29 Temmuz, 2014

27 Mart 1889 Kahire doğumlu olan Yakup Kadri bireycilikten çok toplumculuğu savunan bir yazar olarak, Schopenhauer, Nietzsche ve İbsen gibi yazar ve düşünürleri önemsemekteydi. Kendisi 1920’de Kiralık Konak, 1921’de Nur Baba, 1922’de Okun Ucundan adlı eserlere imza atmıştır. 1932’de Anadolu’da çalıştığı sırada yine ünlü romanlarından biri Yaban’ı yazdı. Ankara romanı ise 1934’te yayımlandı. Kendisi değişik Avrupa şehirlerinde diplomat olarak da çalışmıştı. Yine bu dönemde yazdığı bir monografidir Atatürk isimli kitabı. 


Kitapta belki de en çok hoşuma giden cümleler aşağıdaki alıntılar oldu, ki bunu bugün hâlâ yaşadığım İtalya’da veya İngiltere’de, genel olarak ziyaret ettiğim her Avrupa ilinde hissetmekteyim. Her ne kadar modernizasyon teorisine inanmasam da, tarihin düz ve yükselen bir çizgi gibi ilerlediği görüşüne pek yüz vermesem de, sanki Yakup Kadri gibi, Türkiye ile İngiltere arasında adeta bir 100 yıl varmış gibi gelir. Yakup Kadri 1000 yıl var gibi hissettiğini söyler Atatürk kitabında mesela.

Kendi hürriyetini kazanma sevdasını şöyle dillendirir: 

Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Bununla hiçbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik bir gün kendi topraklarında bitecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? O milli kahraman nerede idi? O bir türlü meydana çıkmıyordu. (s. 16)

İşgal altındaki İstanbul’a dair de şunları söyler: 

Gün geçmiyordu ki, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir istihza ve ağır bir hakaretle karşılaşmayayım.(s. 29) 


Elbette yenik düşen her milletin karşılaştığı bir tavırdır bu. O zamanlar İstanbul işgalinde olanları biraz da esprili bir dille Halikarnas Balıkçısı çok güzel anlatır. Her ne kadar Halikarnas Balıkçısı’nın üslubu çok hoşuma gitse de Yakup Kadri’nin yazarken elinden hiç bırakmadığı ciddi dili nedense beni hiç rahatsız etmez. 
Nenin ve kimin mesuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu? O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?... Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bila kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek. (s. 69)

Kimi zaman Mustafa Kemal’in aslında mücadeleden evvel pek de popüler olmadığını vurgular kitabında:
Mustafa Kemal’de muhiti tarafından tanınmamış, takdir edilmemiş ve kah istihza kah istihfaf (küçümseme), kah şüphe ve zan altında kalmış bir takdir edilmemiş dehanın dramı vardı. (s. 41)

Memleketin halinden bahseder, sanki bugünü andırır gibi, belki sadece öznelerin yerini değiştirebiliriz: 

Müdafaai Hukukçu' mebuslar, iki muarız safa ayrılmışlar, bir Mustafa Kemal lehinde, diğeri aleyhinde, hep didişip duruyorlardı. Eski İttihatçılar küçük fakat kuvvetli bir klik halinde bu iki cereyan arasında durmaksızın kendi oyunlarını oynamakta idiler. Hacılardan, hocalardan, şeyhlerden ve ağalardan mürekkep diğer bir zümre de her çekişmeden fırsat kollayarak milleti, Ortaçağın karanlıklarına itmek istiyordu. (s. 49)

Nutuk’tan alıntılar yapar o zamanki değişik çözümleri anlatırken. Mesela kimisi Amerika'nın himayesini, kimisi İngiltere mandası olmayı kabul ediyordu. Kimisi ise mahalli halas (yerel ayrılıklar) fikrini savunuyordu. Şu sözlerini alır Atatürk'ün Nutuk kitabından: 

Ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların istinat ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü; esassızdı. Hakikat halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir anayurt kalmıştı. Son mesele bunun taksimini teminle uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi medlulu kalmamış birtakım bimana elfazdan ibaretti.

Elbette burada bir avuç Türk kadar bir avuç Kürt de vardır. Fakat Türk milliyetçiliği diğer milliyetçiliklerin üzerini örtmektedir. Yakup Kadri etnik farklılıklara değinmemiştir. Kimi zaman objektif bir görüş belirtmenin zor olduğu burda ortaya çıkmaktadır. 

Atatürk her zaman eleştirilen bir şahsiyet değildi, adına övgü dolu kitaplar yazılıyordu. Ancak dış medya onu eleştiriyordu, çünkü bir iç eleştiri demokratik olmayan bir ortamda mevcut değildi. Eğer o bir prens ise Makyavelist terim ile, o zamanları yaşayanlar için korkulan bir prensti sevilenden çok. Bu mesele şimdi eleştirilen ve kimi zaman sevilen kimi zaman nefret edilen prens halini almıştır. Fakat Atatürk’ü eskiden eleştirmeyip de şimdi yeni yeni eleştirmeye başlayanlara da sormak lazım gelir. Ondan önce Atatürk’e ve milli mücadeleye methiyeler düzenler, acaba neden birdenbire onu bugün eleştirme gereği duymaktadırlar?


Yakup Kadri ve Atatürk

Benim anladığım kadarıyla Yakup Kadri Atatürk’ü sadece övmekle kalmamış, aynı zamanda kendisine yakın olma fırsatını yakalamıştır. İçki masalarında beraber zamanları geçmiştir ve bunları Yakup Kadri yazmaktan çekinmemiştir. Yakup Kadri’nin de belirttiği üzere “Paşa çok içiyor” dedikodularına karşılık Atatürk daha fazla ve daha alenen içmiştir. Bir yandan da unutmamak lazım ki bir noktada Nazım’ı sofrasına çağırmıştır Atatürk. Ve yanlış hatırlamıyorsam Saime Göksu ve Edward Timms'in yazdığı Romantik Komünist adlı biyografiye bakacak olursak Nazım “onun içki sofrasına konuk olmayı” reddetmiştir. Yakup Kadri ise bu içki sofralarını ballandıra ballandıra anlatmıştır: 

Atatürk’ün sefahatlerinde Atatürk’ün kötü iptilalarında bile Homerik bir destan rüzgarı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimi havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun; daima Olempus tepesindeki ‘bezm’ler (içki meclisleri) gibi zaman ve mekan mikyasın dışına taşardı. 

