı zamanda aşk tutkusuyla birleşir ve Baltasar’ın başını ağrıtır. Baltasar İspanyol soylularından güzel bir hatuna aşık olmuştur hem de sadece belini ve güzel poposunu gördükten sonra. Bir de sarı saçlarını tabii. Kokusunu bile duymamışken, güzel kokusuna atıf yapar romantik karakter... Bu İspanyol soylusunun daha yeni bir bebeği olmuştur. Fakat devrim öncüleri bu beyaz bebeği o zamanlar köle doğmak ve köle olmaktan başka şansı olmayan siyah bir bebekle değiştirirler. Bunu yapan aslında Baltasar’dır. Baltasar bu yaptığına bir yandan da pişman olur çünkü aşık olduğu kadının bebeği siyah bebeğin büyüdüğü şartlarda büyüyecektir ve o kadın bir anne olarak ağlamaktadır beşiğin başında ve Baltasar da bunu görür... O zaman işte bebeği annesine kavuşturmak her ne kadar yapmış oldukları bu devrimsel harekete karşıt olsa da onun için istenen bir sonuç olur.

Baltasar bir yandan Ofelia Salamanca’nın güzelliğinin hayaliyle baş edemeyedursun, babası onun rençperlik yahut çiftçilikle uğraşmasını istemektedir. Kızkardeşi onun olmadığı her şeyi temsil eder, hırçın, kızgın, katı Katolik, ev işlerini yapan ve sürekli şikayet eden, aile değerlerine bağlı vs. Kız kardeşi Sabrina’nın öfkesine hep sakinlikle karşılık verir ve ona der ki “Unutma ki her evde bir bencil bir de fedakar çocuk vardır. Sen babama bakacaksın.” Sabrina “ben de gitmek istiyorum, babamın bir sürü çocuğu var” diye karşılık verir ama ne fayda... Yazar burda başkahramanın kızkardeşine karşı yaptığı haksızlığı, bencil ve fedakar çocuk ikilemiyle biraz olsun aklar...

Baltasar gider Buenos Aires’teki cuntacılarla birlikte İspanyollara karşı hareket etmeye kalkışır. Ama siyasi ortam bir hayli karışmıştır.

"Baltasar Bustos Yukarı Peru'ya İspanya ile Bağımsızlık Dönemi arasındaki boşlukta varmıştı. İspanyol güçleri hemen yurtsever subayları kesmişlerdi, yurtseverler de kralcıları. Ama öç genişliyordu: Sömürge yönetimi kurşuna dizicilerle daha iyi adaylar öneriyordu- karargah levazım subayları, hapishane müdürleri, yargıçlar (sürekli ve gezici mahkemelerin), noterler, basit katipler, mahkeme edilmeden Potosi Alanında kurşuna diziliyordu." (s.71)

Gidip kızılderililere demeç vermesi gerekir, hemen onu atın üzerine bindirirler. "Eğer ata binmezsen sana güvenmezler, seni kaale almazlar" diye onu ikna ederler.



İşte o atın üstünde demeç verirken ve kızılderililerin bağlılığını isterken... cunta temsilcisinin karşısında kızılderililer eğilirler, o da atından iner ve onlarla yumuşak bir sesle konuşmaya başlar. O zamanki duygularından sonradan pişman olur, çünkü bir an olsun o da diğerlerinden farksız olarak onlara hükmetmenin tadının farkına varmış ve bu güçten sarhoş olmuştur, lakin bu konuşmadan çok kısa bir süre sonra hastalanır ve bekaretini de bu hülyalı ve hastalıklı gecelerinden birinde kaybeder. Halbuki bekaretini Salamanca için saklamaktadır. Tüh ne yazık, demez okur da yazar da bu sırada ama Baltasar saftoroz kafasından bir türlü vazgeçmez ve tüm kitap boyunca onun bu tatlı saflığı insanı hem eğlendirir hem de hikayeleri güzelleştirir. Kızılderililerden bir tanesi onu geleceğin şehrine götürür, Baltasar hayal gördüğünü zanneder... Hayallerle gerçeğin birbirine karıştığı kitaplar benim en sevdiğim kurgulardır ve bu yüzden olsa gerek Latin Amerika Edebiyatı'nın verdiği gönül bolluğunu hiçbir yerde bulmak mümkün değil.

Size kitabın sonrasını anlatamıyorum. Fakat şunu belirtmek istiyorum ki o zamanlar sömürgelerdeki kızılderililer maden işçisi olarak kullanılıyorlarmış, bunu bilmiyordum. Bunu da unutturmamak için yazıyorum:

"Mita bu ülkenin büyük gerçeği büyük lanetidir ta Kızılderilileri madenlerde zorla çalıştırma yetkisidir. Kızılderililerin pek çoğu aslında kaçar ve tarım işletmelerine sığınırlar, işletmelerin sahipleri mita sahipleriyle karşılaştırıldığında Françesko tarikatçıları gibi görünür." (s.78)




92. sayfasında kaldığımı 235 sayfalık bu kitabı okumayı ve bitirmeyi dört gözle bekliyorum... bitirir bitirmez geri kalan yorumlarımı anlatacağım. Fakat her şeyden önce gerçek bir edebiyat sever iseniz Fuentessiz olmaz diyor, yaşasın Latin Amerika Edebiyatı, bence Rus Edebiyatı ile yarışabilecek, İngiliz Edebiyatı ile boy ölçüşecek bir edebiyat varsa işte bu Marquez, Vargas Llosa, Allende ve de Fuentes’dir diyorum. Bir de Cortazar, diyorum. Başka da bir şey demiyorum. Çünkü Cortazar’ a hakim değilim.
Hepinize hayal gücü zengin bir haftasonu dilerim...

28 Mayıs, 2014




Germinal

"Yıldızsız gecenin zifiri karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes'den Montsou'ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu".


Roman incelemesi yapmanın asıl amaç olmadığı bu geç kalmış yazımda seninle biraz sohbet etmek istiyorum 'Ey okur'. Bu sohbetimizi yaparken de Germinal aracılığı ile günümüz Türkiye'sine uzanıp Soma'da hayatını kaybeden madencilerimizi, yoksulluğu, zorlu çalışma koşullarını konuşacağız. "Maden, Devlet, Fıtrat" başlıklı yazısında Hazal konunun siyasi ve tarihsel boyutuna girmiş olduğundan ben insan üzerinden şekillendireceğim yazacaklarımı.

Emile Zola'nın 1885 yılında yazdığı Germinal adlı romanı işte yukarıdaki açılış cümlesiyle başlar. Germinal, Emile Zola'nın 20 kitaptan oluşan Rougon-Macquart serisinin 13. kitabıdır. Rougon-Macquart serisi "ikinci imparatorluk idaresi altında bir ailenin doğal ve toplumsal tarihi” şeklinde özetlenebilir. Yazarın en bilinen eserlerinden olan Nana ve Meyhane de yine aynı serinin kitaplarındandır.

Emile Zola, Germinal'i yazmaya 1884 Nisan ayında başlar. Bazı kaynaklar bu kitabın yazımından önce yazarın maden ocaklarına giderek işleyiş ve yaşam hakkında adeta bir araştırmacı gibi bilgi toplayıp notlar aldığını yazmaktadır. Germinal, Latince 'germen' yani 'tohum' kelimesinden gelir, aynı zamanda da Fransız Devrimi Takvimi'nin de 'filizlenme, doğurganlık' anlamına gelen 7. aynın adıdır.

Roman, Etienne Lantier'in bir maden şehri olan Montsou'ya gelmesi ile başlıyor. Bölge Fransa'nın maden ocaklarının bulunduğu yer ve halkın büyük çoğunluğu geçimini madende çalışarak sağlıyor. Kazançları çok düşük, açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Zola, dönemi ve güçlüklerini çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı anlatıyor. Etinne'nin şehre gelip madende çalışmaya başlamasıyla, maden işleri emekleri konusunda bilinçlenmeye başlıyorlar. Sabahtan akşama kadar çalışıp kelimenin tam anlamıyla ömürlerini tükettikleri maden ocağında haklarını aramak için greve kadar giden bir direnişin içine giriyorlar. Zola burada sosyalizm, kapitalizm ve anarşizm üçgeninde bir sorgulamanın içine sokuyor bizi. Sınıf çatışmasının ortasından ama çok da taraf olmadan yaşanan drama seyirci oluyorsunuz.

Etinne, yeni yeni bilinçlenmeye başlamış ve kendini geliştirmeye açık, okuyan, anlamaya çalışan bir genç. Maden işçilerinin Enternasyonel'e katılması taraftarı. Çünkü çevresinde gördüğü ve yaşadığı sefalet ancak genel bir greve gidilmesi halinde son bulabilir onun fikrine göre. Ama öte yandan maden işçileri ve onların aileleri; okuma yazma dahi bilmeyen, hayatları maden ve ev çizgisinde gidip gelen, tek "lüksleri" sevişmek olan ve sadece hayatta kalmak için yaşayan insanlar. Onları şehre yeni gelen bir yabancı olarak ikna etmek ve bu fikre alıştırmak çok da kolay olmuyor. Yılmadan, devamlı surette, okuduklarından öğrendiklerini halkla paylaşıp onların da bilinçlenmelerini sağlamak için çaba sarf ediyor.



