31 Mart, 2013



Nietzsche Ağladığında , Irvin D. Yalom  


Nietzsche Ağladığında Bize Düşündürdükleri…   

Bu kitap, 1882 senesi Viyana’da psikanalizin ortaya çıkışına öncülük eden kişileri bir araya getiriyor, onları konuşturuyor ve onlar için modern kent hayatının yarattığı belirsizlikler ve ümitsizlikler içinde varoluşun anlamlarını ortaya koyuyor. Yazar, döneminin en önemli doktoru ve modern psikanalizin kurucuları arasında sayılan Josef Breuer’in Friedrich Nietzsche ile ümitsizlik ve varoluş hakkında aylar boyunca yaptıkları görüşmeler üzerine kurguluyor hikayesini. Deneysel nitelikteki bu görüşmeler gerçekte hiçbir zaman yapılmamış olsa da, yazar, edebi diliyle akademik bilgisini akıcı bir şekilde inşa ediyor ve Breuer histerik hastası Anna O.’ya karşı duyduğu yoğun hislerin anlamlarını çözümlerken ya da kendi hayatını seçme özgürlüğü ve sevme zorunluluğu arasında gelgitler yaşarken modern bireyin karmaşasını da ortaya koyuyor. 

Görüşmelerin başladığı andan itibaren Breuer’in amacı Nietzsche’nin ümitsizliğini konuşarak tedavi etmek olduğu halde, görüşmeler zamanla kendisinin –kendi deyimiyle- saplantılarına ve sorunlarına baca temizliği (arınma) yaptığı bir yolculuğa dönüşüyor. Öte yandan, Nietzsche için ise Breuer’in “çaresizliğinin” derin anlamlarını aradığı ve sonunda kendisini de sorgulamaya başladığı düşünsel bir üretim ve ifade alanı. Bu alanda, modern psikoterapiye Nietzsche ve Breuer’in katkılarını görebildiğimiz gibi Nietzsche üzerine uzun bir süre araştırmalar yapmış bir yazarın kaleminden Nietzsche’nin felsefesine dair detaylar ve Breuer’in dilinden ciddi eleştiriler de bulabiliyoruz. Ayrıca, bir kurgu ürünü olmuş olsa da Breuer’in asistanı Sigmund Freud’la olan yakın ilişkisine ve onları psikanaliz tarihinde önemli bir yere götürecek olan eserlerinin (Studies on Hysteria) oluşum aşamalarına da tanıklık ediyoruz.

Daha da önemlisi, edebiyat ve psikanaliz alanlarında parlak bir kariyer sahibi ve dönemin en etkili düşünürlerinin hayır demeyi bir türlü beceremedikleri bir kadını, Lou Salomé’u tanımak için bu kitabı okumaya değer. Ne Nietzsche, ne Rée, ne Rilke ve ne de Freud…  Onlar, geleneksel evliliği, sadakati ve kadınlığı reddeden, erkeklere karşı her zaman güçlü duran, dönemine göre “radikal” olarak nitelendirilecek davranışlar sergileyen, tam anlamıyla özgür ve cesur olan bu kadına hayır diyemediler. Lou Salomé zekası, güzelliği ve hayat tarzıyla kadınlar için yeni bir dönemin başladığını, yeni entelektüel kadınların ve erkeklerin aşık oldukları kişilerin ve aşkı yaşayış tarzlarının değiştiğini gösteriyordu. Bu açıdan yazarın bir başka başarısı da, Nietzsche’nin ve Breuer’in Lou Salomé’a karşı duyduğu “farklı” hisleri bu dönüşümün tarihselliği içerisinde verebilmesidir.  

