27 Mart 1889 Kahire doğumlu olan Yakup Kadri bireycilikten çok
toplumculuğu savunan bir yazar olarak, Schopenhauer, Nietzsche ve İbsen
gibi yazar ve düşünürleri önemsemekteydi. Kendisi 1920’de Kiralık Konak, 1921’de Nur Baba, 1922’de Okun Ucundan adlı eserlere imza atmıştır. 1932’de Anadolu’da çalıştığı sırada yine ünlü romanlarından biri Yaban’ı yazdı. Ankara
romanı ise 1934’te yayımlandı. Kendisi değişik Avrupa şehirlerinde
diplomat olarak da çalışmıştı. Yine bu dönemde yazdığı bir monografidir Atatürk isimli kitabı.
Kitapta belki de
en çok hoşuma giden cümleler aşağıdaki alıntılar oldu, ki bunu bugün hâlâ yaşadığım İtalya’da
veya İngiltere’de, genel olarak ziyaret ettiğim her Avrupa ilinde
hissetmekteyim. Her ne kadar modernizasyon teorisine inanmasam da, tarihin düz
ve yükselen bir çizgi gibi ilerlediği görüşüne pek yüz vermesem de, sanki Yakup
Kadri gibi, Türkiye ile İngiltere arasında adeta bir 100 yıl varmış gibi
gelir. Yakup Kadri 1000 yıl var gibi hissettiğini söyler Atatürk kitabında
mesela.
Kendi hürriyetini kazanma sevdasını şöyle dillendirir:
Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Bununla hiçbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik bir gün kendi topraklarında bitecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? O milli kahraman nerede idi? O bir türlü meydana çıkmıyordu. (s. 16)
İşgal altındaki
İstanbul’a dair de şunları söyler:
Gün geçmiyordu ki, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir istihza ve ağır bir hakaretle karşılaşmayayım.(s. 29)
Elbette yenik düşen her milletin karşılaştığı bir tavırdır bu. O zamanlar İstanbul işgalinde olanları biraz da esprili bir dille Halikarnas Balıkçısı çok güzel anlatır. Her ne kadar Halikarnas Balıkçısı’nın üslubu çok hoşuma gitse de Yakup Kadri’nin yazarken elinden hiç bırakmadığı ciddi dili nedense beni hiç rahatsız etmez.
Nenin ve kimin mesuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu? O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?... Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bila kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek. (s. 69)
Kimi zaman
Mustafa Kemal’in aslında mücadeleden evvel pek de popüler olmadığını vurgular
kitabında:
Mustafa Kemal’de muhiti tarafından tanınmamış, takdir edilmemiş ve kah istihza kah istihfaf (küçümseme), kah şüphe ve zan altında kalmış bir takdir edilmemiş dehanın dramı vardı. (s. 41)
Memleketin
halinden bahseder, sanki bugünü andırır gibi, belki sadece öznelerin yerini
değiştirebiliriz:
Müdafaai Hukukçu' mebuslar, iki muarız safa ayrılmışlar, bir Mustafa Kemal lehinde, diğeri aleyhinde, hep didişip duruyorlardı. Eski İttihatçılar küçük fakat kuvvetli bir klik halinde bu iki cereyan arasında durmaksızın kendi oyunlarını oynamakta idiler. Hacılardan, hocalardan, şeyhlerden ve ağalardan mürekkep diğer bir zümre de her çekişmeden fırsat kollayarak milleti, Ortaçağın karanlıklarına itmek istiyordu. (s. 49)
Nutuk’tan
alıntılar
yapar o zamanki değişik çözümleri anlatırken. Mesela kimisi Amerika'nın
himayesini, kimisi İngiltere mandası olmayı kabul ediyordu. Kimisi ise
mahalli halas (yerel ayrılıklar) fikrini savunuyordu. Şu sözlerini alır
Atatürk'ün Nutuk kitabından:
Ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların istinat ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü; esassızdı. Hakikat halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir anayurt kalmıştı. Son mesele bunun taksimini teminle uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi medlulu kalmamış birtakım bimana elfazdan ibaretti.