Öte yandan madenciler ve aileleri gerçekten tam bir sefaletin ortasında yaşıyorlar. Daha fazla para kazanabilmek için daha fazla çocuk yapıyorlar. Etinne'nin yanlarında kalmaya başladığı aile olan Manheular'ın yedi çocuğu var. Bunlardan görece büyük olan üçü madende çalışıyor. "O dönem" madende çocuk işçi ve kadın çalıştırılmasını engelleyecek herhangi bir kural olmadığı için daha çocuk denecek yaşta hayatlarını madene satmaya başlıyorlar. Çalıştıkları koşullarsa hiç insani değil, öyle ki, kırk iki yaşına gelip çalışamayacak halde olan pek çok madenci oluyor. Daha fazla para kazanıp, daha iyi yemek yiyebilmek için daha fazla çocuk yapıp madene gönderiyorlar. Ancak bu kısır döngünün madencilerin kaderlerini bir türlü değiştirmediğini anladıkları noktada daha fazla dayanamayacaklarını fark ediyorlar. Madencilerin aydınlanmaya ve yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan karşı duruşlarına, yaşanan iki olay da katalizör etkisi yapıyor. Bunlardan biri madende yaşanan göçük diğeri ise ücretlendirme politikasında yaşanan değişim. İşletme sahipleri yaşanan göçüğün faturasını payandalama işini iyi yapmayan işçilere kesiyorlar. Ancak burada yaşanan asıl sorun şu ki; payandalama işi işçinin güvenliği için ne kadar önemli olsa da bu işe harcanan vakit çok uzun ve para kazandırmıyor. İşletme de bunu fırsat bilerek galerilerin güçlendirilmesi işi için ayrı ücret belirleyip, vagon başı ücreti kısıyor. Uzaktan bakıldığında işçinin yararına sanılan bu durum aslında bir işçinin alacağı toplam ücrette ciddi miktarda bir düşüş demek. Madende çalışanlar da bu ücret değişikliğini kabul etmeyerek greve gidiyorlar. İş veren tarafından kısa süreceği tahmin edilen grev, bir buçuk aydan daha uzun sürüyor. Bu aşamada ise ne işçinin ne de iş verenin dayanacak gücü kalıyor. İşçiler açlıktan ve sefaletten dolayı kontrollerini kaybediyorlar. Öte yandan bu duruma dayanamayan bazı işçilerin grev kırıcılık yapması da planlara zarar veriyor. Sonunda hiç istenmese de çok ciddi bir isyan çıkıyor. Etinne ve grevin önde gelenleri isyan çıkmasını, kan dökülmesini ya da madenlere fiziksel olarak maddi hasar verilmesini istemiyorlar. Hakları olanı grev yoluyla kazanmayı umuyorlar. Ama eski bir Rus soylusu olan ve o dönem madende makinistlik yapan Saovarin'e göre, yaşanlar grev ile çözülecek şeyler değildir. Ona göre kan ve ateş olmadan hiç bir şey düzelmeyektir.




Ancak önü alınamayan bu isyanda, işçiler çalıştıkları madenleri yakıp yıkmaya başlarlar. Ve işler bu noktadan sonra iyice kontrolden çıkıyor. İşletmeler validen ve jandarmadan duruma müdahale etmesini istiyorlar. Maden ocaklarının girişlerine asker yerleştirmeye başlanıyor. Grev devam ettiğinden ve işletmenin üretim yapmaya devam etmesi gerektiğinden Belçika'dan işçiler getirtiliyor. Buna karşı çıkan ve işlerini geri almak isteyen madenciler tekrar ocaklara gittiklerinde ise jandarmalarla karşılaşıyorlar. Çıkan çatışmada Manheu bir jandarma tarafından öldürülüyor. Bu olay grevdeki kırılma noktası oluyor ve Etinne de dahil olmak üzere çalışanlar yavaş yavaş işlerine geri dönmeye başlıyorlar. Ama her şey burada bitmiyor. Romanın başından itibaren sosyalizm ile anarşizmi karşılıklı konuşturan Zola, son darbeyi de Souvarine'nin hamlesiyle indiriyor. Souvarine'nin ocağa yaptığı sabotaj sonunda pek çok insan hayatını kaybediyor. Etinne ise ağır yaralı olarak kurtarılıyor. İyileştikten sonra da bir gün sabaha karşı Montsou'dan ayrılması ile roman sonlanıyor.

Romanı okurken, yaşanan sefalet, açlık ve acılardan dolayı içiniz dayanmasa da, her satırda umutsuzluğa kapılsanız da, Zola romanını umutsuzlukla bitirmez. Aksine ona göre yaşanan tüm bu acılar bir amaç uğruna yaşanmıştır ve hiçbiri tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak, geleceği aydınlatan bir ışık olacaktır.

"Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu."

Şimdi romandan çıkıp günümüze geldiğimizde değişen ne var diye bakınca ben değişen hiç bir şey göremiyorum. Klişeliğim nedeniyle affınıza sığınarak diyorum ki; Etinne'nin adını değiştirsek de Etem yapsak ve onu Soma'ya bıraksak; muhtemelen vasfına ve tecrübesine bakmaksızın ocağa indirirler. Aldığı üç beş kuruş para ancak karnının doymasına yeter. Çalıştığı yerin işçi güvenliği ise 130 sene önce yazılan bu romandakinden çok iyi sayılmaz büyük ihtimalle. Hatta Etem'in şu anki sendika temsilcileri o dönemin yeni yeni filizlenen sendikal anlayışına yaklaşamaz bile. Ama ocakta yaşanan felaket sonrası devlet yine iş verenin yanında yer alır. Nasıl romanda grev sırasında jandarmalar ocağı beklediyse, Soma'da da polis ve asker ocağı yine madencilerden korur.

Peki geçen bu 130 senede ne olmuş? İnsan hayatına değer verme noktasında ne kadar ilerlemişiz? Bana sorarsanız bu açıdan da bir ilerleme kaydedilmemiş, belki kötüye bile gitmiş olabilir. Sonuçta algı yönetimi konusunda o kadar çok oyun oynanıyor ki, hayatını kaybeden madenciler sayıyla ifade ediliyor. Sanki hiç seveni, sevdiği, annesi, babası, çocuğu, ailesi, kısacası hayatı olmamış bu insanların da, sadece "sayı" olmuşlar gibi. "301 tane" madenci... Hikayeleri hiçe sayılan 301 maden işçisi insan. Hatta bu durum daha da trajikomik bir hal alıp Radikal Gazetesi'nin 26/05/2014 tarihli internet sitesinde Aile ve sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın şu sözlerini okuyoruz:
"İlk planda şehit ailesine bir konut yapmayı planlıyoruz. Bu konutların 301’ini bir arada yapabiliriz veya şu anki konutlarını yenileyebiliriz. Şimdilik bunlar plan aşamasında görüşülüyor. Ama konut işi kesinleşti. Şu anda nerede yapabiliriz bunu araştırıyoruz. Bunlar temin edildikten sonra konut problemlerini tamamen ortadan kaldırmış olacağız. 301 Evler gibi bir şey düşünüyoruz."
 Şu noktadan sonra hala iyi niyetimi koruyup "301 Evler derken aslında şöyle demek istemiştir" demeyeceğim. Bu satırları yazmak acı verici. İnsanları "şey" gibi gören ve "işlerinin kaderiyle" o insanların kaderini tanımlayan bir zihniyete karşı ne denir artık ben bilmiyorum. Vicdan, merhamet, acımak, üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak gibi erdem belirtisi olan duygular ve eylemler, iktidarın erkek zihniyeti altında "zayıflık belirtisi" olduğu için kullanılmıyor. Karşı çıkmak, sesinizi duyurmak istediğinizde ise marjinalleştiriliyorsunuz. Oysa yaşanan bu acıda iktidar ve işverenin dışında bir kutup yok. Ama toplum olarak öyle bir noktaya geldik ki, ortak bir acı etrafında bile birbirimize saldırmadan duramıyoruz. Ya ben çok safım, anlamıyorum ve hala umut etmeye cüret ediyorum ya da işler o kadar çığırından çıktı ki; biz ( Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde yaşayan istisnasız herkes) bir daha "biz" olmamak üzere ayrıldık ve bunun geri dönüşü yok. Bakalım zaman bize ne gösterecek.

Not: Yukarıda kullandığım fotoğraflar Germinal'in 1993 yapımı film versiyonundan. Film olarak biraz uzun sürse de, romana sadık kalınarak çekildiği ve dönemi iyi yansıttığı için izlemenizi tavsiye ederim.

Kaynak
1- http://www.radikal.com.tr/turkiye/madenci_aileleri_icin_konut_projesi_301_evler-1193988 (erişim tarihi 26.05.2014)












26 Mayıs, 2014


Eve döndüğümde çok yorgundum, ne var ki artık her geçen gün sorunları daha iyi anlıyor, çevreme baktığımda, insanlarla konuştuğumda onların bu durumlarının bir kader olmadığını farkedebiliyordum.” Zehra Kosova

1910 yılında tütüncü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi Zehra Kosova. “Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim” diyerek anlatacağı kendi tütün işçiliği deneyimine de -Mübadele Anlaşması’na tâbi olarak- 1924 senesinde ailesiyle birlikte geldiği Türkiye’de, 14 yaşındayken başlayacaktı. Böylelikle Cumhuriyet tarihinin birçok dönemine tanıklık etmiş, mücadelelerle dolu 91 yıllık upuzun bir ömrün en önemli dönemecine de ilk adımını atmış olacaktı.   