Elbette Yakup Kadri’nin bu benzetmesi fazlasıyla hayal gücü ürünü ve fazlasıyla övgücüdür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin dilini beğensem de, kitabı çok akıcı bulsam da (ki kitapta Farsça ve Arapça kelimeler de Türkçeye çevrilmiş ve parantez içinde belirtilmiştir) bazı kısımlarda bu tarz abartılar yer almaktadır. Atatürk’e hiçbir negatif eleştiri getirmemiştir. 1970’lerde yazdığı bölümlerde bile. Yakup Kadri'nin tutarlılığını tüm kitaplarında ve anılarında görebileceğimi tahmin ediyorum.

Maalesef Dersim Katliamı ve Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalaması unutulacak mevzular değildir. Yakup Kadri bunlara hiç değinmemiştir. 

Bunları unutmamakla beraber yine de belirtmek isterim ki din konusunda Atatürk vizyonu geniş bir liderdir. Dinle ilişkiyi akılcılığa dayandırmıştır, hilafeti ve saltanatı kaldırmanın gerekliliğini görmüştür. Ve yine Yakup Kadri’nin Nutuk’tan alıntı yaptığı üzere, buna karşı çıkanların “kafası kesile” demiştir: 

Mesele, zaten emri vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde gene hakıkat usuli dairesinde, ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. (s. 161)

Fakat bu astığı astık kestiği kestik yön Yakup Kadri tarafından ele alınmamıştır, Yakup Kadri Nietzsche’nin “übermensch” fikrinden etkilendiğinden, Atatürk’ü de bu şekilde görmektedir. Aynı zamanda kitapta Atatürk’ün diğer totaliter liderlerle bir arada değerlendirilmekten rahatsızlık duyduğunu belirtmektedir. Yazar Atatürk'ü hem sevmekte hem de ondan çekinmektedir ki bir lideri bu kadar takdir etmeden bu yazılar yazılamaz.

Her şeye rağmen akıllı bir askerdir, İngilizlerin Yunanlıların yardımına koşmayacağını görmüştür. Yakup Kadri ona sorduğu zaman, “bağımsızlık mücadelesini vermeye nasıl cesaret ettiniz harap ve bitap bir haldeyken memleket?”diye, Atatürk “Bu azmi bana veren önce Türk askerinin fedakarlığına inancım; sonra da galip devletlerin bu harpten son derece yorgun ve bezgin çıktıklarını görüşüm ve Yunanlılar uğruna yeniden savaşa atılamayacakları kanaatine varışım ve tek başına Yunanlılarla nasıl olsa boy ölçüşebiliriz umudumdu” (s. 134) şeklinde cevap vermiş. 

Sayfa 143’te yazdığı üzere de Eski Arap harflerinin ortadan kaldırılması için Atatürk 6 ay mühlet vermiş, İsmet İnönü 6 sene gerekir derken. Tüm bu devrimler Yakup Kadri’nin altını çizdiği devrimler. Elbette memleketin her yerinden gönderilen mektupların ve zarfların üstünde Latin harfi, içindeyse yazılı olarak Arap alfabesi bulunmaktadır, yazarın da belirttiği üzere. Halk bir anda böyle bir değişime adapte olamamıştır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de yaklaştığı bugünlerde bu kitabı okumak ve bunun üzerine yorum yazmak da istedim, ama daha çok Atatürk’ün dinle olan ilişkisine de bir örnek vermek istedim. Eğer bu konuya bir göz atmak isterseniz bu websitesini tavsiye ederim: http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t236/e0083

Burada da belirtildiği üzere dinin kör bir inançtan çok akıl yoluyla varılan entelektüel ve bireysel bir inanış olduğunu savunmuştur. Dini bugün elinden bırakmak istemeyenler, kullananlar, dillere pelesenk edenler, hiçbir şey için olmasa da belki biraz da olsa Atatürk’ü bu yönü için takdir etmeliler. Kadınlarda okuma oranının yüzde 93, erkeklerde yüzde 99 olduğu ülkemizde (2012 TÜİK), başkalarının özgürlüğünün acı bir lokma olmaması için akılcı olmak, duygusallığı bir kenara bırakmak ve hayatımızı dine göre şekillendirmekten öte kendi anlayışımızı oluşturmak tarihe karşı bir boyun borcudur diye düşünüyorum. Kafamız kesileceğinden değil, geleceği düşündüğümüzden. 

Yakup Kadri’yi de akılcılığı seçen her okuyucuya, o zamanları daha iyi anlamak isteyenlere tavsiye ederim. Kitabı okurken sizi rahatsız edecek unsurlar olduğunu kabul ediyorum, aşırı övgüler mesela. Özellikle de eleştirel bir bakış açısına sahipseniz bu sizi daha da huzursuz edecektir. Ama bir konu hakkında bilgi sahibi olmak aynı zamanda sancılı ve empati gerektiren bir süreçtir. Her şeyi eğrisiyle doğrusuyla konuşmak ise cesaret gerektirir.


27 Temmuz, 2014

Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda genç bir lise öğrencisiydi Ernest Hemingway. Yazarlık deneyimine bu yıllarda bir okul dergisinde yazdığı ilk makaleleriyle adımını atmıştı. 1917 senesinde liseden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından üniversiteye gitmeyi tercih etmeyip, Kansas City Star adlı bir gazetede muhabir olarak hayatını devam ettirmeye karar vermişti. Bu, onun uzun yıllar boyunca geçimini sağlamak için yaptığı gazetecilik deneyiminin de bir başlangıcı oluyordu.

            1917 onun için bir başka açıdan da önemli bir dönüm noktasıydı aslında. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından beri tarafsızlığını koruyan ABD bu sene savaşa katılıyordu. Bu kararın hemen ardından Hemingway de savaşın içinde yer almak istemişti. Orduya başvurdu. Fakat gözleri zayıf olduğu için kabul edilmedi. Bunun üzerine Hemingway Kızılhaç’a başvurup, gazeteciliği bırakarak Kızılhaç gönüllüsü olmuştur bu dönemden sonra.

            Hemingway savaş sırasında vurulur, yaralanır, en yakınında onunla beraber çalışan birçok insanın ölümüne tanıklık eder. Savaş yılları zordur fakat sonradan yazdığı birçok ölümsüz eserlerinde bu dönemde yaşadığı benzersiz deneyimleri konu alacaktır.

            1920 senesinde ABD’ye döner ve bu onun için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Bir sene sonra ilk evliliğini yapar ve eşiyle birlikte Chicago’ya taşınır. Orada gazetecilik mesleğine, Daily Star gazetesinde savaş muhabirliği yaparak geri döner.  

Çok değil, en son 1924 senesine kadar bu gazetede yazacaktır Hemingway. Bu süre içerisinde 200’den fazla makalesi yayımlanır. Fakat gazeteciliği pek sevmediği söylenir. Zaten esas amacının yazarlık yaparak geçimini sağlamak olduğu da aşikardır. Gazeteden istifa ettikten sonra bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçer ve bunda da epey başarılı olur. Hemingway, özellikle 1920’lerin ikinci yarısından itibaren dünyanın en tanınan yazarları arasına girecektir.  

