"Beğenmeyen Okumasın" 6 kadın tarafından edebiyatın sınır tanımayan dünyasında gezintiye çıkmak amacıyla kuruldu. Ekibe yeni katılan yazarlarla birlikte yoluna devam etti. Grup; takipçileri kitap okumaya sevk etmek, eleştirel düşünceyi sahiplenmek, blog yazarlarının zihninde iz bırakan yapıtları yüceltmek haricinde herhangi bir amaç gütmemektedir.
"The Land of Green Plums" olarak İngilizceye çevrilen bu kitabın aslı Almancada "Herztier". Türkçeye niçin Yürekteki Hayvan diye çevrildiğini anlamak zor değil. Her rejimde her liderin, her insanın yüreğindeki hayvan ortaya çıkıverir. Kimi zaman bir fare kadar ürkek, kimi zaman bir kurt kadar açgözlü olur yürek. Herta Müller kitabında farklı karakterleri ve olayları anlatırken hayvanları metaforik olarak kullanmıştır.
Herta Müller’in değişik bir tarzı
var. Üslubu bana Peter Handke’nin Kalecinin
Penaltı Anındaki Endişesi’ni hatırlattı. Duru bir anlatım.
Çevirinin de elverdiği üzere kısa cümleler ve o zamanki insanları ve atmosferi
anlatan biraz hüzün verici, karanlık, diktatörlükle yönetilen bir ülkede
insanların tek başına bir güce, bireyselliğe ve sıradışı olma hakkına sahip
olmadığı bir düzenden bahsediyor.
Müller 2009 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kazanmış bir yazar. Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yazarlarda keşfettiğim ortak bir
özellik kitaplarında anti-otoriter nitelikte öğelerin bulunması, toplumsal bir kaygının
varolması. Bunu Orhan Pamuk’un kitaplarında, 2013 Nobel Ödülü sahibi Kanadalı
Yazar Alice Munro’nun bazı hikayelerinde de görebiliriz. Maalesef tüm Nobel Edebiyat Ödülü yazarlarının kitaplarını okumadığımdan hepsi için bir genelleme yapamayacağım.
Güzel bir şekilde anlatmış
diktatörlükte yoksun kalınan ve belki de insanların birbirlerine göstermekten
kaçındığı bir duyguyu: Şefkat. Müller’in üslubu hiç alışık olduğum bir üslup
değildi. Ne yalan söyleyeyim, benim en sevdiğim yazarlarda gözlemlediğim dilin
akıcılığını Yürekteki Hayvan’da yakalayamadım. Bir sürü farkında olmadığım
sembolik öğenin olduğuna da kanaat getirdim. O zamanları yaşamış olanların veya
o zamanlardaki gündelik yaşama dair daha çok bilgi ve tecrübe sahibi olanların
anlayabileceği ve daha iyi yorumlayabileceği bir kitap.
Peki bir rejim diktatörlükse...
neler gelir insanların başına? Müller Sovyetler zamanında Romanya’daki Alman
azınlığa mensuptu. Kitap Çavuşesku zamanını anlatıyordu. Çavuşesku zamanında
Romanya’da 1000’den fazla kişi öldürülmüştü, rejime karşı oluşları nedeniyle.
Öyle ki insanlar Çavuşesku’nun kurşuna diziliş sahnesini defalarca izlemiş ve
bu sahneyi izlemeye doyamamışlardı. Kin duyulan bir liderin kanlı ve canice
ölümü insanların çektikleri acılardan sonra yüreklerine bir parça da olsa su
serpiyordu.
Müller o zamanlardan bahsediyor
sayfa 41’de “yemek kartımı satıp, kendime üç çift incecik çorap aldım” Sovyetler
zamanında batıdan gelen bu incecik çoraplar, renkli renksiz, seksi veya seksi
olmayan, ten rengi veya siyah, pek bir çekiciydi bu lükslerden yoksun olan kadınlar
için. Batıdan gelebilecek en güzel hediyelerden birisi ince çoraplardı.
“Eve dönen SS babalarımız yerine
annelerimizden söz ederken, birbirlerini hiç tanımadıkları halde annelerin
bizlere hastalıklardan söz eden benzer mektuplar göndermelerine şaşırdık.” (s.
