İncelemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İncelemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs, 2014



Dikkat! Bu yazı asabiyet, ironi ve siyaset içerir!



13 Mayıs 2014 günü, felaketlere doyamayan Türkiye, tarihinin en büyük maden cinayetini yaşadı. Bu yazıyı kaleme aldığım 17 Mayıs tarihi itibariyle kayıplarımızın sayısı (devlet adamı tabiriyle tane) halen netleşmiş değil. Aslına bakarsanız, büyük adamlarımızın kaza dediği bu olayın neden olduğu da henüz kimse tarafından bilinmiyor. Bildiğimiz tek şey, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu madenin güvenli olduğunun altının çizilmesi. O kadar güvenli ki, kaçış odası yok, içerideki kişi sayısı belli değil ve bu kadar güvenli olduğu için de 300 kişiyle durumu kotarmışız! Soma Holding’e bu çok güvenli güvenlik tedbirlerinden ötürü ve haşmetli devletimize de uykusuz kalıp yürüttüğü kurtaramama çalışmaları için teşekkür etmeyi ben kendi adıma bir borç biliyorum! Herkes herkese salak muamelesi yapabildiği için bu ülkede, bu satırları ben de rahat bir biçimde yazabiliyorum, tercih etmesem dahi…

Tarihin bir cilvesi olarak, bu Cumartesi yazım sırası bana gelmiş blogda. Ben de, bu Cumartesi yayınlamak için geçen hafta Hüseyin Cahid Yalçın’ın Edebiyat Anıları’nı okumuşum. Yazarın ilk kitabını bastırabilmek için Ahmet Mithat Efendi’den aldığı eleştiri yazısını ballandıra ballandıra anlatıp, 1900’lerdeki imparatorluk aydınının psikolojik tahlilini yapacağım aklımca. Planlarım suya o kadar kara bir biçimde düştü ki, bu yazıyı yazdığım şu an imparatorluk aydınının psikolojik çıkmazı da, Ahmet Mithat Efendi de çok anlamsız görünüyor.  Ancak 1900’ler, en azından periyodik olarak hem gündemimiz hem de bu yazı için önemini halen korumakta. Zira birazdan yazacaklarım gösteriyor ki, biz zaten 21. yüzyıla halen geçebilmiş değiliz. Aslında, konumuz bazında, 20. yüzyıla geçtiğimiz bile fena halde tartışılır. Sadece yazıyı bilgisayarda yazabiliyor olmam beni yaşadığım çağa ilişkin biraz şüphelendiriyor sevgili okur!


Bunun nedenlerinden biraz bahsederken, size aynı zamanda bu yazıya konu olan kitabın da tanıtımını yapmış olacağım: Osmanlı İmparatorluğu’nda Madenciler ve Devlet, Zonguldak Kömür Havzası, 1822-1920. Osmanlı tarihi çalışanların (“daha doğrusu Fatih Sultan Mehmet Han ne güzel bir adamdı”nın ötesine geçebilmiş olan sayısı gerçekten az tarihçilerimizin) yakından bildikleri Donald Quataert’in yazdığı bu eser, Osmanlı madenciliğinin haritasını ortaya koyarken, emek tarihine de önemli bir katkıda bulunuyor. Aslında, böyle bir gündemde yazmasam çok ayrıntılı bir biçimde incelemek isterdim bu kitabı. Ancak Türkiye’de istediklerimizi gerçekleştirmekten ziyade başımıza gelenlerle yaşamak zorunda kaldığımızdan, şimdi belirli noktalara değinerek, bizim neden 21. yüzyılda yaşadığımızı sandığımızı ancak pek beceremediğimizi madenler üzerinden belirtmekle yetineceğim.

Quataert, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki madenciliğin devlet teşebbüsü ile ortaya çıktığını ve bunun dünyadaki örneklerden (Amerika, İngiltere, Fransa vb.) farklı olduğunu söylüyor. Zonguldak özelinde, devletin bu kadar etkin kontrol ve çabası kömürün öncelikli olarak Osmanlı donanması için düşünülmesinden kaynaklanmıştı. Yani kömür başlangıçta daha çok askeri bir bakış açısından düşünülüyor. “Ancak madenler, 1860’lerin sonları itibariyle karma bir işletim sistemine tabi oldular. Maden devlete, daha doğrusu kullanım haklarını özel işletmecilere kiralayan sultana aitti. Denetimden feragat etmek istemeyen devlet, müstakbel girişimcilere engelleyici ve külfetli koşullar dayattığı için üretim ilk zamanlarda durgundu. Ancak bu çalışmada ele alınan dönem boyunca devlet, denetimi özel sermayeye gittikçe daha çok teslim eder hale geldi. 1882 yılında devletin, işletmecilerin daha iyi koşul taleplerini kısmen kabul etmesiyle üretim artmaya başladı.” (S.16) Buradaki devlet denetiminin işçi için değil, üretim için olduğunun altını çizmekle beraber, imparatorlukta da günümüzdekine benzer bir özel sektör ve üretim artışı anlayışının bulunduğunu söylemek mümkün. Madenlerde işletme hakkının özel sektöre devrindeki en büyük unsur olan “sarayla bağlantıya sahip olmak” kıstası da yine bugünün “devletten iş koparma” zihniyetinin benzeri olarak göze çarpıyor. Yalnız günümüzden farklı olarak, imparatorlukta, devlet ve işletmeci arasındaki ilişkiler bugüne oranla oldukça gergin (muhtemelen devletin kontrol mekanizmasını devam ettirme isteği yüzünden). Yani, imparatorluktaki Maden Nazırı’nı 2014 Manisa’sına ışınlarsanız, kendisinin işletmeciyi canhıraş şekilde korumak, bu uğurda büyük yalanlar söylemek ve madenci yakınlarını falakaya çekmek gibi bir misyonu, büyük ihtimalle, olmayacaktır. Gerçeklikle bağımızı iyiden iyiye kopardığımıza göre, bu cümledeki tarih-dışılığı da mazur görmenizi rica edeceğim.  