Türkiye’de ilk olarak 1970 senesinde yayımlanmış Daily Star gazetesinde bu dönemde yazdığı her biri kısa ve etkileyici hikâyelerinin/ makalelerinin tamamını içeren bir kitabı, İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar. Bunların dışında ayrıca bu kitabında,  İspanya iç savaşı ve II. Dünya Savaşı’nda Hemingway’in savaş muhabirliğine ait izlenimleri de yer alıyor. Bahsedilen bu dönemler içerisinde Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da ve daha birçok yerde bulunuyor ve birçok tarihi ana da tanıklık ediyor Hemingway.

Hemingway'in savaş muhabiri olarak çalışırken ilk gittiği yerlerden biri 1922 senesinde işgal altındaki İstanbul’dur. Bu kitabında işgal İstanbul’unu bir makalesinde anlattığını görürüz. 30 Eylül 1922 tarihinde Beyoğlu’nda bir otel odasında bulunan Hemingway, o dönemin tahminlerine göre yaklaşık bir buçuk milyon insanın yaşadığı İstanbul’dan derinlemesine bahseder bu makalesinde.  

Bu kısacık yazıda bugüne göre çok ilginç gelecek olan bir Beyoğlu manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Mesela Hemingway'in anlattıklarına göre çok tozlu, yağmur yağınca her yerin çamur olduğu dar kaldırımlı bir caddeymiş o zamanlar Beyoğlu. Fakat yine kalabalık. Cadde boyunca trafik ise çok yoğun.

Peki 1920’lerde Beyoğlu’ndaki insanlar ne yiyor, ne içiyor, nasıl yaşıyor ve eğleniyor? Hemingway hepsini en ince ayrıntısına kadar bizimle paylaşıyor bu kitabında.

Üstelik sadece Beyoğlu’nda da bulunmuyor Hemingway. İstanbul’un ardından Mudanya’ya geçiyor, bu şekilde İsmet Paşa ve işgal kuvvetleri arasında geçen ateşkes görüşmelerini aktarıyor. Bu yazıya ek olarak Mustafa Kemal’i konu aldığı kısa bir yazısının da bulunduğunu belirtmek gerekir. Sonra Edirne’ye gidiyor ve Doğu Trakya’dan giden göçten bahsediyor. 1922 senesinde İsviçre’nin Lozan kentine de Lozan Barış Konferansı’nı izlemek için gidiyor daha sonra. Burada İsmet Paşa ile görüşüyor ve hem konferansla hem de kendisiyle ilgili çarpıcı yorumlarda bulunuyor.

            Hemingway’in hem I. ve II. Dünya Savaşları’nı hem de iki savaş arası dönemi çok iyi bildiğine şüphe yok. Gazete için yazdığı metinlerden anlıyoruz ki toplumsal hayata ve o dönemin siyasetine çok vakıf. Sanki birçok konuda döneme ve bulunduğu şehre dair merak edilebilecek bütün soruların cevabını veriyor gibi yazıyor Hemingway. Üstelik anlatım dili de çok yalın ve etkileyici. İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar, tarihin bu dönemine Hemingway’le beraber tanıklık etmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kitap.

Son olarak, kitap hakkında yazılmış bir başka yazının linkini aşağıda paylaşıyorum ilgilenenler için.      



http://voices.yahoo.com/on-quai-smyrna-hemingway-istanbul-690154.html



22 Temmuz, 2014


Zamanın Nabzını Tutan Roman: deliduman



Deliduman, Emrah Serbes'in Haziran 2014 içinde çıkan kitabı. Blogumuzda daha önce  Emrah Serbes'in Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ve Hikayem Paramparça adlı kitaplarına yer vermiştik. Önceki kitaplarına referansla ben Deliduman'ı da merakla bekliyordum. İletişim Yayınları kitap piyasa çıkmadan önce sosyal medya hesapları aracılığıyla kitaptan bazı parçaları okuyucuya sunmuştu. İlk bölümü içeren kısmı okuyunca merakım katlandı. Zira, Gezi hakkında olduğu söylenen kitabın başlangıcından anladığım kadarıyla Gezi'ye bağlanması bana epey zor gelmişti.

Neyse efendim, kitap çıktı ve ben alıp okumaya başladım.Tahmin ettiğimden ve beklediğimden daha kalın bir kitaptı; yaklaşık 350 sayfa kadar. (Beni tanıyanlar bilirler, kalın kitaplar benim gözümü korkutur. Ama neyse ki; psikolojik sınırımın üstünde değildi.) Deliduman, çok hızlı okunan bir kitap.  Kullanılan dil, o kadar aşina olduğumuz bir dil ki, okurken hiç bir zorluk yaşamıyorsunuz. Sayfalar akıp gidiyor, bir de bakmışsınız ki bitivermiş.
Kitap, 18 Mayıs 2013 günü  Çiğdem İyice ve abisi Çağlar İyice'nin bir yetenek yarışmasının ön eleme turunda sıra beklemeleri ile başlayıp 16 Haziran 2013 Pazar sabahı Gezi Parkı yakınlarında son bulmakta. Çağlar ergenlik çağında bir çocuk, hayat felsefesini pek çok yetişkinden daha net ve sağlam bir şekilde oturtmuş. O tarafta ya da diğer tarafta değil, kendi sözleriyle söylemek gerekirse; "olması gereken yerde" olan biri. Onun Gezi Parkı'na geliş hikayesi ise bizimkinden farklı. Çağlar, Gezi'ye kardeşini aramak için gidiyor.Bu açıdan bakıldığında Çağlar'ın durumu görece daha tarafsız ve yönelttiği eleştiriler de daha dikkate değer oluyor.
 
Romana ilişkin fazlaca ön bilgi vermemek için detaylara girmeden yazacağım kitap hakkındaki fikirlerimi. Öncelikle belirtmek isterim ki, ben bu romanı sevdim. Emrah Serbes'in önceki romanlarından daha canlı ve hareketli bir atmosfer var bu romanda. Gündelik hayat içinde karşılaştığımız ve hepimizin bir şekilde eleştirdiği pek çok olay, durum ve konu bu romanda yer alıyor. Televizyonlardaki yetenek yarışmalarından, evlilik programlarına, sevgiden aşka, dayatılan güzellik algısının yarattığı hasarlara, sosyal medya araçlarına, teknolojinin hayatımızdaki yerine, kentsel dönüşümden ranta, kadrolaşmaya, rüşvete ve yalana kadar pek çok şey kitapta var. Bu noktada dikkat çeken ve önem kazanan kısım ise; dil oluyor çünkü Serbes tüm bu eleştirileri Çağlar aracılığıyla bize aktarıyor. Ve doğal olarak  romanı, bir öğretmen edasından ya da akademik jargonla bezeli bir metinin mesafesinden kurtararak; renkli, esprili ve kolay anlaşılır hale getiriyor.
Romanı ele alırken iki kısma ayırmamız mümkün ilki, Çağlar ve kız kardeşinin Gezi'ye gelmeden önceki hayatlarına dair kısım, diğer ise; Gezi'ye geldikten sonraki kısım. Gezi öncesi bölümlerde yukarıda saydığım güzellik algısı, yetenek yarışmaları, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi, kentsel dönüşüm ve rant, adam kayırmacılık üstüne. Çok yerinde tespitler ve eleştiriler sunulmuş. Özellikle iki çürük domates bölümünü okurken hem eğleniyorsunuz hem de dönüp kendinize de bir bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. 