Birçok mübadil aile gibi, 1924 senesi Sakarya vapuru ile İstanbul’a ve oradan da Samsun’a geldi Kosova ailesi. Emekli olduğu yıllarda kaleme aldığı anı kitabında bu yolculuğa / kendi hayat yolculuğuna dair Kosova şunları söylüyordu: “Henüz küçük bir çocukken bizi Yunanistan’dan getiren vapurun güvertesinden Ege’nin dalgalarını seyrederken, hayatın dalgalarının beni de bindiğimiz vapur gibi sallayacağını hiç düşünmezdim. Hele o dalgaların bütün bir ömür boyunca beni saracağını, inandığım bir davadan, uğruna mücadeleden hiçbir zaman kaçmadığım düşüncelerimden dolayı her zaman boğmak istediğini nereden bilebilirdim…”

Gerçekten de altüst oluşlar ve açlığın, yokluğun hüküm sürdüğü ekonomik sıkıntılarla geçen fakat mücadeleci ruhun her zaman korunduğu bir hayatın çarpıcı bir özetiydi aslında Kosova’nın söyledikleri. Ya da diyebiliriz ki çoğu zaman hüzünlü, acı ve ayrılıklarla dolu bir ömrün, “ben işçiyim” diyen Zehra Kosova’nın – ve Türkiye’de bu döneme tanıklık eden bütün işçilerin- hikâyesini, bir de güçlü, kararlı ve ilham verici bir direnişi dinliyoruz bu kitapta. Ayrıca, Kosova’nın yakın arkadaşlarından ve Türkiye’deki işçi hareketinin önemli isimlerinden Zihni Anadol’un da altını çizdiği gibi, Zehra Kosova’nın hikâyesini benzerlerinden ayıran bir diğer yanı da “az sayıda sosyalist kadın yazarlarımız arasında işçi kökenli olarak sivriliyor” oluşu.

Zehra Kosova’nın anıları Cumhuriyet’in kuruluşundan 1970’li yıllara kadar geçen dönem içerisinde işçi hareketine, işçilerin çalışma koşullarına ve hayat şartlarına, daha çok da tütün işçileri özelinde bakabilme fırsatını veriyor bize. Hatta bugünkü politik gündemimizden baktığımızda belirli bir dönemin içine hapsedilemeyecek kadar bir derinlik de sunuyor bu kitap. Türkiye tarihinde yaşanan en sert baskı dönemlerinde de her şeye kafa tutabilmiş bir inancın ve bilgeliğin dünümüze/bugünümüze dair söylediklerine yeniden bakmak gerekiyor.

İşsizlik, düşük yevmiye, beslenme, barınma, çocuk işgücü gibi konular –savaş koşullarında durum daha da kötüleşiyor olmasına rağmen- işçilerin her dönemde karşılaştığı temel sorunlar gibi duruyor. (Kosova bu konulara daha çok tek parti döneminden örnekler vererek değiniyor anı kitabında.) Mesela iş bulmanın, özellikle tütün işçileri için, hep çok zor olduğunu söylüyor. Yevmiye konusu ise başlı başına bir problem. Kadın ve çocuk işçilerin aynı işi yapmalarına rağmen erkek işçilerden daha düşük yevmiye almalarından mı bahsetmeli yoksa sürekli yokluğundan yakınılan –tek parti döneminden örnek vermek gerekirse ekmek, kömür ve gazyağı gibi- en temel ihtiyaçları bile temin etmeye yevmiyelerin yeterli olamamasından mı? Yoksa işçilerin zor zamanlarda, iş bulamadıkları için evlerindeki eşyalarını, hatta kıyafetlerini satmak zorunda kalmalarından mı?  

İşçilerin beslenmelerinin çok yetersiz kaldığını tahmin etmek güç olmuyor bu tabloda. İş yerleri öğle yemeği vermiyor, genellikle zeytin, peynir, ekmek ve zaman zaman tahin ya da reçelin bu listeye eklenmesinden oluşan öğle yemeklerini her zaman evlerinden getiriyorlar. Balık, tavuk, et neredeyse hiçbir zaman mutfaklarına girmiyor Kosova’nın anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla. Bir de uygun fiyatlara ev kiralamanın zorlukları da işçilerin genellikle karşılaştığı en temel sorunlardan birisi ve bu koşullarda barınma, mesela tek parti döneminde, işçi ailelerinin ekonomik darboğazından ötürü birkaç ailenin bir evin odalarını paylaştığı bir sisteme dönüşmüş. Fakat yine bu koşullarda, hem işçiler hem de onların aileleri arasında güçlü bir dayanışma da her daim varlığını sürdürüyor Kosova’ya göre.   

Tütün işçilerinin yaşadığı zorluklarsa daha farklı. Kışın tütün işi bittiği vakit, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “işçilerin kimisi ayakkabı boyacılığı, kimisi Sirkeci’ye gidip hamallık yapıyor, kimisi bakkallardan borç bulup yiyor.” Zehra Kosova ekliyor: “Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu…” Zehra Kosova’dan bugünümüze çok tanıdık gelen bir başka yorum daha: “…Topal ustanın gözü öyle aç ki, daha fazla iş istiyor durmadan. Ustalar hep öyledir işte, patronların maşası. Her zaman işçiyi ezmek için fırsat kollarlar, işlerine gelmeyen işçiyi attırırlar. Sendika yok, kanun yok hiçbir şey yok. İşçi ne yapsın? Gidip derdini kime anlatsın? O yıllarda iş kanunu var ama kim dinler yasayı? Tütün işçisi olarak kaderimiz hep aynı, kışın borçlanıyor, yazın ödüyorduk.”


Zehra Kosova’nın hayat hikâyesi her yönüyle Cumhuriyet tarihinin işçi panoraması gibi. Fakat buna ek olarak, sıradışı bir hayatı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kosova, ilkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatını, sendika üyeliğinde bulunmuş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmaları başlatmış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kere tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçi olarak tamamlıyor. Onun işçi mücadelesiyle dolu hayatını başlatan yıllarsa 1930’lar.
 
Bu yıllarda TKP’li işçilerle daha fazla zaman geçirmeye başladığını söylüyor Kosova. İşte bu dönem en yakınındakiler Mustafa Özçelik, Mehmet Çakıcı ve Kadri Çokuğurlu ve zaten onlar aracılığıyla partiye girecek, hayatının dönüm noktasını oluşturan, 1934 senesi parti tarafından Moskova’daki Şark Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilme süreci de bu şekilde başlamış olacaktı. Türkiye’deki sol hareketin önemli isimlerinden Şefik Hüsnü Değmer, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar ile de burada tanışacaktı.

Moskova’dan dönüşü, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarına denk geliyor. Savaş döneminin yarattığı ekonomik zorlukların yanına giderek artan bir polis baskısı ve işkence de ekleniyor bu dönemde. Kosova, 1946’da Dr. Şefik Hüsnü tarafından kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin kurucuları arasında olduğu için, 1954’te de Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi'ne girdiği için tutuklanıp, hayatının o döneme kadarki en ağır işkence deneyimlerini yaşıyor.

Kosova, Kavala’dan İstanbul’a çocukken yaptığı vapur yolculuğunu hatırlayarak, bütün bir hayatını adadığı işçi mücadelesine dair kitabının sonunda şunları diyor: “emeğe saygılı olmayı, emekten yana olmayı daha küçük bir çocukken annemden, babamdan gördüm ve öğrendim. Beni bu yetişme tarzım, hayata bakış açım sosyalizmle tanıştırdı. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları altetmek, geleceğe sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…

Bugün de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, bu sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son basamaklarına dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için yeni sayfalar açılacak ve buralara bizim gibi binlerce insanın hikâyesi yazılacaktır. Tıpkı ülkemizde Dr. Şefik Hüsnü’nün, Reşat Fuat Baraner’in, Nazım Hikmet’in ve daha nice arkadaşlarımızın olduğu gibi…”

1996 senesinde yayımlanıyor Zehra Kosova’nın Ben İşçiyim kitabı. Ve bu kitap, sınırsız sömürünün egemen olduğu, işçi haklarının bir bir yok edildiği, her gün yeni iş cinayetlerinin -ve hatta en son Soma’da yaşadığımız gibi toplu katliamların- “sıradanlaştı(rıldı)ğı” neoliberalizmin en zorba döneminin yıkamayacağı bir umudu ulaştırıyor bize. Ben İşçiyim, özellikle bugün Zehra Kosova gibi bir kadını ve aynı zamanda işçi kökenli bir sendikacı ve partiliyi yakından tanımak için kesinlikle herkesin okuması gereken bir kitap. Çünkü Cumhuriyet’in işçi tarihine ve bugüne dair bu anı kitabı aracılığıyla söylenebilecek daha çok söz var.



24 Mayıs, 2014

Adını Kendimin Belirlediği Kitabım


Sevgili blog takipçilerimiz, aslında bu hafta blogda yazacağım kitabı belirlerken oldukça zorluk çektim. Kafamda daha önceki gibi edebi bir kitabı tanıtma fikri vardı. Ama bir anda pozitif düşünceye yönelik bir kitap hakkında yazmaya karar verdim. O nedenle başka türlü bir eser beklentisi içinde olan okurlarımızdan şimdiden özür dilerim.