Elbette
burada bir avuç Türk kadar bir avuç Kürt de vardır. Fakat Türk
milliyetçiliği diğer milliyetçiliklerin üzerini örtmektedir. Yakup Kadri
etnik farklılıklara değinmemiştir. Kimi zaman objektif bir görüş
belirtmenin zor olduğu burda ortaya çıkmaktadır.
Atatürk her zaman eleştirilen bir şahsiyet değildi,
adına övgü dolu kitaplar yazılıyordu. Ancak dış medya onu eleştiriyordu, çünkü
bir iç eleştiri demokratik olmayan bir ortamda mevcut değildi. Eğer o bir prens
ise Makyavelist terim ile, o zamanları yaşayanlar için korkulan bir prensti sevilenden çok. Bu mesele şimdi eleştirilen ve kimi zaman sevilen kimi zaman
nefret edilen prens halini almıştır. Fakat Atatürk’ü eskiden eleştirmeyip de
şimdi yeni yeni eleştirmeye başlayanlara da sormak lazım gelir. Ondan önce
Atatürk’e ve milli mücadeleye methiyeler düzenler, acaba neden birdenbire onu
bugün eleştirme gereği duymaktadırlar?
Benim anladığım kadarıyla Yakup Kadri Atatürk’ü sadece övmekle kalmamış, aynı zamanda kendisine yakın olma fırsatını yakalamıştır. İçki masalarında beraber zamanları geçmiştir ve bunları Yakup Kadri yazmaktan çekinmemiştir. Yakup Kadri’nin de belirttiği üzere “Paşa çok içiyor” dedikodularına karşılık Atatürk daha fazla ve daha alenen içmiştir. Bir yandan da unutmamak lazım ki bir noktada Nazım’ı sofrasına çağırmıştır Atatürk. Ve yanlış hatırlamıyorsam Saime Göksu ve Edward Timms'in yazdığı Romantik Komünist adlı biyografiye bakacak olursak Nazım “onun içki sofrasına konuk olmayı” reddetmiştir. Yakup Kadri ise bu içki sofralarını ballandıra ballandıra anlatmıştır:
Yakup Kadri ve Atatürk |
Benim anladığım kadarıyla Yakup Kadri Atatürk’ü sadece övmekle kalmamış, aynı zamanda kendisine yakın olma fırsatını yakalamıştır. İçki masalarında beraber zamanları geçmiştir ve bunları Yakup Kadri yazmaktan çekinmemiştir. Yakup Kadri’nin de belirttiği üzere “Paşa çok içiyor” dedikodularına karşılık Atatürk daha fazla ve daha alenen içmiştir. Bir yandan da unutmamak lazım ki bir noktada Nazım’ı sofrasına çağırmıştır Atatürk. Ve yanlış hatırlamıyorsam Saime Göksu ve Edward Timms'in yazdığı Romantik Komünist adlı biyografiye bakacak olursak Nazım “onun içki sofrasına konuk olmayı” reddetmiştir. Yakup Kadri ise bu içki sofralarını ballandıra ballandıra anlatmıştır:
Atatürk’ün sefahatlerinde Atatürk’ün kötü iptilalarında bile Homerik bir destan rüzgarı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimi havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun; daima Olempus tepesindeki ‘bezm’ler (içki meclisleri) gibi zaman ve mekan mikyasın dışına taşardı.
Elbette Yakup
Kadri’nin bu benzetmesi fazlasıyla hayal gücü ürünü ve fazlasıyla övgücüdür.
Her ne kadar Yakup Kadri’nin dilini beğensem de, kitabı çok akıcı bulsam da (ki
kitapta Farsça ve Arapça kelimeler de Türkçeye çevrilmiş ve parantez içinde
belirtilmiştir) bazı kısımlarda bu tarz abartılar yer almaktadır. Atatürk’e
hiçbir
negatif eleştiri getirmemiştir. 1970’lerde yazdığı bölümlerde bile.
Yakup Kadri'nin tutarlılığını tüm kitaplarında ve anılarında
görebileceğimi tahmin ediyorum.
Maalesef Dersim
Katliamı ve Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalaması unutulacak mevzular değildir.
Yakup Kadri bunlara hiç değinmemiştir.