Kitabın okuyucuyu etkileyen diğer bir yanı ise Nietzsche’nin fiziksel olarak hastalandığı sahneler ve bu sahnelerdeki ruh halinin detaylı tasvirleri. 20. yüzyıl felsefesini derinden etkilemiş, yazdığı kitaplarla psikanalizin oluşumunda büyük katkıları olmuş birisinin, kendi hayatı boyunca yaşadığı ihanetlere, ümitsizliklere ve yalnızlığa karşı takındığı hastalıklı, soğuk zırhı anlatmak hiç kolay bir iş değil. Fakat Irvin Yalom, Nietzsche’nin takındığı bu ruh hallerini ve fiziksel tepkilerini nedenleriyle birlikte çok başarılı bir şekilde tasvir ediyor. Bir yandan kitabın başından itibaren, kendisiyle ilgili hiçbir şeyi anlatmayan, görüşmeler sırasında Breuer’e karşı uzak davranan ve kendi etrafına ördüğü mantık zincirinin ardına gizlenen “güçlü” bir Nietzsche görüyoruz. Bir yandan da, kitabın son kısımlarında yazar bambaşka bir Nietzsche’yle karşılaştırıyor bizi. Fakat Breuer kendi sorunlarını zihninde çözdüğünü söylediğinde, kolayca yenilgiye uğradığını düşünen ve ağlayarak hislerini Breuer’e anlatan Nietzsche'yi de çok inandırıcı bir şekilde anlatıyor yazar.

Nietzsche Ağladığında herkesin severek okuyabileceği bir kitap. Sürükleyici bir kurgusu, akıcı bir dili var. Özellikle de psikanalize karşı ilgisi olanlar için kaçırılmaması gereken bir eser.  



“Kalbin, aklın bilemediği kendine özgü nedenleri vardır.”
2012 yılında yayınladığı bu kitabının sayfalarından birinde, eğer bir kişi aşktan bahsedecekse, Pascal’ın bu sözünü anmadan geçmemeli, diyor Murathan Mungan. Bu söz, mantığından çok kalbiyle hareket eden benim gibileri aslında rahatlatan bir etkiye sahip. Aşkın Cep Defteri’nde yazılanları, aslında çok da fazla bir yaşanmışlığı olmasa da insan, “evet, çok doğru” “kesinlikle” “işte benim kelimelerimle ifade edemediğim şey bu” gibi yorumlarda bulunarak ve birçok yere işaretler koyarak okuyor. Hele ki bu kitap, senin gibi olduğuna inandığın başka biri tarafından, sana özel notlar yazılarak okunup sana geldiyse daha özel oluyor.

Kitapla konuştuğunu fark ediyor insan okurken. Daha ilk sayfalarda “Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken, bir gün geri dönüp, onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?” diye soruyor Murathan Mungan. Benim cevabım tabii ki; “Hayır, katmadım” oluyor. Ama sonra hemen bir savunma olarak ekliyorum:  “Kim bilir, vardır bir nedeni bunun da?” Mungan’ın da dediği gibi hayattan bihaber olunan toyluk zamanlarında insan birçok şeyi hesaba katmıyor, zaman sonsuzmuş ve çevresindekiler hep öyle kalacakmış gibi harcıyor önüne gelen birçok şeyi. Aradan zaman geçip geriye baktığında da âşık olduğu, kendisine âşık olunan o günleri özlüyor. Ama başka bir kitabında "Ben sende tüm aşklarımı temize çekmiştim" diyebilen Mungan, bu noktada umutsuzluğa kapılmaya gerek olmadığını da anlatıyor aslında ve diyor ki:  “Aşk sadece bir kere yaşanmıyor.” İlk aşk en unutulmazı, en özeli ve ‘hep kazanan’ olsa da, insan o ilk aşktan sonra defalarca âşık olabiliyor. Sevebilme yeteneğini hep koruyor, “bir aşk birçok aşktan yapılıyor” ve insan zamanla “başka evlerin duvarlarına başka takvimler asıyor.”
Aşkı anlatıyor Murathan Mungan bu kitapta; aşkı, ayrılığı, acıyı, tekrar âşık olmayı... Aslında hep bilindik, hep tekrarlanan ama herkesin kendi deneyimlerinde farklı yaşadığı şeylerden bahsediyor. Diyor ki mesela: “Aşk öğretir, aynı hataları yinelememen için; ama yine aşk yüzünden yinelersin.” Gerçekten de öyle değil midir? “Bu defa akıllandım, bir daha asla böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceğim.” dediği birçok şeyi, tekrar âşık olduğunda yapmaz mı insan? Sadece bilmek ve deneyimlemek hiçbir işe yaramıyor aslında ve Mungan’ın da dediği gibi zaten çoğu kez bildiğimiz şeylerin kurbanı oluyoruz.