Bu hafta Aykut Oğut'un bu eseri hakkında yazmamın çeşitli nedenleri var. Öncelikle 30 saatlik bir tren yolculuğu esnasında beni pozitif düşünme konusunda teşvik edecek ve çok yormayacak bir kitabı okuyabileceğimi düşündüm. İkinci olarak, içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı günlerde hem blog severleri hem de kendimi böyle bir eser üzerinde yazarak rahatlatabileceğimi düşündüm. Son olarak, aslında biraz da bencilce olacak ama ben son dönemlerde bu tip kitaplar okumaya başladım çünkü böyle kitapların kendi bakış açımın gelişimi için faydalı olduğunu düşünüyorum.


Aykut Oğut'un ilk okuduğum kitabı Evrenden Torpilim Var adlı eseriydi. Bu kitabı çok sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okumaya başladım, o yüzden benim için çok önemli bir yeri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ama Ogut'un bu hafta sizinle paylaşacağım eseri kapağında ayna bulunan Benim Kitabımın Adı olacak. 



Öncelikle kitabı her eline aldığında kişinin kendisini görmesi çok güzel. Bu anlamda kitap kapağını çok yaratıcı bulduğumu söylemek isterim. Aslında kitapla ilgili çok da uzun uzadıya yazmak istemiyorum. Aranızda bu tip kitapları anlamsız bulanlar, bir tür Pollyannacılık oynamak olarak görenler de vardır elbet. Ben kendi adıma kitabı büyük keyif alarak okudum. Özellikle kişinin kendi doğrularını kendinin belirlemesi gerektiğine yönelik yaptığı vurguyu çok beğendim. Bazı kararları almak hepimiz için zor olabilir. Ben de o gruptakilerden biriyim aslında. Çok yakın bir zamana kadar önemli bir karar arefesinde hep sevdiğim, değer verdiğim insanların (annemin, arkadaşlarımın, öğretmenlerimin) onayını almaya ihtiyaç duyduğumu farkettim. Ama son birkaç yıldır, zihnimde içselleştirdiğim bu doğru kavramını sorgular buldum kendimi. Kime göre doğru, neye göre doğru? Kimin doğrusu? Zor anlarda ancak kendi iç sesimi dinleyerek kendi doğrumu zor da olsa seçmem gerektiğini farkettim. Oğut'un dediği gibi "artık kendi doğrularımı itiraf etmemin, aynaya bakmamın zamanı geldiğini" (108) düşündüm. Oğut da kitabının arka kapağında bu noktaya vurgu yapıyor: "Hiç kimsenin doğrusunu körü körüne takip etmemek. Kendi doğrumu, yani kendi gerçekliğimi ve onu yaratma gücünü kullanmayı öğrenmek!"

Biraz naif bulabilirsiniz ama ben bakış açımızın, yaklaşımımızın başımıza gelecek olaylarda çok büyük etkisi olduğunu ve pozitif düşüncenin kimseye hiçbir şey kaybettirmeyeceğini düşünenlerdenim. Olumlu düşündükçe olumluyu çekeceğimize; bir diğer deyişle dünyayı güzelliğin kurtaracağına inananlardanım. Yani evrenin çekim yasasına inanıyorum!

Son olarak yine benim için çok değerli birisinin çok önemli sözleriyle yazımı bitirmek istiyorum. Hayatımdaki meselelerde daha çok sonuçlara odaklandığım bir dönemde bu kişi bana: "Life is not a destination. Life is a journey" demişti. Bu lafı hiç unutamıyorum. Bu tarz pozitif düşünce ve kişisel gelişim kitaplarını da zihnimde hep bu cümleyi hatırlayarak okuyorum. Bu sebeple Oğut'un bu kitabını keyifle okuyacağınızı düşünüyorum. Hatta bunu Pollyannacılık olarak görenler bile okumalı çünkü arada Pollyannacılığa da ihtiyacımız var bence. Gerçekle bağımızı koparmadıkça bir iki saat Pollyannacılık oynayabiliriz sanırım... 

Bir dahaki yazımda bloğumuzun formatına daha uygun bir kitabı tanıtacağıma söz veriyorum. Ama ülkemde, Soma'da yaşananlardan, acı olaylardan, kaybedilen hayatlardan sonra bu yazıyla birkaç dakika da olsa gülümseyin istedim.

17 Mayıs, 2014



Dikkat! Bu yazı asabiyet, ironi ve siyaset içerir!



13 Mayıs 2014 günü, felaketlere doyamayan Türkiye, tarihinin en büyük maden cinayetini yaşadı. Bu yazıyı kaleme aldığım 17 Mayıs tarihi itibariyle kayıplarımızın sayısı (devlet adamı tabiriyle tane) halen netleşmiş değil. Aslına bakarsanız, büyük adamlarımızın kaza dediği bu olayın neden olduğu da henüz kimse tarafından bilinmiyor. Bildiğimiz tek şey, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu madenin güvenli olduğunun altının çizilmesi. O kadar güvenli ki, kaçış odası yok, içerideki kişi sayısı belli değil ve bu kadar güvenli olduğu için de 300 kişiyle durumu kotarmışız! Soma Holding’e bu çok güvenli güvenlik tedbirlerinden ötürü ve haşmetli devletimize de uykusuz kalıp yürüttüğü kurtaramama çalışmaları için teşekkür etmeyi ben kendi adıma bir borç biliyorum! Herkes herkese salak muamelesi yapabildiği için bu ülkede, bu satırları ben de rahat bir biçimde yazabiliyorum, tercih etmesem dahi…

Tarihin bir cilvesi olarak, bu Cumartesi yazım sırası bana gelmiş blogda. Ben de, bu Cumartesi yayınlamak için geçen hafta Hüseyin Cahid Yalçın’ın Edebiyat Anıları’nı okumuşum. Yazarın ilk kitabını bastırabilmek için Ahmet Mithat Efendi’den aldığı eleştiri yazısını ballandıra ballandıra anlatıp, 1900’lerdeki imparatorluk aydınının psikolojik tahlilini yapacağım aklımca. Planlarım suya o kadar kara bir biçimde düştü ki, bu yazıyı yazdığım şu an imparatorluk aydınının psikolojik çıkmazı da, Ahmet Mithat Efendi de çok anlamsız görünüyor.  Ancak 1900’ler, en azından periyodik olarak hem gündemimiz hem de bu yazı için önemini halen korumakta. Zira birazdan yazacaklarım gösteriyor ki, biz zaten 21. yüzyıla halen geçebilmiş değiliz. Aslında, konumuz bazında, 20. yüzyıla geçtiğimiz bile fena halde tartışılır. Sadece yazıyı bilgisayarda yazabiliyor olmam beni yaşadığım çağa ilişkin biraz şüphelendiriyor sevgili okur!


Bunun nedenlerinden biraz bahsederken, size aynı zamanda bu yazıya konu olan kitabın da tanıtımını yapmış olacağım: Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet, Zonguldak Kömür Havzası, 1822-1920. Osmanlı tarihi çalışanların (“daha doğrusu Fatih Sultan Mehmet Han ne güzel bir adamdı”nın ötesine geçebilmiş olan sayısı gerçekten az tarihçilerimizin) yakından bildikleri Donald Quataert’in yazdığı bu eser, Osmanlı madenciliğinin haritasını ortaya koyarken, emek tarihine de önemli bir katkıda bulunuyor. Aslında, böyle bir gündemde yazmasam çok ayrıntılı bir biçimde incelemek isterdim bu kitabı. Ancak Türkiye’de istediklerimizi gerçekleştirmekten ziyade başımıza gelenlerle yaşamak zorunda kaldığımızdan, şimdi belirli noktalara değinerek, bizim neden 21. yüzyılda yaşadığımızı sandığımızı ancak pek beceremediğimizi madenler üzerinden belirtmekle yetineceğim.

Quataert, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki madenciliğin devlet teşebbüsü ile ortaya çıktığını ve bunun dünyadaki örneklerden (Amerika, İngiltere, Fransa vb.) farklı olduğunu söylüyor. Zonguldak özelinde, devletin bu kadar etkin kontrol ve çabası kömürün öncelikli olarak Osmanlı donanması için düşünülmesinden kaynaklanmıştı. Yani kömür başlangıçta daha çok askeri bir bakış açısından düşünülüyor. “Ancak madenler, 1860’lerin sonları itibariyle karma bir işletim sistemine tabi oldular. Maden devlete, daha doğrusu kullanım haklarını özel işletmecilere kiralayan sultana aitti. Denetimden feragat etmek istemeyen devlet, müstakbel girişimcilere engelleyici ve külfetli koşullar dayattığı için üretim ilk zamanlarda durgundu. Ancak bu çalışmada ele alınan dönem boyunca devlet, denetimi özel sermayeye gittikçe daha çok teslim eder hale geldi. 1882 yılında devletin, işletmecilerin daha iyi koşul taleplerini kısmen kabul etmesiyle üretim artmaya başladı.” (S.16) Buradaki devlet denetiminin işçi için değil, üretim için olduğunun altını çizmekle beraber, imparatorlukta da günümüzdekine benzer bir özel sektör ve üretim artışı anlayışının bulunduğunu söylemek mümkün. Madenlerde işletme hakkının özel sektöre devrindeki en büyük unsur olan “sarayla bağlantıya sahip olmak” kıstası da yine bugünün “devletten iş koparma” zihniyetinin benzeri olarak göze çarpıyor. Yalnız günümüzden farklı olarak, imparatorlukta, devlet ve işletmeci arasındaki ilişkiler bugüne oranla oldukça gergin (muhtemelen devletin kontrol mekanizmasını devam ettirme isteği yüzünden). Yani, imparatorluktaki Maden Nazırı’nı 2014 Manisa’sına ışınlarsanız, kendisinin işletmeciyi canhıraş şekilde korumak, bu uğurda büyük yalanlar söylemek ve madenci yakınlarını falakaya çekmek gibi bir misyonu, büyük ihtimalle, olmayacaktır. Gerçeklikle bağımızı iyiden iyiye kopardığımıza göre, bu cümledeki tarih-dışılığı da mazur görmenizi rica edeceğim.  