Bunları unutmamakla beraber yine de belirtmek
isterim ki din konusunda Atatürk vizyonu geniş bir liderdir. Dinle ilişkiyi akılcılığa
dayandırmıştır, hilafeti ve saltanatı kaldırmanın gerekliliğini görmüştür. Ve
yine Yakup Kadri’nin Nutuk’tan alıntı yaptığı üzere, buna karşı çıkanların “kafası
kesile” demiştir:
Mesele, zaten emri vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde gene hakıkat usuli dairesinde, ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. (s. 161)
Fakat
bu astığı
astık kestiği kestik yön Yakup Kadri tarafından ele alınmamıştır, Yakup
Kadri
Nietzsche’nin “übermensch” fikrinden etkilendiğinden, Atatürk’ü de bu
şekilde
görmektedir. Aynı zamanda kitapta Atatürk’ün diğer totaliter liderlerle
bir
arada değerlendirilmekten rahatsızlık duyduğunu belirtmektedir. Yazar
Atatürk'ü hem sevmekte hem de ondan çekinmektedir ki bir lideri bu kadar
takdir etmeden bu yazılar yazılamaz.
Her şeye rağmen
akıllı bir askerdir, İngilizlerin Yunanlıların yardımına koşmayacağını
görmüştür. Yakup Kadri ona sorduğu zaman, “bağımsızlık mücadelesini vermeye
nasıl cesaret ettiniz harap ve bitap bir haldeyken memleket?”diye, Atatürk “Bu
azmi bana veren önce Türk askerinin fedakarlığına inancım; sonra da galip
devletlerin bu harpten son derece yorgun ve bezgin çıktıklarını görüşüm ve
Yunanlılar uğruna yeniden savaşa atılamayacakları kanaatine varışım ve tek
başına Yunanlılarla nasıl olsa boy ölçüşebiliriz umudumdu” (s. 134) şeklinde cevap vermiş.
Sayfa 143’te
yazdığı üzere de Eski Arap harflerinin ortadan kaldırılması için Atatürk 6 ay mühlet vermiş,
İsmet İnönü 6 sene gerekir derken. Tüm bu devrimler Yakup Kadri’nin altını çizdiği
devrimler. Elbette memleketin her yerinden gönderilen mektupların ve zarfların
üstünde Latin harfi, içindeyse yazılı olarak Arap alfabesi bulunmaktadır, yazarın
da belirttiği üzere. Halk bir anda böyle bir değişime adapte olamamıştır.
Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin de yaklaştığı bugünlerde bu kitabı okumak ve bunun üzerine yorum
yazmak da istedim, ama daha çok Atatürk’ün dinle olan ilişkisine de bir örnek
vermek istedim. Eğer bu konuya bir göz atmak isterseniz bu websitesini tavsiye
ederim: http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t236/e0083
Burada
da
belirtildiği üzere dinin kör bir inançtan çok akıl yoluyla varılan
entelektüel ve bireysel bir inanış
olduğunu savunmuştur. Dini bugün elinden bırakmak istemeyenler,
kullananlar,
dillere pelesenk edenler, hiçbir şey için olmasa da belki biraz da olsa
Atatürk’ü
bu yönü için takdir etmeliler. Kadınlarda okuma oranının yüzde 93,
erkeklerde
yüzde 99 olduğu ülkemizde (2012 TÜİK), başkalarının özgürlüğünün acı bir
lokma olmaması
için akılcı olmak, duygusallığı bir kenara bırakmak ve hayatımızı dine
göre
şekillendirmekten öte kendi anlayışımızı oluşturmak tarihe karşı bir
boyun borcudur diye düşünüyorum. Kafamız kesileceğinden değil, geleceği
düşündüğümüzden.
Yakup
Kadri’yi
de akılcılığı seçen her okuyucuya, o zamanları daha iyi anlamak
isteyenlere tavsiye ederim. Kitabı okurken sizi
rahatsız edecek unsurlar olduğunu kabul ediyorum, aşırı övgüler mesela.
Özellikle de eleştirel bir bakış açısına sahipseniz bu sizi daha da
huzursuz edecektir. Ama bir konu hakkında bilgi sahibi olmak aynı
zamanda sancılı ve empati gerektiren bir süreçtir. Her şeyi eğrisiyle
doğrusuyla konuşmak ise cesaret gerektirir.