"baktın manavlık seni kepaze ediyor, çünkü domates tartarken araya iki tane çürük domates sokuşturmadan edemiyorsun, o zaman neden böyle bir şey yapıyorum diye sormalısın kendine. derin bir nefes alıp o iki tane kodumun çürük domatesini araya sıkıştırmadan niçin duramadığını düşünmelisin. o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamayınca kendini çok mu çaresiz hissediyorsun? uykuların mı kaçıyor, boğulacak gibi mi oluyorsun, tükenmişlik sendromuna mı giriyorsun o iki tane çürük domates araya sokuşmayınca? bütün dünyayı önüne de serseler o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamadıktan sonra bir anlamı yok mu? "

Gezi ile ilgili ikinci bölüme geldiğinizde bambaşka duygular uyanmaya başlıyor içinizde. Ben 2013 Haziranında Gezi'de olanlardan biri olarak o kısımları okurken tarafsız davranamadım. Çok canlı bir anlatım vardı ve anlatının içinde bahsi geçen her yere adeta yeniden gittim, o hissi, atmosferi teneffüs ettim. Gözlerim doldu okurken, hüzünlendim. Her ne kadar Çağlar'ın, ilk etapta Gezi'de bulunmasının sebebi kız kardeşini aramak da olsa sonradan, orada yaşadıklarıyla ortama adapte olması metne bambaşka bir ruh katıyor. Ama belirtmek isterim ki, Deliduman Gezi'yi kutsayıp dokunulmazlaştıran bir roman değil; aksayan, eksik, kendi içindeki çelişkileriyle ortaya koymayı deneyen bir roman. Hele ki yaşananlar hala bu kadar taze ve demlenmemişken, Emrah Serbes'in Gezi sürecindeki duruşu da göz önüne alındığında, romanın kurgusunun ve anlatımının ne kadar başarılı olduğu daha açık görülebiliyor. Yine de temkinli yaklaşarak herkes tarafından sevilerek bir çırpıda okunabileceğini iddia etmiyorum. Bunun kendimce nedeni ise, Çağlar! Romanı okurken fark ettiğim ve bitirdikten sonra iyice anladığım şey şu oldu; Çağlar'ı bir roman kahramanı olarak ne kadar çok sevsem de, gerçek hayatta kolay kolay arkadaş olmayı başarabileceğim biri değil kendisi. Bunu bir de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurken Holden için hissetmiştim. (Sanırım benim hayata bakışımdaki kaoslarla, onların hayata yalın bakışları arasındaki farktan kaynaklanıyor bu. )Yoksa ikisi de çok iyi çocuklar. ( Tabii bir de o kadar çok küfretmeseler daha güzel olur ama ne yapalım.)
 
Daha fazla dağılmadan yazıma son vermenin vakti geldi sanırım. Deliduman, Gezi'yi özleyenlerin okuması gereken bir roman. Akıcılık, dil, kurgu, hikaye anlamında bence Emrah Serbes'in diğer romanlarına kıyasla daha renkli, hareketli ve umutlu. Okuyunuz efendim, pişman olacağınızı sanmıyorum.



























































































































19 Temmuz, 2014


Rüzgara Karşı Yarım Yüzyıl Sosyal Kalkınma


Sevgili okuyucular, daha önce sizlerle Kalkınma Atölyesi'nin Kalkınmaya Katkı Verenler Gençlerle Buluşuyor, Gençler Sosyal Kalkınmaya Katılıyor adlı projesini paylaşmıştım. Bu proje kapsamında hazırlanan Carel Zwollo kitabı hakkında bilgi vermiştim. Bu projenin ikinci kitabı olan sevgili Ayşe Kudat'ın hayat hikayesinin de hazır olduğunu sizlere iletmek isterim. Sevgili Kalkınma gönüllüleri kalkınmaya olan katkınızı Kalkınmaya Katkı Verenler Fonu'na yapacağınız maddi desteklerle devam ettirebilirsiniz. Ben bu haftaki yazımda Ayşe Kudatla yaptığım röportajı sizlerle paylaşıyorum. Sayın Ayşe Kudata bana kendisiyle röportaj yapma imkanı sağladığı için çok teşekkür ediyorum. Kendisinin hayat hikayesinden çok etkilendiğimi ayrıca belirtmek istiyorum. Sizlere iyi okumalar!

Sosyal kalkınma nedir? Birey olarak kalkınmaya nasıl katkı verilir?
Sosyal kalkınma gelir,yaşam koşulları ve fırsat eşitsizliğinin azaltılması ve ortadan kaldırılması anlamına gelir. Sosyal kalkınma, devlet yatırımlarından ve politikalarından yoksulların ve mağdur sosyal grupların yararlanabilmesinin sağlanmasıyla ilgilidir. 

Birey olarak kalkınmaya sunacağımız katkı bilgimiz, mesleğimiz ve becerilerimiz çerçevesinde oluşur. Farklı bilgi, beceri ve donanıma sahip insanlar farklı katkılar yapabilirler. Bilim insanları sosyal kalkınmaya farklı açılardan katkı sağlayabilir. Örneğin Kalkınma Atölyesi’nde çalışan hukukçular, tarımcılar, işadamları farklı katkılar verebilirler. İşadamları ücretleri adil olarak
düzenleyerek sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. En basit olarak insanlar gönüllü olarak sosyal kalkınmaya katkı sağlayabilir. Gönüllü olarak sivil toplum kuruluşlarında çalışabilirler. Bireyin neye inandığı önemli. Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir. Gençler dünya görüşlerini doğru şekilde düzenleyip, yoksulun yanında olmayı amaçlayabilirler. Gençlerin sosyal adaletsizliğin aza indirilmesi konusunda çalışabileceklerini düşünüyorum. Formasyonları doğruysa zaten doğru şeyi yapacaklardır.
Sosyal adalet kavramını benimsemiş olanların davranışları ve savundukları dünya görüşü onların sosyal kalkınmaya katkılarını biçimlendirir.
Kalkınmanın çarpan etkisi (bölgeselin ülkeye, ülkenin diğer ülkelere ve tüm dünyaya) nedir?
Kalkınmanın çarpan etkisi (that development will trickle down) olduğu görüşünü kabullenmiyorum. Bu görüşün yanlış olduğu kanaatindeyim. Kanıtlar bunu doğrulamıyor. “Sermayedarın kazancı er geç yoksulu da kalkındırır,” görüşü kapitalist düzeni desteklemek için uydurulmuş bir hikâyedir. Bu nedenle de örneğin ABD’de gelir eşitsizlikleri her yıl artmış ve günümüzde şirketleri yönetenlerle işçiler arasındaki gelir farkları binlerce kez artmıştır. Sosyal kalkınma zenginleri ve sermayedarı daha da zenginleştirerek, iş verenin önü sürekli açılarak sağlanamaz. Sağlanmamıştır.