Kitaba göre, imparatorlukta madenler sömürünün en çok olduğu sektörlerden biriydi. Köylülerin mecburi çalıştırılmasını bir kenara bırakırsak, ücretli serbest işçilerin dahi kazandıklarının vergiye ve işteyken yedikleri ekmeğin parasına gittiğini söylüyor Quataert. 2014 yılında Türkiye’de açlık sınırının 1100 TL, yoksulluk sınırının ise 1800 TL olduğunu hesaba katıp, madende çalışan işçilerin ise ortalama 1100 TL kazandığını da bildiğimize göre, işçi maaşının yine vergi ve ekmekten biraz farklılaşacak bir gıda masrafına gittiğini söyleyebiliriz. Tabii, imparatorluk görevlilerinin bu yoksulluğu nasıl kullanacaklarını bildiklerinden şüpheliyim. Ah şu tatlı 21. yüzyıl! Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da Quataert’in imparatorlukta 1908 sonrası oluşan sendikalaşma ve grevin, ücret rakamlarını bir miktar yükselttiğini söylemesi. Gerçekten de 1908’den sonra madenlerde bir grev dalgası gerçekleşiyor. Kitapta yok ama muhtemelen, sendikalar sadaret kontrolünde olmadığı içindir.  

Osmanlı madenlerinde çocuk işçiler kullanmak da yaygın ancak sadece bize özgü bir şey değil. Örneğin İngiliz Adaları’nda 1842 yılındaki düzenlemeye kadar on yaş altı çocuklar dahi madenlerde çalıştırılabiliyordu. Osmanlı Devleti’nde 1867 düzenlemesi ile yaş sınırı 13’e, 1911’de 16’ya yükseltiliyor. Ne zaman 18’e çıktığını bilmemekle beraber, hukuk kurallarının çoğu zaman uygulanmadığını Quataert’in kitabından bir kez daha öğrenmiş oldum. Gerçi tahmin etmekte de bir zorluk çekmezdim.

Yazar kitapta Osmanlı madenciliğinin fıtratına da değiniyor. Madenciliğin, 19. yüzyılda tehlikeli bir iş olduğunu belirtiyor. İş güvenliğine gelirsek, o dönemin koşullarında ışık için kullanılan mumlardan (ki bu mumlar açık olduğu için sık sık patlamalara ve yangınlara sebep oluyorlar) üstü kapalı lambalara geçiş üzerine bir mücadele olduğunu görüyoruz. Ancak sonuç olarak madenlerde yeterli güvenlik önlemi ve teçhizat bulunmuyor, hatta küçük madenlerde havalandırma bacası dahi yok. Pek tabii, yaşam odaları o dönem henüz icat edilmemiş. Zaten icat edilseydi bile muhtemelen dünyanın bu kısmına uğramazdı. Hal böyle olunca, madenciliğin fıtratında gerçekten de ölüm olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu hafta bu fıtratın tezahürlerini örneklerle öğrenmiş bulunduk. Mesela dönemin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de 1862’de 204 kişi ölürken, teknolojisiyle ünlü Amerika’da 1907’de 361 kişi hayatını kaybetmiş. Ancak nasıl ki bugün Almanya’da madenlerde kimse ölmezken, Türkiye’de sayısını bilmediğimiz ama 300’den fazla olduğunu tahmin ettiğimiz kişi ölebiliyorsa, Osmanlı madenlerinde de “işçilerin işle ilgili yaralanma veya ölüm riski Batı Avrupa’daki ya da ABD’deki muadillerinden 5 ila 25 kat daha fazlaydı.” (s.255). Sağlam istikrar!

Kitapta daha birçok ayrıntı var efendim, emek tarihine ilgi duyan herkese tavsiye ederim. Hem böylece, Türkiye’nin konu emekçilere gelince 21. yüzyıla nasıl uyum sağlayamadığını tecrübe de edebilirsiniz. Bu bakımdan, bu eser, aslında televizyonlarda bundan sonra yapılacak başbakan, bakan, hükümet sözcüsü, müşaviri, danışmanı, yalakası açıklamalarında da rahatlıkla kullanılabilir.  Ancak sanıyorum ki, yetkili kişiler adam dövmekle meşgul oldukları için ayrıntılı araştırma ya da okuma yapacak zamana sahip değiller. Zaten o yüzden Wikipedia’dan çektikleri İngiltere, Çin, ABD kaza istatistikleri ile yetiniyorlar. Bundan sonraki adımın, 21. yüzyıl Türk tarih yazıcılığının tüm kötülüklerin babası olarak konumlandırdığı İnönü’nün, savaş yıllarında madenlerde çalışma mükellefiyeti getirdiği döneminin gün yüzüne çıkarılması olacağını tahmin ediyorum. Eğer dilerlerse, bu yazının işlerine yarayacak kısımlarını da “ecdadımız büyük Osmanlı’da da madenler zaten böyleydi” temasıyla bana bir telif hakkı ödemeden kullanabilirler. Nasıl olsa biz, 12 yıldır bu ülkenin hor görenleri olarak gösterilen ama birilerinin canı yandığında ona tekme atmak yerine, elini tutmayı yeğleyen; 750 bin liralık rüşvet saatleri verip almayan ve kendi ülkesindeki insanlar öldüğünde de- anlamsız el işaretleri olmadan- ağlayabilen kişiler olarak, hiçbir açıklamayı yutmayacağız... Ve bunun için de büyüklerimizden dayak yemeye muhtemelen devam edeceğiz.




Sevgiyle kalın, hayatta kalın!