44) Herta Müller konuşulmayını konuşur, yazar fakat bilir ki aslında bu
sessizliğin ve kabullenmişliğin içinde hep bir diktatörlüğü insanların içine
sindirmişliği ve bu kabustan uyanamayışı vardır. Bu his kitap boyunca sizi
takip eder. Eğer rahat bir şeyler okumak istiyorsanız, kafam rahatlasın
diyorsanız, bilin ki Herta Müller büyük bir lokma... gerek üslubu gerekse
seçtiği konu nedeniyle.
Kitapta dikkatimi çeken diğer cümleler
şöyle:
O zaman rejim karşıtı olan fakat
sesini çıkaramayan azınlığa dair: “Farklılıklar bulmaya çalışıyorduk, çünkü biz
kitap okuyan insanlardık.” (s. 45)
Ellerindeki her şeyin kalitesinin
daha düşük olduğundan bahsediyor Müller, özgürlük ve tüketim insanların iki büyük arzusu... Yurtdışından gelen kitaplar için: “Sayfaları kokluyor ve kendimizi alışkanlıkla
ellerimizi koklarken yakalıyorduk. Ülkedeki kitapların ve gazetelerin
baskısında olduğu gibi, okurken ellerimiz kararmıyordu, şaşırıyorduk.” (s. 45)
Kitapta anlamaya çalıştığım bir
nokta var. İnsanların diktatörlük zamanındaki halleri çok güzel tasvir edilmiş,
fakat ekonomik durumun zayıflığı ile diktatörlüğün bir arada oluşu bir insanı
ne kadar vurur, batı tüketimcilik reklamları yaparken...bu karmaşık olgu pek de eleştirilmemiş. Karakterler sadece batıdan gelen ürünlerle renkleniyorlar sanki.
“Kitapların geldiği yerde kot
pantolonlar, portakallar, çocuklar için yumuşacık oyuncaklar, babalar için
taşınabilir televizyonlar, anneler için incecik çoraplar ve gerçek rimeller vardı.”
(s. 45)
Neden bu kitapta hiçbir umut
öğesi yok? Neden bu kadar karamsar? Neden hiçbir çıkış yolu veya nüktedanlık yok? Yoksa espri anlayışı mı çok farklı yazarın? Sembolik bir
şekilde anlatılmış birçok şey; karakterleri soğuk ve sizden uzak. İşin kötü tarafı
diktatörlükten nefret ederken ben, kendimi kitaptan soğumuş buldum. İnsan
böyle bir rejimde yaşasa bile bir umut ışığı olmaz mı? Acaba ben mi kaçırdım
kitaptaki o ufak inceliği?
"Herkes kaçmak istiyordu, diktatör
ve muhafızları hariç..." (s.46) Belki de John Steinbeck'in "Bitmeyen Kavga"sından daha da yapısal bir örgü ve bu örgünün içinde birer mandal gibi sallanan karakterler var. Diktatörlük ve totaliter rejim
demişken, Barbara (2012) adlı filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim... İnsanı
katılaştıran totaliter rejim anlatılsa da ana karakterlerden bir parça insanlık kırıntısı görmek, her edebiyata lazım, her üsluba
lazım diyor, boyumdan büyük laflarla bu yorumlara son veriyorum. Bazı noktalar var ki insanlar birbirlerini arıyor ama intihar eden ve öldürülenler geri dönmediğinden büyük bir umutsuzluk yaşanıyor. Sevgi ancak sevilenler kaybedilince doğuyor, kitapta.
Eğer Müller’in
ödül aldığı zaman yaptığı konuşmayı okumak isterseniz aşağıdaki linke
bakabilirsiniz:
Telos yayınlarından çıkan bu
kitap yazarın Türkiye’de yayınlanan ilk kitabı. Çeviri Çağlar Tanyeri’ne ait.
Tavsiye ederim, fakat edebiyat da bir zevk meselesidir, eğer zevkinize hitap
etmezse sakın kendinizi kötü hissetmeyin, diktatörlükle ilgili yazılmış birçok
farklı romandan size en uygununu seçmek, kendi Nobel Ödülü’nüzü oluşturmak çok
da bencilce bir hareket sayılmaz.
0 yorum :
Yorum Gönder