Gençlerin önümüzdeki 10 yılda ilgilenmesi gereken konular, alanlar neler olmalıdır?
Sosyal adalet olmalıdır. Demokratik hakların gerçek anlamda oluşturulması olmalıdır. Terörizmin bir taraftan sosyal eşitsizlikten diğer taraftan da sermayenin, silah üreticilerinin, uyuşturucu kaçakçılarının kazançlarını zirveye ulaştırmak amacı ile arttığına eminim. Ortadoğu ülkelerindeki erkek işsizliği, korkunç büyük bir işsizler ordusunun  patlayacağı belliydi. Kimse bununla ilgilenmedi. Son derece kötü bir durumdayız. Silah kaçakçıları, silah üreticilerinin elinde kalmış durumdayız. Büyük silah üreticisi ülkeler bunu desteklemekte. Ayrıca, İsrail’in rahatlığı için Arap ülkelerinin paramparça olmasında da yarar olduğundan, zirveye varan bilge huzursuzluğunun kontrol altına alınması giderek imkânsız hale gelmektedir. Bu alanda birşeyler yapabileceğimizi düşünmüyorum.
Çalışma yaşamına atılan insanlar kendi becerileri çerçevesinde pek çok olumlu sosyal kalkınma hizmeti verebilir. Örneğin mühendislik odalarının, elektrik odalarının yaptığı çok olumlu işler var. Ticaret ve Sanayi Odaları, tarım ve hayvancılık konusundaki odalar, çevre veya eğitim konusunda çalışan STK’lar ülkemizde sosyal kalkınmaya büyük katkı vermekteler. Gençlerin bu kurumların yaptıklarını, yazdıklarını çok daha yakından izlemeleri önemlidir. Ülkemizde sosyal haklar ve fırsat eşitsizlikleri son derece hızla kaybolmakta. Oysa gençlerin ve sosyal bilimcilerimizin bu konulara yeterli biçimde eğilmediklerini görüyorum. Örneğin büyük bir mülksüzleştirme sürecinden geçiyoruz. Yoksullar şehir içlerinden, değerlenebilecek yerlerden kentsel gelişim, deprem önleme ve benzeri mazaretlerle evlerinden atılıyorlar. Bu alanda daha çok akademik çalışma yapılabilir.

Gençlerin küresel ölçekte sosyal kalkınma çalışmalarına katılımı için neler önerebilirsiniz?
Küresel konulara eğilebilmek için dil yetenekleri önemli. Dağılmadan belli konulara eğilmeleri ve üstünde çalışmak istedikleri sorunları bir an önce belirliyerek, konuları derinlemesine, yüzeysel kalmadan anlamaları da önemli. Gençler ilgilendiği konuyla ilgili çok okumalı, çok düşünmeli. Artık günümüzde internet devrimi var. Gençlerin her türlü bilgiye erişme olanakları var. Bizim zamanımızda bu yoktu. Kitap ve devlet radyosu vardı. İnternet başında edinilen bilgiyle, katılımcı bir ortamda edinilen deneyim ve verilen katkı çok farklı.

Emekli olduktan sonra neler yapmak istiyorsunuz? 
Emekli olduktan sonra kitap yazmak istiyorum. Meninist bir platform düzenlemek istiyorum. Son kitaplarım o çizgide. Erkek hakları savunucusu olarak tanımladığım meninist görüşü geliştirmek istiyorum. Bunu sosyal medya çerçevesinde geliştirebilirim, ama bu kullanımı becerebilmek için eğitim görmem gerekiyor. Twitterı nasıl kullanabilirim bunu öğrenmek istiyorum. Meninist kavramını 2006’dan bu yana geliştirdim ve bu konuda yayınlarım var. Erkeğin en çok öldürdüğü erkek, erkeğin en çok sövdüğü erkek, tarih boyunca cinsel taarruza uğrayan, gereksiz savaşlarda ölen, inanılmaz sorumluluklar yüklenenler de erkek. Çok uzun yıllar feminist platformda çalıştıktan sonra, şu anda meninist bir platform geliştirmek istiyorum. Birçok farklı konuda da araştırmam var, onları da geliştirmeye çalışacağım.





[i] Ayşe Kudat sosyal değerlendirme, sosyal politika ve eylem planları konusunda tanınmış uluslararası bir uzmandır.