12 Mayıs, 2014

Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir



Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna ve Canım Aliye Ruhum Filiz’den sonra ikinci romanı ile tekrar blogumuzda. Yazar, bu romanında da insana, zayıflıklarına, iniş çıkışlarına dair dönemler üstü bir analiz ortaya koymuş durumda. Erken Cumhuriyet döneminin aydınlanmacı yaklaşımı ile dönemin hem bireysel hem de toplumsal çürümüşlüğünü o dönem de çok iyi tahlil ve tarif ettiğinden bence bugün için de geçerliliğini korumakta.
Kitap; üç karakter, onların iç dünyaları ve çevreleri ile ilişkileri etrafında şekilleniyor. Ana karakter Ömer; tabiri caizse bir baltaya sap olamamış, postanedeki işine bile nerdeyse hiç uğramayan, dostlarından gördüğü yerde istediği paralarla asalak gibi yaşayan bir adam. “Aklı başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden harekete geçecek insanlar lazım!”diyen pragmatist arkadaşı Nihat ile günlerini aylaklık etmekle, İstanbul’da dolaşmakla geçiriyor. Her türlü iş, onun için sıkıntıdan ibaret. Kendi tabiriyle “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor.” Hiçbir şey istemediği gibi yaptığı her şey için de “İçimizdeki Şeytan”ı suçlayarak hiçbir mesuliyeti alamayan bir insan Ömer. "İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, içimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."
Macide ise Ömer’in vapurda ilk görüşünde vurulduğu,  aslında uzaktan da akrabası olan, konservatuar öğrencisi bir genç kadın. Balıkesir’den teyzesinin yanına, İstanbul’a tahsil yapmaya geliyor. Teyzesinin ailesinin bozulan durumlarına rağmen gösteriş için masraflara devam edilmesi, Macide’nin babasının kızı için yolladığı paraya muhtaç olunmasına sebep oluyor. Bu durum Macide’nin babasının vefatı sonrası gönderilen paranın kesilmesi ile son buluyor. Başka bahaneler ile Macide memlekete yollanmak istemiyor ve Macide de memlekete dönmek yerine “Tam yaşamaya başladığım bu andan itibaren beni öldü saysınlar...” diyerek yeni bir hayatın umuduyla Ömer ile kaçıyor. Hiçbir şeyde tutanamayan Ömer; “Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve kesif olması nedir bilir misiniz?” ve  “Bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş,uçsuz bucaksız bir şeye...ve sana bakmak istiyorum!” sözleriyle tutunacak dalı Macide’ye daha da sıkı sarılıyor. Ömer ile resmen evlenmeseler de birlikte yaşamaya başlıyor ve Macide için gelgitli zamanlar başlıyor. Ömer’in maddi sıkıntıyla ve arkadaş baskısıyla yolsuzluğa buluşması, ilişkilerinin seyrini değiştiriyor.  Macide de “Sana yeni bir dünya açacağımı sanmıştım...Seni sükutu hayale uğrattım. Ben sana rehber değil, ancak yoldaş olabilirdim, fakat yolu ikimiz de bilmiyorduk ve birbirimize yük olmaktan, birbirimizi şaşırtmaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu.” Sözleriyle hayatı üstündeki sorumluluğu başkalarına devretmiş oluyor.
Müzik öğretmeni Bedri ise Ömer ve Macide’nin ortak arkadaşı. Balıkesir’de lisede Macide ve Bedri arasında başlayan yakınlaşma, Bedri tarafında yoğunluğunu koruyarak devam ediyor. Biraz Macide’nin sıkıntı çekmemesi için gelirinin bir kısmını devamlı herkesten borç istemekten çekinmeyen Ömer’e veriyor. Ömer’in lakayt çevresinin de olduğu meclislerde Bedri, Macide için kurtarıcı bir liman gibi oluyor. “Bu manasız ve boş hayattan daha başka bir şey olması lazım geldiğini ve bu başkanın ne olduğunu...” bildiğinden yol gösterici aynı zamanda.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim bir karakter var, aslında bütün kitabın şahane bir özeti belki de. Veznedar Hafız Hüsamettin bey kitaptaki ana karakterler arasında çok yer kaplamasa da kilit noktadaki rolü ve vurucu tespiti ile hikayeye damgasını vuruyor. “Sana teşekkür borçluyum evlat...Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.” Basit bir yolsuzluk ve onun devamında bu yolsuzlukla ilgili atılan adım, insan karakterinin ne kadar da çürümüş olduğunu kanıtlıyor.
En büyük problem belki de  “Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakar diyoruz” özeleştirisinde olduğu gibi iyilikten yapısal olarak uzak olmamız. Nihayetinde beşerdir şaşar demişler, en başta kişinin düşünmeye başlaması lazım. Belki de en önemli eksikliğimiz odur: Düşünmek. Belki de düşünmek ve ümidi tekrar canlandırmak. “Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek az...Ama var...Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir.”
Kitapla ilgili önemli bir konu da Sabahattim Ali’nin her eserinde olduğu gibi bunda da entelektüel birikimini görmemiz. Tasavvuf, Buda ve Laotse’yi yazısına dahil eden yazar, oldukça erken bir dönemde dinciliğin de eleştirisini yapıyor: "Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” Bu entelektüel birikim, dönemin aydınlarına yapılan eleştirinin de altyapısını oluşturuyor. Bu noktada edebiyat magazinini sizlerle paylaşmadan bitirmek olmaz. Rivayet olunuyor ki, Nihat karakteri milliyetçi Nihat Atsız’ı, İsmet Şerif ise Peyami Safa’yı betimliyor. Bu romanla da ilgili olarak Nihal Atsız dava açmış ve kapanmış sanırım.
Kitabın belki de en iyi özelliği halen güncelliğini koruması ve dönemimize de ışık tutması. İnsanın ruhundaki devinimler o kadar iyi aktarılmış ki 70 yıl öncesi ile şu an arasında hiçbir fark yok gibi geliyor insana. Bir de özellikle karakterlerin içlerine döndükleri ve özeleştiri yaptıkları monologları çok başarılı. Bu kadar alıntı yapmanın sebebi de kendi cümlelerimle yazsaydım bu kadar net aktaramayacağımdan endişe etmem.
PS: İçindeki şeytanlara saldıranlara MFÖ’den gelsin.

11 Mayıs, 2014

Geçen hafta sonu 1940’ların Ankara’sındaydım, geçirdiğim zaman boyunca bana memur Şekip Bey eşlik etti. Ufak bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Bir okuyun eminim siz de gidip görmek isteyeceksiniz.

Ankara'ya varınca bir nefes Gökçe Pastanesi’ne gittim, çayımı içip Şekip Bey'i beklemeye başladım. Önceden konuştuğumuz üzere burada buluşacaktık, ardından planımız Ankara'nın sokaklarını arşınlamaktı. Lafıma devam etmeden önce beni uyardıkları gibi sizi de uyarayım. Onun her dediğine kanma dediler bana, ufak yalanlar söyleme gibi bir huyu varmış. Ne de olsa kendisi bir yazar adayı belki mizansenler yaratmak, sözcüklerle oynamak istiyordur. "Adamın üstüne gitmeyin bu kadar yahu!" dedim. Ama sonra onu tanıdıkça düşündüm yazar olmakla alakası yoktur belki sadece canı isteyip işine geldiği için yalan söylüyordur. Kim bilir… Neyse devam edeyim, gün aylak aylak geçip gidince akşam içmeye Altındağ’a gittik. Şekip Bey’in arkadaşlarına rastladık. Pek yetenekli yazar arkadaşı var Orhan Bey, onunla konuşurken laf lafı açtı siyasete geldi. Nazım Hikmet’in affı için eylemler varmış ondan bahsetti. Şu Orhan Bey, yahu Orhan Veli’ye mi benziyor ne? Malum gergin zamanlar konuştuğuna dikkat etmen lazım dediler, komünist görüşlerin varsa kara listeye girersin diye uyardılar. Kaldığım süre boyunca Ankara'da konuşulmayan bir gerginlik ve yoksunluk sezdim. Akşam kalmaya bir otele gittim. Şekip Bey’in evinde galiba bir arkadaşı kalıyormuş, yer yokmuş. Sorun değil dedim ama arkadaşı kimdir neyin nesidir anlamadım nedense hakkında pek bir şey demedi. Sonraki gün şehri tek başıma gezdim. Şekip Bey’in babası hastaymış onu ziyarete gidecekmiş. Bende dün gezdiğimiz yerleri kendim bir kez daha gezdim. Yolda giderken ileride birden Şekip Bey'i gördüm, bir kadınla beraberdi.Parka doğru devam edip bir banka oturdular.

Yukarıda kurmaca bir başlangıç yaptım. Ama sorun bir bana neden? Çünkü Levent Cantek’in kelimeleri ve Berat Pekmezci’nin çizgileri bir araya gelince kendimi adeta 1940’ların Ankara’sında, Şekip diye bir adamın peşinde savruluyor hissettim. Emanet Şehir bir grafik roman türü, ne yazık ki bu alanda çok detaylı bir bilgim yok. Ancak kitapta da belirtildiği şekilde “kitap ayracına ihtiyaç duyacağınız çizgi romanlar” olarak tanımlayabiliriz. Kitap ayracına da konuşma balonlarının altını çizmek için kaleme de ihtiyaç duyabilirsiniz. Karakterler, mekanlar, her türlü detay görsel olarak tasvir edildiği için hayal gücünüzü kullanmaktan mahrum kalacağınızı sakın düşünmeyin. Gördüğünüz ve okuduğunuz sahnelere hayalinizden hareketler ve sesler katarken bulacaksınız kendinizi. Bazı sahneleri kafanızda yeniden farklı şekillerde canlandıracaksınız.


Kitap, Şekip adında yazar olma hayali ile gazetelere tefrika yazan, dönemin edebiyat çemberinin bazen içinde, bazen dışında ve bazen sadece çeperinde olan bir karakterin Ankara’da mevcut olma ve savrulma halini anlatıyor. Nurullah Ataç’ın aksi aksi konuştuğu, horoz dövüşlerinin ardındaki duvarlardan İsmet İnönü’nün baktığı, 1940’ların Ankara’sının ahşap evlerinde geçen bir hikaye. Şekip hikayenin ana çekirdeği durumunda, Ankara'ya ve yan karakterlere Şekip üzerinden temas ediyorsunuz. Yan karakterlerin hikayeleri gerçekten ilgi çekici ve Şekip'i bir şekilde sarıp sarmalıyorlar. Levent Cantek, Ankara’nın sosyo-politik geçmişini detayları ile birlikte biriktirmiş ve bunun hamurundan tek tek karakterlerini yoğurmuş. Bu nedenle hikaye ve karakterler zemine gayet sağlam basıyor ve başarılı bir dönem profili sunuyor.





Berat Pekmezci’nin çizimlerini Pis Maymun ‘a yaptığı kapak sayesinde takip etmeye başlamıştım ki bu sayede Emanet Şehir’i keşfettim. Emanet Şehir ’de yaptığı çizimler detay dolu. Özelikle bölümler arası geçişlerde yaptığı tematik çizimler ve karakter tasarımları gerçekten çok başarılı. Favorim ise Paçacı! Gerçekten kimin neyi konuştuğunu anlayan bu adamın tipine bakınca “Fakir Şükrü haklı, Paçacı bilir” dedim. Duyguları ve tasvirleri görsel olarak aktarmak konusunda hikaye ile gayet denge içinde bir çalışma olmuş. Kısaca kelimeler ve çizgiler birbirini tamamlamış.





Son olarak hoşuma giden bir diğer nokta ise bu grafik romanı okuyunca yapım sürecinin mutfağına da girme şansı bulmak. Ne kadar çok emek gerektiren bir süreçten geçtiğini ve titizlikle gerçekleştirilmiş bir ekip çalışmasının ürünü olduğunu gördüm. Umarım böyle nice özenli işler çıkar. Kitaba ek olarak şu siteden de nerelerden esinlenildiğini, taslak çizimleri ve süreci inceleyebilirsiniz. http://emanetsehir.com/ Belki Persepolis misali Emanet Şehir'in de bir animasyonu çekilir! Ne de güzel olur!

04 Mayıs, 2014

"Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler!"