Olmamışlık başka türlü dokunur insana, diyor Murathan Mungan ve ekliyor: “Yarım kalmışlık zamanın yetim boyutudur belki…” Yaşadıklarını değil, yaşamadıklarını tutuyor hafızasında insan, onları hayal ediyor, onlarla geçmişini yeniden şekillendiriyor. O yarım kalmışlık hissi, olsaydı nasıl olabileceğine dair senaryolar, “acaba?”lar, peşinde sürüklediği boş tenekeler gibidir insanın. Hem yük oluyor, ileriye gitmesini engelliyor hem de o tenekelerin çıkardığı gürültüden insan kendi sesini bile duyamaz oluyor. Hele ki konu yarım kalan bir aşk olunca, tenekelerin gürültüsü ve yüreğin derinlerine işlemiş sızı, insanın nefes almasını bile zorlaştırabiliyor; “kalp yorgunluğu” diyor Mungan buna.

Dedim ya, okurken kitapla konuşuyor insan. Şu soruya “Evet!” diyebilecek kadar romantik olmak istiyor mesela: “Varsın hiçbir yere çıkmasın bu yol. Gene de çıkmaya değmez mi? Yolda geçirdiğimiz zaman, vardığımız yerde geçireceğimiz zamandan daha kıymetli olabilir.” Evet, ama “Ya sonra?” diye soruyor yine de; çünkü içinde yaşanmak zorunda olunan bir ‘gerçek hayat’ var ve o hayatta buna çok da yer yok. Yaşadığı ve gördüğü onca şeyden sonra artık dünyanın hiç de bu kadar romantik bir yer olmadığının farkında varıyor bir yerden sonra insan.  

Eski fotoğraflarına bakıp eskidiğini, büyüdüğünü, hatta kirlendiğini düşünen bir kişi için, Mungan’ın yaptığı “Yaşlanmak, zaman tanıma sanatıdır. Bu anlamda sabır, vakti azalmış insanlara hayatın verdiği cezadır.” tespiti çok doğrudur. Her şeyin bir an önce ve kendi istediği gibi olmasını isteyen biri için bu cümlenin önemi büyük. Sorunu çözmese de, en azından kendisi gibi düşünen ya da kendisini anlayan birinin var olduğunu bilmesi, insanı rahatlatıyor bu noktada. Asıl rahatlatan ve umutlandıran cümle ise arkasından geliyor: “Bırakın zaman hediyesini kendi versin.”

Karşılıklı konuşarak okunan bu kitapta bunun gibi aşkla ilgili birçok tespite, cümleye, hikayeye, şiire yer veriyor Murathan Mungan “Aşkın Cep Defteri”nde. Kitabın sonunda ise okuyan kişinin ister bu kitapta yazılan her şeyi unutmasını isterse yazılanlara devam etmesini söylüyor. Ben unutmayı da devam etmeyi de tercih etmedim ama kitabı benden önce okuyan dost, şöyle devam etmiş:

- Aşk var mıdır?
- Vardır ve aslolan seni mutlaka bulacaktır.

19 Mart, 2013

Eksik kadroyla da olsa, kararlaştırdığımız gibi 16 Mart Cumartesi akşamı Taksim'deydik, tarihi Cumhuriyet Meyhanesi'nde tartıştık kitabı.

Alt metin, semboller ve benzetmeler bulmak için çok uğraşsak da, sonunda karar verdik ki, oldukça etkileyici olan bu hikayeyi aslında dümdüz okumalıyız.