14 Temmuz, 2014


Bazı kitaplar vardır. Sizi şok eder ve her satırıyla yerinize mıhlar. Hele ki bu kitabı ergenliğe adım attığınız yıllarda okumuşsanız ruhunuzda derin izler açar. Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın” isimli romanı da benim için bu romanlardan biri. Yaklaşık 20 yıl sonra tekrar okuduğumda etkisini hiç de kaybetmediğini görmek ise dönemler ötesi bir eser olduğuna kanıt.
Pınar Kür, Türk edebiyatının en verimli ve kendine kadının romanını yazmayı şiar etmiş yazarlarından. Son dönemlerde yaptığı yorumlar ve aydın kimliğiyle ilgili tartışmalara burada girmeden yorumum öncesi  “Asılacak Kadın” hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse; ilk kez 1979’da yazılmış olan roman, Müjde Ar’ın başrolünde olduğu bir filme uyarlanmış, hakkında dava açılmış aslında gerçek bir olaydan uyarlanmış bir eser. Romanın ana konusu bir cinayet ancak bir cinayet romanı değil. Katili bulmak değil amaç. Katil belli ama aslında gerçek suçlu herkese göre farklı. Eseri enteresan kılan da bu, asıl suçlunun kişiye ve onun yaşadıklarına göre değişmesi.
Roman bir cinayete dair faklı bakış açılarının olduğu üç kısımdan oluşuyor. Dava zanlılarından, romanın ana karakteri Melek’i idama mahkum eden yargıç Faik İrfan Elverir’in geceyarısı düşünmeleri; Melek’in hücrede düşündükleri ve cinayeti işleyen Yalçın’ın yazdıkları. Kür’ün de tanımıyla “ezen-ezilen-kurtarıcı” üçgeni. Cinayet kurbanı Hüsrev de genel olarak kadınlarla ilişkilerinde tatmin yakalayamamış, o nedenle de Melek’e cinsel sapkınlıkları ile işkence eden hasta bir ruh ve onun hayatına dair yansımalar da romanda bulunuyor.
İlk kısma damgasını vuran yargıç Faik’in ezikliğini duyduğu kurtulamadığı geçmişi ve kadınlarla olan sorunlu ilişkileri. Bir sınıf atlama hikayesi bakış açısı söz konusu. Ona göre kadınlar “Pis. Ne kadar yıkanmış olsa da pis”. Pis kokmak fakirlik ve eziklik göstergesi onun için. Gündelikçi annesiyle başlayan, kendisini aldatan karısıyla yüzleşemeyen ve Melek’te ortaya çıkan bir kirlilik algısıyla bütün kadınları suçlayan ve taraflı bakan bir yargıç Faik. O kadar kendinden emin ki “Pisliğin ta kendisi. Masum olamaz onun gibiler. Bilmez miyim. Aralarında büyüdüm” diyerek önyargı ile Melek’in suçlu olduğuna kesin kanaat getirmiş, sözde adaleti sağlamakla yükümlü bir insan aslında. “Ben erkek kadın ayırt etmem” deyip dava hakkında şerh koyduran kadın hakime gönderme ile hissi karar verdiğinden kadından hakim olmaz diye taraflı bir insan olarak kadınların bütün yaptıkları yanlış ya da belli bir gizli amaca yönelik. Gerçekleri kendine göre çarpıttığından Melek’in sevgilisini kandırarak kocasını öldürttüğünü iddia ederken aslında öldürülen Hüsrev’in sadece zenginliği bile onun kafasında bir üstünlük ve haklılık belirtisi.
İkinci kısımda ise olayın faillerden Melek, eğitiminin elverdiğince kendi şivesiyle aktarıyor yaşananları. Nokta işareti olmadan, bir sürü imla hatasıyla ve şiveyle. Çünkü kendisi, çünkü gerçek. Hüsrev bey’in cinsel sapkınlıklarının etkisiz öznesi.  Hüsrev bey’in tutkuyla bağlandığı Josette’in kötü bir kopyası. Edilgen, ezik ve her türlü muameleye sessizce kabullenmiş, kullanılmış bir kadın. Hiçbir şeyi sorgulamayarak, hiçbir şeye karşı koymayarak kaderini kabullenmiş olması, Türkiye’deki kadına biçilen rolün de bir resmi aslında.
Son kısımda ise kendine kurtarıcı rolü biçmiş Yalçın’ın olaya bakış açısı mevcut. Olayların ana sahnesi yalının bahçıvanın oğlu Yalçın, Galatasaray’da okurken yaşadığı dönüşüm ile sol görüşü benimsemiş bir genç adam. Melek’in hayatını kurtarmayı kendi görevi sayıyor ve karısı Melek’i başka erkeklerle ilişkiye girmeye zorlayan ve bundan zevk alan Hüsrev’i öldürüyor. Solcu bilinci ile “buraya gömülen senin köleliğin” diyerek kendini yüceltiyor. Ancak bunu yaparken “Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek’e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım” demesine rağmen Hüsrev’in çirkin oyunlarına dahil olmaktan da geri durmuyor. Melek’in “Kurtarmasını biliyordu diğerleri gibi çökmeyeydi üstüme” diyerek özetlediği gibi kurtarmaktaki amaç kendinin önemini vurgulamak aslında. Cinayet sonrası düşünürken ve Melek’in sessizliğini de yorumlarken ise aslında aydınlanma yaşıyor ve yaptığımı hatayı şu satırlarla anlatıyor: ”Oysa ben kurtarmaya kalkıştığım için şimdi ölümü bekliyor o. Nasıl da yalan yanlış yaptım her yaptığımı. Yaptık her yaptığımızı.” Melek’e gerçek bir insan değil de bir kavram olarak baktığından o da kötülük yapıyor aslında. Bu kavramı da genelde kadınlara ithaf edilen –babasının da bahçıvan olmasıyla bağlantılı olarak- çiçek türleri ile sembolize ediyor, çünkü o da gerçeklerden uzak bir insan. Ağaçtayken sağ ve beyaz koparılınca solan bir manolya, rüzgarla sürüklenen bir zambak ya da koparılmış ve vazoya konmuş bir gül. Ona göre her halükarda edilgen bir varlık, “.. düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti.”
Bütün karakterler, insanın ruhunun evrenselliğini dönemler ötesinde yansıtmasıyla bir başucu eseri aslında. Kitabı tekrar okudukça insan ırkının yaşadıklarından ders almadığını görmek, gerçekten de üzücü. Kitap ile ilgili davada yaptığı savunmada Pınar Kür gerçekten de dönemler üstünde insanlığın kolektif bilincine dair çok güzel bir şey söylemiş: “Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektedir.” Keşke herkesin kulağına küpe olsa bu söz.

12 Temmuz, 2014



1921 yılında, Manastır/Bitola yakınlarında bulunan ve bugün Yunanistan sınırlarının içinde olan Florina'da doğmuştu Necati Cumalı... 2 yaşındayken de Türk-Yunan nüfus mübadelesi ile İzmir'e göç etmişti. Yaşı dolayısıyla her ne kadar o günleri hatırlamasa da, mübadil bir ailenin ferdi olarak göçten önce Balkanlar'daki hayatı tekrar tekrar dinlemiş, babasının hikayelerini not etmişti. Bugün bahsedeceğim kitap, Makedonya 1900, Cumalı'nın not ettiği anlatıların baş rolde olduğu bir öykü kitabı... Kimi zaman birbirine bağlı ilerleyen, kimi zaman kişiler ve zamanlar açısından farklılık gösteren, ancak ana temanın hep 20. yüzyıl başlarındaki Makedonya olduğu bu öyküler, aynı zamanda yazara ikinci kez Sait Faik Öykü ödülünü kazandırmakla da ünlü...



Hikayelerin birçoğunun farklı temaları olsa da yazarın ön ya da arka planda işlediği konular hep aynı ve 20. yüzyılın başındaki Makedonya'yı çok başarılı bir biçimde resmediyor: komitacılar, birlikte yaşa(yama)ma, etnik milliyetçilik, korku, göç ve hüsran... Sürekli bir çatışma hali ve ardından gelen yerinden edilme durumu yüzünüze bir tokat şeklinde inmese de içinizde sinsice ilerliyor. Belki her zaman bir çatışmaya denk gelmiyorsunuz ama insanların sürekli bir ölüm korkusu yaşadığını hissediyorsunuz...

