“Eve döndüğümde çok yorgundum, ne var ki artık her geçen gün sorunları daha iyi anlıyor, çevreme baktığımda, insanlarla konuştuğumda onların bu durumlarının bir kader olmadığını farkedebiliyordum.” Zehra Kosova
1910 yılında tütüncü bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi Zehra Kosova. “Ben
işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar
çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim” diyerek anlatacağı kendi tütün
işçiliği deneyimine de -Mübadele Anlaşması’na tâbi olarak- 1924 senesinde
ailesiyle birlikte geldiği Türkiye’de, 14 yaşındayken başlayacaktı. Böylelikle Cumhuriyet
tarihinin birçok dönemine tanıklık etmiş, mücadelelerle dolu 91 yıllık upuzun bir
ömrün en önemli dönemecine de ilk adımını atmış olacaktı.
Birçok mübadil aile gibi, 1924 senesi
Sakarya vapuru ile İstanbul’a ve oradan da Samsun’a geldi Kosova ailesi. Emekli olduğu yıllarda kaleme aldığı anı kitabında bu yolculuğa / kendi hayat
yolculuğuna dair Kosova şunları söylüyordu: “Henüz
küçük bir çocukken bizi Yunanistan’dan getiren vapurun güvertesinden Ege’nin
dalgalarını seyrederken, hayatın dalgalarının beni de bindiğimiz vapur gibi
sallayacağını hiç düşünmezdim. Hele o dalgaların bütün bir ömür boyunca beni
saracağını, inandığım bir davadan, uğruna mücadeleden hiçbir zaman kaçmadığım
düşüncelerimden dolayı her zaman boğmak istediğini nereden bilebilirdim…”
Gerçekten de altüst oluşlar ve açlığın,
yokluğun hüküm sürdüğü ekonomik sıkıntılarla geçen fakat mücadeleci
ruhun her zaman korunduğu bir hayatın çarpıcı bir özetiydi aslında Kosova’nın
söyledikleri. Ya da diyebiliriz ki çoğu zaman hüzünlü, acı ve ayrılıklarla dolu
bir ömrün, “ben işçiyim” diyen Zehra Kosova’nın – ve Türkiye’de bu döneme
tanıklık eden bütün işçilerin- hikâyesini, bir de güçlü, kararlı ve ilham
verici bir direnişi dinliyoruz bu kitapta. Ayrıca, Kosova’nın yakın
arkadaşlarından ve Türkiye’deki işçi hareketinin önemli isimlerinden Zihni
Anadol’un da altını çizdiği gibi, Zehra Kosova’nın hikâyesini benzerlerinden
ayıran bir diğer yanı da “az sayıda
sosyalist kadın yazarlarımız arasında işçi kökenli olarak sivriliyor” oluşu.
Zehra Kosova’nın anıları Cumhuriyet’in
kuruluşundan 1970’li yıllara kadar geçen dönem içerisinde işçi hareketine,
işçilerin çalışma koşullarına ve hayat şartlarına, daha çok da tütün işçileri
özelinde bakabilme fırsatını veriyor bize. Hatta bugünkü politik gündemimizden
baktığımızda belirli bir dönemin içine hapsedilemeyecek kadar bir derinlik de
sunuyor bu kitap. Türkiye tarihinde yaşanan en sert baskı dönemlerinde de her şeye kafa tutabilmiş bir
inancın ve bilgeliğin dünümüze/bugünümüze dair söylediklerine yeniden bakmak
gerekiyor.
İşsizlik, düşük yevmiye, beslenme,
barınma, çocuk işgücü gibi konular –savaş koşullarında durum daha da
kötüleşiyor olmasına rağmen- işçilerin her dönemde karşılaştığı temel sorunlar
gibi duruyor. (Kosova bu konulara daha çok tek parti döneminden örnekler vererek
değiniyor anı kitabında.) Mesela iş bulmanın, özellikle tütün işçileri için,
hep çok zor olduğunu söylüyor. Yevmiye konusu ise başlı başına bir problem. Kadın
ve çocuk işçilerin aynı işi yapmalarına rağmen erkek işçilerden daha
düşük yevmiye almalarından mı bahsetmeli yoksa sürekli yokluğundan yakınılan –tek
parti döneminden örnek vermek gerekirse ekmek, kömür ve gazyağı gibi- en temel
ihtiyaçları bile temin etmeye yevmiyelerin yeterli olamamasından mı? Yoksa
işçilerin zor zamanlarda, iş bulamadıkları için evlerindeki eşyalarını, hatta
kıyafetlerini satmak zorunda kalmalarından mı?
İşçilerin beslenmelerinin çok yetersiz
kaldığını tahmin etmek güç olmuyor bu tabloda. İş yerleri öğle yemeği vermiyor,
genellikle zeytin, peynir, ekmek ve zaman zaman tahin ya da reçelin bu listeye
eklenmesinden oluşan öğle yemeklerini her zaman evlerinden getiriyorlar.