Toplumsal düzen, medeniyet, insanlar arasındaki statüler aslında ne kadar pamuk ipliğine bağlı ve insanın doğası aslında ne kadar kötü, bunu gösteriyor "Körlük".


Fotoğrafta çıkmak için çok uğraşsam da en azından başarabilmiş olmak güzel

Aslına bakılırsa, cumartesinin özeti;"körlük bahane, sohbet şahane" idi. 

12 Mart, 2013

"Kurtlukta düşeni yemek kanundur"


Bir adam düşünün, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde "Küçük Efendi" diye anılsın, ünlü Karakol cemiyetini kurup ona ismini versin,  Malta'ya sürgün edilsin, sürgünden kaçsın, İzmir Suikasti sebebiyle yargılanarak ölüm cezasına çarptırılsın... Ancak yine de hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmayalım. Ve tarihsel olarak çalışmamız namümkün ya da en iyi ihtimalle çok zor olsun. Evet bu kişi Kara Kemal'den başkası değil...

Kurt Kanunu, İthaki Yayınları
Kara Kemal'in biyografisi yazılmamış olabilir, ancak kendisinin başrolde olduğu bir roman mevcut: Kurt Kanunu. Bana göre, bu kitap tarihsel bir gerçekliğin akıcı bir üslupla roman haline getirilmesinin önemli bir örneğini teşkil ediyor. Kemal Tahir, eserinde cumhuriyetin kurulmasından sonra su yüzüne çıkan ve 1927'ye kadar da süren bir savaşı, İnkılapçılarla İttihatçıların savaşını resmediyor. Bu kurgunun ana meselesi İzmir Suikasti'dir. Suikastin çerçevesinde gerçekleşen ya da daha doğru bir deyişle Kemal Tahir'in gerçekleştiğini düşündüğü olaylar Kara Kemal'i odak noktasına alarak okuyucuya aktarılıyor. Olay örgüsü tarihsel sürece uygun bir şekilde ilerliyor: Suikast planı ortaya çıkıyor, yargılamalar başlıyor, Kara Kemal kaçıyor, bu sırada gıyabında bir idam cezası veriliyor ve yakalanmadan hemen önce intihar etmeyi tercih ediyor.

Bu kitabın olay örgüsü, zaten tarihsel bir gerçeklikten esinlenildiği için şaşırtıcı ya da yaratıcı değil. Ancak asıl mesele, bence Kemal Tahir'in adaşı Kara Kemal'i nasıl ince ince işlediğinde yatıyor. Bu noktada yazar, yukarıda bahsettiğim o akademik yokluğu doldurmaya çalışırcasına, Kara Kemal'in siyasi ve iktisadi ideolojisine, insani özelliklerine değiniyor. Bir başka deyişle Kara Kemal konuşurken kendi biyografisini yazıyor, bir devrin hesabını yapıyor. "Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip, yenik düştük. Kurtlukta düşeni yemek kanundur" derken 1920'lerin nasıl bir karmaşa ortamı olduğuna kurgusal da olsa işaret ediyor.  Ve şaşırtıcı olarak, Kemal Tahir, hayat hikayesine öylesine baktığmızda bile korkutucu gelecek bir adamı bize sevdiriyor. Kara Kemal intihar ettiğinde, okuyan herkes üzülüyor. Ya da en azından kitabı okuyan kişilerin bana aktardığı duygu bugüne kadar bu yönde oldu.

Eğer siz de, konusunu gerçek karakterleden alan romanları seviyorsanız, Kurt Kanunu'nu okumanızı öneririm. İçinde yazan her fikre katılmasam da (bkz. hilafet meselesine ilişkin konuşma ve tahliller) tarihte çokça okuduğum bir meseleyi, karşıt tarafın kişisel bir serüveni üzerinden çözümlemek bir hayli eğlenceli bir okuma deneyimi diye düşünmekteyim.

Meraklısına not: Kurt Kanunu geçtiğimiz yıl bir de dizi olarak uyarlandı. Ancak hangi dinamiklerle yapıldığı çok ortada olduğu için kitabı ne kadar sevsem de seyretmeyi reddettim. Tavsiye etmem. 