Cumalı bu durumu bir öyküsünde çok güzel betimliyor. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesini Makedonya için büyük bir şok olarak nitelemiyor. Büyük savaş tüm Avrupa'yı birbirine sokmuştu belki ama bu Makedonya için büyük bir kopuşu simgelemiyordu. "Makedonya zaten bitmeyen bir savaş içindeydi, Balkan Savaşı yeni bitmişti ve biz zaten devletler birbirleriyle savaşmasa da savaşıyorduk," diyerek Balkanlar'ın o dönemdeki durumunu güzelce vurguluyor Cumalı. Kitabı Srebrenitsa katliamının yıl dönümünde okuduğum için 1910'lardan 1990'lara bir bölgenin nasıl da aynı kalabileceğini, savaş ve şiddetin Balkanlar'ın kaderi olup olmadığını epey bir sorgulamak zorunda kaldım. Tabii ki net bir yanıta ulaşamadan...

Yalnız, varolan ve bitmeyen bu bölünmüşlük ve savaş halinin eseri sürekli depresif bir havada ilerlemek zorunda bıraktığını iddia edersem kitaba da yazara da haksızlık etmiş olurum. Bu yönüyle aslında kitap hayatın nasıl bir şey olduğunu bize güzelce anımsatıyor. Bazen, hatta çoğu zaman, hayatımızı ciddi ya da basit birçok olumsuzluk içinde devam ettiririz. Ancak bu olumsuzluklar içinde dahi hayatta yaşanası ve gülünesi birçok şey buluruz. Bu bakımdan, bu öyküler tıpkı hayat gibi: kardeşlik, yardımseverlik, aşk, merak ve belki de ikram edilen bir sigara bize hayatta hiçbir şeyin asla ve asla net bir biçimde siyah ya da beyaz şeklinde ikiye ayrılamayacağını, ikisinin birlikte var olmaya devam edeceğini gösteriyor. 

Makedonya 1900'de sevdiğim bir başka şey de, kitabın gerçekçi olmak gibi bir iddiaya sahip olmamasına rağmen, tarihsel bilgi ile çatışmaması ve bir iki öykü dışında geçmiş günlerin romantize edilmeden anlatılması oldu. Gerçek hayattan esinlenilmiş olmasından mıdır yoksa yazarın bir tarih araştırması yapmış olmasından mıdır bilinmez,  örneğin, 2. Meşrutiyet'in ilanının Florina'da nasıl karşılandığı tarihçilerin bildiğinden farklı değil. Aynı şekilde, devrimin getirdiği umudun var olan toplumsal ayrışmayı yenmeye yetmediği de küçük bir Makedon/Yunan kasabası üzerinden güzelce anlatılıyor... Eğer tarihe ilgiliyseniz, bu kitap size sorular da sordurabilir. Örneğin bana şunu sordurdu: Balkan Savaşları'ndan sonra İmparatorluk'tan kopan yerlerdeki yönetimsel ve bürokratik değişim ne ölçüde gerçekleşti ve bunun kırsala yansıması ne oldu? Bilen arkadaşların yorumlarını bekliyorum zira örneğin iltizamın devamlılığı gibi bir durum hissettim ben...

Yazıyı bitirmeden önce şunu da belirtmek isterim ki, Makedonya 1900'ü okurken, sürekli bir biçimde Elveda Rumeli'yi anımsadım. Bir esinlenme olmuş mudur açıkçası bir bilgiye ulaşamadım ancak eserin içindeki "Dila Hanım" öyküsünü okurken Kadir İnanır ve Türkan Şoray'ın oynadığı Dila Hanım filminin bu kitaptaki öyküden uyarlandığını fark ettim. Daha sonra bitmez tükenmez dramseverliğimizin öyküyü bir de tv dizisi yaptığını gördüm ki bir bölümü bir buçuk saat çekilen dizilerimizin 50 küsür bölümde 20 sayfalık öyküyü nasıl aktardığını da merak etmedim değil... Bir Yaprak Dökümü hadisesiyle karşılaşmış olmamız oldukça muhtemel... 

Merak edenler için Kadir İnanır ve Türkan Şoray'lı Dila Hanım ile bitirmiş olalım...






09 Temmuz, 2014

Kuzeyden seslenen öyküler...

Herkesin edebiyat alanında tutkunu olduğu, vazgeçemediği bir tür, yazar ya da dönem vardır. Bunu okurken bile aklınıza hemen çeşitli türler veya isimler geldi değil mi? Hatta eminim çoğunuzun kafasından geçenler benimki ile aynı. O da Gabriel Garcia Marquez ve onu okumamla tutkunu olduğum büyülü gerçeklik. Ciddi anlamda taktığım için Marquez'in yazdığı her bir cümleyi okumak gibi bir amaç edinmiştim kendime. Okudukça yarattığı dünyada daha fazla zaman geçirmek istiyordum sanırım. Öyküleri ile başladım ve yıllara göre ayırıp okudum pek çok kitabını. Blog için de bir dosya hazırlamayı çok istiyordum. Ancak ölümünün ardından henüz okumadığım kitaplarını elime almakta biraz daha temkinli oldum. Galiba seri halinde acele ile hepsini bitirmek istemiyorum artık. Neyse adı geçince konudan bayağı bir saptım. Kısacası demek istediğim, büyülü gerçeklik konusunda algıda seçiciyim. 

Hal böyle olunca, bilim kurgu ile büyülü gerçekliği harmanlayan ve üstüne üstlük Ursula K. Le Guin'in tavsiye ettiği bir kitabın Aylak Kitap'ta tanıtımını görünce resmen algıda nokta atışı yaptım! 
Karin Tidbeck

Bilim-kurgu ve fantazya alanlarında adaylık ve ödülleri bulunan İsveçli genç yazarın ilk İngilizce eseri olan kitap, çeşitli kısa öykülerden oluşuyor. Tanıtımlardan dolayı büyük bir beklentiye girdiğim için okurken hep nasıl bir tat alacağıma odaklandım. Bu nedenle de "hmm... içine büyülü gerçeklik mi koydunuz? biraz fazla keskin mi olmuş sanki?", "hıh şimdi fantazyanın tadı geldi" şeklinde okudum. Ancak bunu ilk bir kaç öyküden sonra anında bıraktım çünkü birden kuzeyin soğuk suları damağımdaki tüm tatları temizledi. İşte o zaman bilmediğim mekanları, isimleri ve kültürleri ilk kez tanımanın verdiği merakla okudum. Bu noktadan sonra da yukarıda bahsettiğim türler kendi özlerinden kopup bana İskandinav postunda göründü. 