Daha önce anlamadan okuduğum kitaplardan biriymiş Sait Faik Abasıyanık'ın "Kayıp Aranıyor" romanı. İlk kez 1953 yılında yayınlanan bu roman, başka bir bölümü olmamasına rağmen "I" no.lu bölüm numarasıyla başlar ve Sait Faik'in oldukça yalın, yalın olduğu kadar derinlikli anlatımı sayesinde başlandığı gibi bir nefeste okunup biter.

Okuduğum her kitapta kendimden bir şeyler arayıp bulup, kitaptaki bir ya da birkaç kahramanı kendimle özdeleştirerek, onu hislerime, söyleyemediklerime tercüman etmek isterim. Bu kitapta kahraman bence tek: Nevin. Ankara'da kendisi gibi gazeteci olan eşiyle yaşayan, emekli konsolos Vildan Bey'in saadeti arayan ve sorgulayan, 'hayatı yaşayarak münakaşa edip bir neticeye varmaya çalışan' kızı Nevin. Kitabın bazı yerlerinde Nevin, insanların kendisini hep "konsolosun kızı" "gazetecinin karısı" ya da "Balıkçı Cemal'in aftosu" olarak tanımladığını söyler ve bunu kabul etmiş gibi dursa da aslında bu durumdan rahatsız olur. Nevin'den bahsederken benim de daha ilk cümlemde bu tanımlamaları kullanmam ya kitabın etkisinden ya da ataerkil sistemin iliklerime kadar işlemiş olmasındandır. Ben tabii ki ilk seçeneği tercih ediyorum.

Nevin, geleneksel olan annesinden ziyade (bu romanın genel havası boyunca da Türk romancılığının ana konularından geleneksel-modern, Batı-Doğu ayrımını ve bu ikisi arasında kalmış ya da bu ikisini harmanlamış yaşamları çok net görüyoruz.) kızının nasıl isterse öyle yaşamasını isteyen babasının etkisi altında yetişmiştir. Konsolos Vildan Bey, "insanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da bunu öğretmişti(r)." İnsanın hayatı boyunca 'ahlak' denen duvarın sınırlarını çok da zorlamadan, gözünü kapadığında hatırlayacağı mutluluk ve zevk anıları biriktirmesi gerektiğini savunur Vildan Bey. Burada biraz önce bahsettiğim Doğu gelenekselciliği ile Batı modernizminin arasında kalan bir baba görüyoruz aslında: Hayatını istediğin gibi zevkle yaşa; ama ahlak sınırlarını da çok zorlama. Vildan Bey'in şu cümlesi aslında bu konuda bize ayna tutar: Yaşamın her şeklini meşru, kitaba uyar bir hale soktuktan sonra hiçbir şeyin zararı yoktu(r). Vildan Bey böyle söylüyor; ancak meşru ya da kitabına uyan sınırlar içinde bir kimsenin kendi hayatını tam olarak istediği gibi yaşayabilmesine ne kadar imkan vardır ki? 'Modern' sayılabilecek zihinler, bir yandan dinin "günah"ını yok sayarken, diğer yandan toplumun "ahlak"ını meşru görerek mı özgürlük alanını belirliyor?

Vildan Bey'in bu hem özgürlükçü hem de bilinçsizce de olsa sınırlayıcı mesajlarıyla yetişmiş Nevin, hayatı boyunca hep bir şeylerin peşinde koşmuştur. Saadet de bunlardan biri ve en temeli olmuştur. Daha doğrusu, okuduğu tüm romanlarda, öykülerde, şiirlerde saadeti bulması ve onunla yaşaması gerektiği mesajını almıştır. Kocası Özdemir'le evlenmesinin nedeni de budur aslında. Saadet arayışı içerisinde ulaştığı sonuçta, hem toplumun kendisinden beklediği, kabul ettiği ve babasının ilettiği gibi meşru ve tehlikesiz bir yaşamı olacak hem de istediği yaşam buymuşcasına o yaşamdan zevk alacaktı. Mutlu olacaktı işte, ötesi yoktu. Ona her koldan dayatılan ve bulmasının zorunlu olduğunu hissettiği yaşam tam da bu değil miydi? Toplum gözünde statüsü olan bir adam ve onunla yaşayacağı bir yaşam... Ama bunun çok da öyle olmadığını Özdemir'in kendisini aldattığını gördükten sonraki buhran döneminde ve ondan kaçıp ailesinin yanına, İstanbul'a geldikten sonra sığındığı Balıkçı Cemal'le yaşadıklarından sonra anlayacaktı. Aslında saadet, olmak zorunda değildi. Mutluluk içerisinde yaşayan insanların da gelip dayanacağı yer boşluk değil miydi? Benim de hep savunduğum (ya da kendimi rahatlatmak için arkasına saklandığım diyelim) düşünceye göre, insanlar ne kadar mutlu ya da mutluymuş gibi yaşasalar da en sonunda herkes ölmeyecek miydi? Hayat, önü ve arkası boşluk olan bir şeyse, onu mutlu ya da mutsuz olarak yaşamanın ne anlamı vardı ki? Bu sebeple belki de saadet denen şeyi, hayatın kalitesini ölçmekte bir kıstas olmaktan çıkarmak ve onun yerine arzu, aşk gibi şeyler koymak gerekiyordu.

Otel odası buhranı...
Özdemir'in kendisini, kendi evinde bir meslektaşıyla aldattığını görüp evi terk ettikten sonra Nevin'in otel odasında yaşadığı buhranı o kadar güzel anlatmış ki Sait Faik, okurken sizin de kalbiniz sıkışıyor, nefes alamıyorsunuz, siz de bir titreyip bir güçlenip, kendinizi ipsiz bir uçurtma gibi hissediyorsunuz. Hele ki Nevin'in, yaşadıklarını unutup İstanbul'daki yeni hayatına alışma sürecini anlatırken pazartesi günlerine yüklendiği öyle bir bölümü vardır ki kitabın, dönüp dönüp tekrar okumamak elde değildir bu bölümü.

Bu süreçte Özdemir'e çok kızarken aynı zamanda, Özdemir'i affetmek, onunla tekrar birlikte olmak eğilimde olan Nevin'e de kızıyorsunuz. Öte yandan da seven bir kadının affedicilik ve unutkanlık boyutlarını az çok biliyorsanız, Nevin'e empatiyle yaklaşıp dönüp bir de kendinize kızıyorsunuz. Affeder gibi yapsa da affetmiyor Nevin. Özdemir'i iyi tanıyor çünkü. Özdemir'in kendisini tıraş sonrası rahatlamak amacıyla sürdüğü kolonya gibi gördüğünü, bu aldatma meselesinden sonra hayatı boyunca kendisine köle olabilecek kapasitede olmasına rağmen, onu rahat ettirmek amacıyla doğmadığını söylüyor ve hayatından çıkarmaya karar veriyor. Sadece onu değil aslında, herkesi hayatından çıkarıyor Nevin. Daha doğrusu herkesin hayatından kendisi çıkıyor. Nevin'i öldürüyor Nevin ve nüfus cüzdanında yazan diğer isimle, Ayşe olarak yeni bir hayata doğuyor. Arkasında sadece babası emekli konsolos Vildan Bey'in çeşitli aralıklarla kendisi için yayınladığı "Kayıp Aranıyor" ilanı bırakarak...

Bu kısacık romanda; geleneksellik, modernite, mutluluk, güven, huzur, aşk, özgürlük, gazeteciler, gazetecilik ve bu mesleğin "patronun düşünmesi  ve devletin siyaseti" eksenli olmak zorunda olması, kadın olmanın zorluğu, kendisinden vazgeçilen adamın ilk başvurduğu şeyin şiddet olması, yeniden doğmak için her şeyi geride bırakmak zorunluluğu gibi birçok şey bulabilirsiniz. Yarınki pazartesiye de göz kırparak, okurken oldukça keyif aldığım aşağıdaki satırlarla bitiriyorum yazımı:

"Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git pazartesi sen de! Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen bulada bir salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler yok mu ertesiler? Bu ertesiler, kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar!
(...)
Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük Okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta pazar, bir tarafta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde."


03 Mayıs, 2014





Eğer daha farklı bir dönemde doğsaydım ve aynı aileye doğmasaydım, Nazım’ı bilmeden büyüyecektim. Nazım’ı okuyan komünist sayılıyordu, bence bu anlayışın değişmesi şart. Nazım komünistten önce hümanisttir. Tepeden tırnağa şair ve insandır. Ele avuca sığmaz bir adaletsizlik karşıtıdır. Romantik bir komünisttir bir biyografisinde belirtildiği gibi "güzelden, doğrudan, iyiden" yana olduğundan biraz da romantik sayılmıştır. Kimi zaman partiyle ayrı düşmüştür.

Nazım üzerine iki üç biyografi okudum lisedeyken ve siyaset bilimi okumaya karar vermemdeki bir sebep de Nazım oldu, yoksa Edebiyat ve İngilizce öğretmenliğinden yanaydı tercihim. Sanırım bugün siyaset bilimi mezunuysam bunu apolitik 80 sonrasına değil, Nazım'ın şiirinin gücüne borçluyum. Ben siyaset bilimine bir şey katamamış olsam da birçok öngörümü ondan aldım ve bununla gurur duyuyorum.

Nazım aşkını arkadaşlarıma aşılamaya çalışırken babaları “amanın bu kız komünist mi?” diye sormuşlardı onlara.