10 Mart, 2013


                       

                                         ORHAN KEMAL: BABA EVİ

                                          BİR ÇIKIŞ YOLU VARDIR.....



            Orhan Kemal'in Küçük Adam'ın Romanı dizisinin birinci kitabı olan Baba Evi adlı eserini değerli Türkçe öğretmenim Gönül Eser'in tavsiyesiyle okuduğumda henüz ortaokula gidiyordum. O dönemde okurken de çok keyif aldığım bu romanı yeniden okumak hem beni kendi ortaokul yıllarıma götürürken hem de yeniden roman kahramanımızın hikayesinin içinde buluverdim kendimi.....

           Baba Evi bir çocuğun ve gencin gözünden baba, aile, yoksulluk, yaşam mücadelesi, memleket, savaş gibi çok önemli kavramları okuyucuya başarıyla ve etkileyici bir dille aktarmayı başarıyor. Baba Evi savaş sonrası babası iktidarla çatıştıktan sonra Beyrut'a kaçmak durumunda kalan bir çocuğun ve onun gözünden ailesinin hikayesini anlatıyor. Adını bilmediğimiz kahramanımızın ailesi Adana'da son derece varlıklı bir aileyken Beyrut'a kaçtıktan sonra ciddi maddi sıkıntılar çekiyor. Önce ailenin babası ufak bir lokanta açıyor ve kahramanımız ve kardeşi orada çalışarak ailenin geçimini sağlıyorlar. Ancak daha sonra lokanta iflas ediyor, evin babası hastalanıyor ve kalabalık ailenin geçim yükü abi kardeşin üzerine kalıyor. Bir yandan babasının baskısı, bir yandan geçim sıkıntısı, bir yandan dilini dahi doğru düzgün konuşamadığı bir yerde memleket özlemiyle kapana sıkıştığını düşünen kahramanımız çıkışı yeniden Adana'ya dönmekte buluyor. Bu ana kadar daha kasvetli bir anlatıyla ilerleyen romanın dili kahramanımızın Adana'ya dönüşünden sonra onun bir çıkış yolu bulmasının ve yaşama sevincini yeniden yakalamasının etkisiyle pozitif bir anlatıya dönüşüyor ve bu anlatıyla son buluyor.

          Romanı yeniden okuduktan sonra Orhan Kemal'in anlatı yeteneğinin başarısından bir kez daha etkilendim. Bu kadar kısa bir roman içerisinde onca karmaşık duygu, ruh analizi, onca önemli konu ancak böyle başarıyla aktarılabilirdi hem de bir çocuğun ve gencin gözünden. Örneğin, romanda en çok etkilendiğim bölümlerden bir tanesi yazarın bir yandan savaşın korkunçluğunu, dehşetini başarıyla aktarırken bir yandan da kahramanın gözünden ailesinin apar topar trenlere binerek yaşadıkları yerden kaçışlarını aktardığı bölüm oldu. Kahramanın sorduğu şu cümle ise muhtemelen romana dair asla unutmayacağım cümlelerden bir tanesi olarak hafızamda yerini alacak: ''Tren, düşman niçin geliyordu, biz niçin kaçıyorduk? Evet ama kuşlar? Onları düşmandan kaçıracak babaanneleri yoktu ki!..'' (13) Öte yandan da roman, kahramanın memleket özlemini, memlekete dair hissettiği karmaşık duyguları da gayet yalın ve açık bir biçimde okuyucuya başarıyla aktarıyor: ''Sanki memleket tepemde fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. İçimden içimin derinliklerinden birşeylerin yıkıldığını duyuyordum. Ben buraya niçin geldim?'' Aynı zamanda, yazarın kendi çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı bu yalın ama etkileyici romanı hala okumadıysanız ve içinizde bir yerlerde o kuşlara dair endişe duyan çocuğun sesi hala yükseliyorsa bu romanı vakit kaybetmeden şiddetle okumanızı tavsiye ederim.