İskandinav kültürü, melankolisi ve insanlarının bıraktığı izlenimler bir yana, öykülerin anaerkil yapısı ve doğayı kapsayıcı hali Ursula K. Le Guin'in tavsiyesini boşa çıkarmadı. Bütün bunlar arka planda ya fantastik bir gölge ya da tekinsiz bir gerçeklik olarak önüme çıktı.

Öyküler kendilerini tekrarlamıyor ve yer yer şekil açısından değişiyor. Her bir öykü sonrası neyle karşılaşacağınızı bilmeden bir diğerine geçiyorsunuz. Ama genel çerçevede hepsi sanki tek bir kadının tüm hayatı boyunca yaşadıklarından ve hayal ettiklerinden parçalar oluşturuyor. Buna uyumlu şekilde de öyküler biçim değiştiriyor. Bir öyküde genç bir kızın babasına mektuplarını okurken bir diğer öyküde efsanelerdeki karakterleri gerçeklikte arayan küçük bir kızın peşinde tepelerde dolanıyorsunuz. Sigorta ofisinde çalışan bir kadının telefonunu her açışında varlığının boyut değiştirdiğini okurken başka bir öyküde zepline aşık bir adam nasıl olur acabayı hayal etmeye çalışıyorsunuz. Dediğim gibi her bir öyküde farklı bir kurgu çıkıyor. Bu açıdan kitabın hafif deneysel bir çabası varmış gibi hissettim. Ancak esas olarak yazar dil engelini çeşitli kurgular ile aşarak hissettirdikleri üzerinden İskandinav kültürünü size yaşatıyor.
Son olarak yazar son sözde melankoli kelimesinin İsveççe "svarmod" ifadesi ile kullanıldığından bahsediyor. Yani "insanın varoluşun gerçeklerini umutsuzca kabullenmesi anlamına" geliyor. Bu kabul ediş Tidbeck'in ellerinde büyülü ama tekinsiz bir gerçeklik olarak biçim alıyor. Bu biçimin gelecekteki eserlerinde nasıl olgunlaşacağını umarım okuma şansımız olur. 





06 Temmuz, 2014

"Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. (...) Seyahatler çekiyor içim." - Yandan Çarklı isimli öyküden


Son Kuşlar ilk kez 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından basılmış. İş Bankası Yayınlarından okuduğum versiyonunda, içindeki 19 öyküye ek olarak, sonunda bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sait'ten Hatıralar"ı yer alıyor. Bedri Rahmi diyor ki: "Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden biri de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak."

Bu öyküleri 'yazmasaymış deli olacakmış' Sait Faik. İyi ki de yazmış. Ada ve deniz havasının eksik olmadığı bu kitapta kullandığı dolambaçsız diliyle, yalın cümleleriyle bize anlattığı o kadar çok şey var ki...

Son Kuşlar benim de okuduğum hikayelerin en güzellerinden biri oldu. Sait Faik'in, daha 1952 yılında, sanki bugünü gördüğünü ve başımıza gelecekleri çok önceden yazdığını görüyoruz. Ağacı, yeşili, kuşları ve güzel olan her şeyi yok etme eğilimimizin bir süre sonra bizi getireceği noktayı, geleceği görmüşcesine tespit etmiş Sait Faik bu öyküde.

"Kuşları boğdular. Çimenleri söktüler. Yollar çamur içinde kaldı." diyor ve yüzümüze tokat gibi vuran, ne kadar haklı olduğunu bugün çok net gördüğümüz cümleleri sıralıyor: "Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde  güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi."

Biz çocukların 31 Mayıs 2013'te başlayan ve haziran boyu süren tüm mücadelesi de bu yüzden değil miydi? Gezi'de direnişi başlatan tek bir ağaç değil miydi? Daha çok para ve oy kazanmak için her yeri betonlaştıran zihniyete karşı durmadık mı? Biz çocuklar aslında, senin yazdığın tehlikenin farkındaydık ve farkındayız sevgili Sait ama maalesef gücü elinde tutan zihniyet karşısında bizim gücümüz sınırlı. Koruyabildiklerimizi korumak için elimizden geleni yapıyoruz; ancak onları elimizde ne kadar süre tutabileceğimizi bilemiyoruz. Evimin penceresinden hala kuş sesi duyabildiğim için şanslıyım belki ama o kuşların da bir zaman sonra "son kuşlar" olacağını ve onları koruyamayacağımı düşündükçe hüznüm öfkeye dönüşüyor. Bizim için gerçekten kötü olacak.

Bu kitapta Sait Faik, içinde yaşadığı toplumla arasına mesafe koymuş gibi hissettim. Onların hırslarına, adaletsizliklerine, doğaya ve birbirine karşı acımasızlıklarına, belki Sait'in seçimleri nedeniyle belki de onu kendilerinden farklı gördükleri için kendisini dışlamalarına karşı, Sait de zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak uzaklaşmış insanlardan. Belki çok iddialı bir yorum olacak; ama satır aralarında bu uzaklaşmayı ve eleştirel bakışı gördüm öyküleri okurken. Örneğin,  Haritada Bir Nokta isimli öyküde diyor ki: "Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. (...) Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi." Burada, Sait'in, onu kendilerinden farklı gören insanlara karşı zihinsel bir uzaklık ve belki üstünlük içerisinde olduğunu görebiliriz. Benzer şekilde Dondurmacının Çırağı öyküsünde "Oh! Kimselere selam vermiyorum. Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim. Görmemezliğe geliyorum. Başımı çeviriyorum." derken de bu uzaklığın eyleme dökülmüş haline tanıklık ediyoruz. Son bir örnek olarak da Yaşayacak isimli öyküyü verebilirim. Bu öyküde "Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülemedik ki." diyen Sait, çok balık tutulan günün sonunda balıkçıların oynayarak, zıplayarak, değişik birtakım hareketler yaparak sevinmesini garipser ve der ki: "Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini. Meselesi ekmeğinde olanların bu halinden, meselesi insan, gökyüzü, yeryüzü, ölüm, sefalet, hastalık, incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar nasıl irkilmez ki?" Buradan da anlıyoruz ki; Sait Faik'in meselesi ekmek parası değildir, dünyanın somut kazançları onun meselesi değildir; daha naiftir Sait, sevginin peşindedir o, yeşilin, ağacın, toprağın, kuşun peşindedir, bunlar üzerinde düşünmektir onun meselesi.



Bitirirken yine Sait'in kelimelerini kullanmak istiyorum. Barba Antimos'tan gelsin bize: "Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir." Günlerimizin kıymetini bilsek fena olmayacak.
         
Ve son olarak, bu yazıyı "Son Kuşlar" eşiliğinde yazdım ve siz de mümkünse Sait Faik'in hikayelerini ve bu yazıyı onun eşliğinde okuyun.