Evimizdeki Adam Yayınları serisi böyleydi...
                                                     
Hiçbir zaman komünist olmadım, olamadım, olmak da istemedim. Bunun bir sebebi de komünist olamayacak kadar burjuva olmam ve rahatı sevmem olsa gerek. Ayrıca hiçbir zaman bir partiyle sınırlanamayacağını düşündüğüm özgürlükleri hayal ettim, komünistler zamanında Stalin'i savunarak kendilerine yalan söylüyorlardı. Onların kendilerini kandırdıklarını düşündüm hep.

Ama hümanist olmak istedim hep, Nazım’dan öğrendiğim insaniyet ve umutla. Yine ondan öğrendiğim hayat dersleriyle. Ve hatta yine ondan öğrendiğim vatanseverlikle. Milliyetçilik demeyelim, vatanseverlik diyelim ve altını çizelim bu sözün. Nazım’daki vatanseverliğin aslında insanlarını sevmekle ölçülebileceğini bilerekten. Her kesimden, her ideolojiden insanını sevmek. Bu topraklarda doğmuş olan, ırk ve din ayrımı yapmaksızın...
Nazım ile ilgili çok yazı yazdım, hepsi yavan oldu. Bu da yavan olacak, diye korkuyorum.

Şimdi bu romanını, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”i okurken hayatı bir kere daha ne kadar onun gözüyle gördüğümü anlamış oldum.

Burada Ahmet’ten bahsederken kendini anlatır. Anushka’ya aşıktır. Anushka’nın mavi gözlerini ve boynunu görür, bu güzellik hoşuna gider. Bacaklarını görür, kalınmış, der, sevinir her yeri güzel değil diye. Bir erkek gözüyle yarışır Si-ya-u ile, "Si-ya-u erkek değil mi yahu?". "Gurur yok mu bu adamda Anushka beni seviyorken bile peşini bırakmıyor Anushka’nın?" diye, biraz maçoca da olsa kızar. Eh her ne kadar komünist de olsa bazı duygulara gem vuramaz, zaten Nazım insan olmanın her halini anlayan ve anlatan ve kendisi de edebiyat dışında mükemmelliyetçiliğin peşinde olmayan katıksız bir şair değil midir? Duygularını reddetmeyen, kendine yalan söylemeyen.

İsmail’in gemide yaşadığı psikolojik işkence çok güzel bir dille anlatılmıştır kitapta. Sinematografik bir özelliği var bu anlatımın. O kadar ki kendinizi İsmail’in yerine koyabilir ve bir an sonra başınıza ne geleceğini bilmeksizin o karakterin hissettiklerini dillendirebilirsiniz.

Lenin’in ölümüne tanık olan ve ağlayan bir halk, trenlerle her yerden Lenin’i görmek için gelen kalabalıklar, Lenin’in mezarının başında bayılan koskoca dağ gibi asker... Yaşlı bir teyze, küçük bir çocuk, ağlama ve inleme sesleri... Lenin’in geniş alnı, “biz bittik” diyenler...

O zamanın güç dengeleri de tarihi anlamda çok güzel özetlenmiştir. Mustafa Kemal'in zaferi, Jön Türkler'in bir kısmının zengin oluşu, bir kısmının kaçışı. Güç kavgaları ve yeni bir devletin kuruluşu sırasında kurulan İstiklal Mahkemeleri'nin acımasızlığı.

İsmail ile Neriman arasındaki diyaloglar çok eğlencelidir. Neriman burjuva da olsa İsmail onunla evlenmek ister, ona mutfaktan çıkmasının devrimin bir gerekliliği  olduğunu söyler. Neriman ise "olur mu canım, kadın kadındır her zaman için" der. İsmail Neriman ile otururken kendi kendine düşünür:

"He gave Neriman a sidelong glance: she looks about twenty-two. And I’m forty. Life went past just like that. There’s a book called A Life Went Past like That. Was it a bad life? Why should it be bad, brother? But it went by."

"Neriman'ı uzunca inceledi: 22 gösteriyor. Ben 40'ım. Hayat öyle geçti işte. Hayat Böylece Geçti diye bir kitap vardı. Kötü müydü hayatımız? Niçin kötü olsun be kardeşim? Ama geçti işte." (benim naçizane çevirim, çünkü kitabın Türkçesi elimde yok)

İsmail bir türlü çıkamaz hapishaneden. Bir türlü düzgün bir hayat kuramaz, zaten izin vermezler. Ama o saflığı ve insanlığı asla kaybolmaz. Hapse girer çıkar, işkence görür, yine de vazgeçmez, devrim de devrim diye tutturmuştur. Nasıl olur da insanları hapse tıkar, günlerce işkence eder, aç bırakırlar, nasıl olur da işkence edilenlerin tanıdıklarına hesap bile vermezler? Ne oldu o polislere ne oldu o askerlere? Nasıl rahat uyudular, nasıl koydular kafalarını yastığa?

Bir de Kerim vardır ne yalan söyler ne sigara içer. Sonra ikisine de alışır.

Nazım’ın üslubu sadedir, cümleleri kısa ve dolambaçsızdır, olayların örgüsü güzel düşünülmüştür. İnsan dikkati dağılmadan her karakteri anlar ve geçişleri "bu kimdi şimdi, olay nerede kalmıştı?" demeden okur. Ondan okuduğum ilk roman bu oldu, keşke daha önce okusaymışım, dedim.

Fakat okurken güçlü olmanız şart, özellikle de işkence sahnelerini kaldırabilmeniz için. Farklı işkence biçimlerinden haberdar olurken, bunları büyük ihtimalle hafızanızda unutulmak üzere olanların altına yazıyor olacaksınız.

Karakterler gerçekçi, değişim ve dönüşüm içindeler, kimi zaman hastalanıyorlar. Kimi zaman hapse giriyorlar, ki çoğu zaman hapse girip çıkıyorlar. Aşık oluyorlar, aşktan vazgeçiyorlar. Ama bir tek bitmeyen kavgalarından vazgeçmiyorlar.

Şimdi utanarak söylüyorum ki bu kitabı İngilizce okudum, fakat şunu fark ettim. Türkiye tarihini ve kültürünü çok iyi anlatıyor Nazım. Ya onun kitaplarıyla büyüdüğümden ya da Anadolu'yu iyi bildiğinden. Mesele Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi benim için hayal edilemez bir hikaye, İstanbul'da geçen. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim'deki karakterler daha gerçek, hapis arkadaşına bir lokma yemek vermeyen ve Arapça Kuran satmaktan hapse atılan çember sakal kadar gerçek... İşte bu yüzden insanlık hepsinden önce geliyor, solculuktan, sağcılıktan, dindarlıktan evvel. Şefkat duygusu bize bir partinin aşılayabileceği, bir inancın verebileceği bir şey değil. Şefkat duygusu ve paylaşmak belki bize annemizin öğrettiği bir şey. Belki beşikten alıştığımız, kurguladığımız bir duygu. Belki bize unutturmaya çalışan bir dünya var, deli gibi koş, diyen. Belki bir materyalizm var elimizi kolumuzu bağlayan. Belki şefkat artık var olmayan bir duygu, belki empati kuramadığımız bir dünya. Ama işte böyle zamanlarda ben hep Nazım şiirleri okurdum.



Çok hoşuma giden bir örneğe rastladım okurken, Ahmet, yani Nazım'ı birçok yönden yansıtan karakter, Anushka'ya Mevlana'dan bir sözü çevirir. Bu sözleri yıllar önce bize edebiyat hocamız Remzi Bey öğretmişti. Neyin sesinin yanık oluşu kamıştan ayrılışındandır, aslında bu Mevlana'ya göre insanın yaratıcıdan ayrılışını simgeler. Yaradandan ayrılış, bir yandan Tanrı'dan ayrılış, bir yandan evrenselden ayrılıştır, Ahmet karakterinin yorumuna göre. Ayrıca daha ayrıntılı okumak isterseniz müzisyenlerin söylemiş olduğu şöyle bir paragraf buldum:

"Mevlana’ya göre ney ayrılığı anlatır. Ney binlerce kamışın olduğu bir kamışlıkta bulunuyor. Bunlar akrabaları, arkadaşlarıdır… Arkadaşlarının arasından kesiliyor, İstanbul’a geliyor. Burada birisi orasını burasını delerek ney yapıyor. Usta onun içini açıyor, bağrını delik deşik ediyor. Üzerine perdeler açıyor ve ondan yanık bir ses çıkıyor. Mevlana diyor ki, “Onun bu yanık sesi ayrılık hasretinden dolayıdır.” Onun için ney ayrılığı yaşamış bir enstrümandır."**

Güzel bir şiirle veda edelim, yine kitaptan:

"I am a worker,
love from head to toe:
love sees, thinks, and understands, 
love is a newborn advancing light,
love hitches a swing to the stars,
love casts steel in a sweat.
I'm a worker, 
love from head to toe."

Emekçiyim
Sevdayım tepeden tırnağa
Sevda düşünmek, görmek, anlamak,
Sevda doğan çocuk, yürüyen aydınlık 
Sevda salıncak kurmak yıldızlara
Sevda dökmek çeliği kan ter içinde 
Emekçiyim 
Sevdayım tepeden tırnağa.


*Hikmet, Nazim (2013-08-05). Life's Good, Brother: A Novel (Kindle Locations 1817-1819). Persea. Kindle Edition. Çeviri: Mutlu Konuk Blasing
**http://neyneva.com/neyin_sirri_roportaj.html