Balık, tavuk, et neredeyse hiçbir zaman mutfaklarına girmiyor Kosova’nın
anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla. Bir de uygun fiyatlara ev kiralamanın
zorlukları da işçilerin genellikle karşılaştığı en temel sorunlardan birisi ve bu
koşullarda barınma, mesela tek parti döneminde, işçi ailelerinin ekonomik
darboğazından ötürü birkaç ailenin bir evin odalarını paylaştığı bir sisteme
dönüşmüş. Fakat yine bu koşullarda, hem işçiler hem de onların aileleri
arasında güçlü bir dayanışma da her daim varlığını sürdürüyor Kosova’ya göre.
Tütün işçilerinin yaşadığı zorluklarsa
daha farklı. Kışın tütün işi bittiği vakit, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “işçilerin kimisi ayakkabı boyacılığı, kimisi
Sirkeci’ye gidip hamallık yapıyor, kimisi bakkallardan borç bulup yiyor.”
Zehra Kosova ekliyor: “Parayı kazanan
köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri,
vurguncular; işçiler ise fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan,
işte o yılların durumu…” Zehra Kosova’dan bugünümüze çok tanıdık gelen bir
başka yorum daha: “…Topal ustanın gözü
öyle aç ki, daha fazla iş istiyor durmadan. Ustalar hep öyledir işte,
patronların maşası. Her zaman işçiyi ezmek için fırsat kollarlar, işlerine
gelmeyen işçiyi attırırlar. Sendika yok, kanun yok hiçbir şey yok. İşçi ne
yapsın? Gidip derdini kime anlatsın? O yıllarda iş kanunu var ama kim dinler
yasayı? Tütün işçisi olarak kaderimiz hep aynı, kışın borçlanıyor, yazın
ödüyorduk.”

Zehra Kosova’nın hayat hikâyesi her
yönüyle Cumhuriyet tarihinin işçi panoraması gibi. Fakat buna ek olarak,
sıradışı bir hayatı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kosova, ilkokul mezunu
olarak başladığı işçilik hayatını, sendika üyeliğinde bulunmuş, tütün işçileri
arasında örgütlenme çalışmaları başlatmış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş
bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi
ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kere tutuklanmış, işkenceler görmüş bir
işçi olarak tamamlıyor. Onun işçi mücadelesiyle dolu hayatını başlatan yıllarsa
1930’lar.
Bu yıllarda TKP’li işçilerle daha
fazla zaman geçirmeye başladığını söylüyor Kosova. İşte bu dönem en yakınındakiler
Mustafa Özçelik, Mehmet Çakıcı ve Kadri Çokuğurlu ve zaten onlar aracılığıyla
partiye girecek, hayatının dönüm noktasını oluşturan, 1934 senesi parti tarafından
Moskova’daki Şark Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilme süreci de bu şekilde
başlamış olacaktı. Türkiye’deki sol hareketin önemli isimlerinden Şefik Hüsnü
Değmer, Reşat Fuat Baraner, Zeki Baştımar ile de burada tanışacaktı.
Moskova’dan dönüşü, İkinci Dünya Savaşı’nın
başlangıç yıllarına denk geliyor. Savaş döneminin yarattığı ekonomik zorlukların
yanına giderek artan bir polis baskısı ve işkence de ekleniyor bu dönemde. Kosova, 1946’da
Dr. Şefik Hüsnü tarafından kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin
kurucuları arasında olduğu için, 1954’te de Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi'ne
girdiği için tutuklanıp, hayatının o döneme kadarki en ağır işkence
deneyimlerini yaşıyor.
Kosova, Kavala’dan İstanbul’a çocukken
yaptığı vapur yolculuğunu hatırlayarak, bütün bir hayatını adadığı işçi mücadelesine
dair kitabının sonunda şunları diyor: “emeğe
saygılı olmayı, emekten yana olmayı daha küçük bir çocukken annemden, babamdan
gördüm ve öğrendim. Beni bu yetişme tarzım, hayata bakış açım sosyalizmle
tanıştırdı. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence
gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen
dalgalarla boğuşmak, onları altetmek, geleceğe sömürünün olmadığı bir dünyaya
inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…
Bugün
de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var,
bu sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi,
söylenecek son söz de söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son
basamaklarına dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın
tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için yeni sayfalar açılacak
ve buralara bizim gibi binlerce insanın hikâyesi yazılacaktır. Tıpkı ülkemizde
Dr. Şefik Hüsnü’nün, Reşat Fuat Baraner’in, Nazım Hikmet’in ve daha nice
arkadaşlarımızın olduğu gibi…”
1996 senesinde yayımlanıyor Zehra
Kosova’nın Ben İşçiyim kitabı. Ve bu kitap, sınırsız sömürünün egemen olduğu,
işçi haklarının bir bir yok edildiği, her gün yeni iş cinayetlerinin -ve hatta en
son Soma’da yaşadığımız gibi toplu katliamların- “sıradanlaştı(rıldı)ğı” neoliberalizmin
en zorba döneminin yıkamayacağı bir umudu ulaştırıyor bize. Ben İşçiyim, özellikle bugün Zehra
Kosova gibi bir kadını ve aynı zamanda işçi kökenli bir sendikacı ve partiliyi
yakından tanımak için kesinlikle herkesin okuması gereken bir kitap. Çünkü Cumhuriyet’in
işçi tarihine ve bugüne dair bu anı kitabı aracılığıyla söylenebilecek daha çok
söz var.
0 yorum :
Yorum Gönder