Kitaba göre, imparatorlukta madenler sömürünün en çok olduğu sektörlerden biriydi. Köylülerin mecburi çalıştırılmasını bir kenara bırakırsak, ücretli serbest işçilerin dahi kazandıklarının vergiye ve işteyken yedikleri ekmeğin parasına gittiğini söylüyor Quataert. 2014 yılında Türkiye’de açlık sınırının 1100 TL, yoksulluk sınırının ise 1800 TL olduğunu hesaba katıp, madende çalışan işçilerin ise ortalama 1100 TL kazandığını da bildiğimize göre, işçi maaşının yine vergi ve ekmekten biraz farklılaşacak bir gıda masrafına gittiğini söyleyebiliriz. Tabii, imparatorluk görevlilerinin bu yoksulluğu nasıl kullanacaklarını bildiklerinden şüpheliyim. Ah şu tatlı 21. yüzyıl! Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da Quataert’in imparatorlukta 1908 sonrası oluşan sendikalaşma ve grevin, ücret rakamlarını bir miktar yükselttiğini söylemesi. Gerçekten de 1908’den sonra madenlerde bir grev dalgası gerçekleşiyor. Kitapta yok ama muhtemelen, sendikalar sadaret kontrolünde olmadığı içindir.  

Osmanlı madenlerinde çocuk işçiler kullanmak da yaygın ancak sadece bize özgü bir şey değil. Örneğin İngiliz Adaları’nda 1842 yılındaki düzenlemeye kadar on yaş altı çocuklar dahi madenlerde çalıştırılabiliyordu. Osmanlı Devleti’nde 1867 düzenlemesi ile yaş sınırı 13’e, 1911’de 16’ya yükseltiliyor. Ne zaman 18’e çıktığını bilmemekle beraber, hukuk kurallarının çoğu zaman uygulanmadığını Quataert’in kitabından bir kez daha öğrenmiş oldum. Gerçi tahmin etmekte de bir zorluk çekmezdim.

Yazar kitapta Osmanlı madenciliğinin fıtratına da değiniyor. Madenciliğin, 19. yüzyılda tehlikeli bir iş olduğunu belirtiyor. İş güvenliğine gelirsek, o dönemin koşullarında ışık için kullanılan mumlardan (ki bu mumlar açık olduğu için sık sık patlamalara ve yangınlara sebep oluyorlar) üstü kapalı lambalara geçiş üzerine bir mücadele olduğunu görüyoruz. Ancak sonuç olarak madenlerde yeterli güvenlik önlemi ve teçhizat bulunmuyor, hatta küçük madenlerde havalandırma bacası dahi yok. Pek tabii, yaşam odaları o dönem henüz icat edilmemiş. Zaten icat edilseydi bile muhtemelen dünyanın bu kısmına uğramazdı. Hal böyle olunca, madenciliğin fıtratında gerçekten de ölüm olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu hafta bu fıtratın tezahürlerini örneklerle öğrenmiş bulunduk. Mesela dönemin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’de 1862’de 204 kişi ölürken, teknolojisiyle ünlü Amerika’da 1907’de 361 kişi hayatını kaybetmiş. Ancak nasıl ki bugün Almanya’da madenlerde kimse ölmezken, Türkiye’de sayısını bilmediğimiz ama 300’den fazla olduğunu tahmin ettiğimiz kişi ölebiliyorsa, Osmanlı madenlerinde de “işçilerin işle ilgili yaralanma veya ölüm riski Batı Avrupa’daki ya da ABD’deki muadillerinden 5 ila 25 kat daha fazlaydı.” (s.255). Sağlam istikrar!

Kitapta daha birçok ayrıntı var efendim, emek tarihine ilgi duyan herkese tavsiye ederim. Hem böylece, Türkiye’nin konu emekçilere gelince 21. yüzyıla nasıl uyum sağlayamadığını tecrübe de edebilirsiniz. Bu bakımdan, bu eser, aslında televizyonlarda bundan sonra yapılacak başbakan, bakan, hükümet sözcüsü, müşaviri, danışmanı, yalakası açıklamalarında da rahatlıkla kullanılabilir.  Ancak sanıyorum ki, yetkili kişiler adam dövmekle meşgul oldukları için ayrıntılı araştırma ya da okuma yapacak zamana sahip değiller. Zaten o yüzden Wikipedia’dan çektikleri İngiltere, Çin, ABD kaza istatistikleri ile yetiniyorlar. Bundan sonraki adımın, 21. yüzyıl Türk tarih yazıcılığının tüm kötülüklerin babası olarak konumlandırdığı İnönü’nün, savaş yıllarında madenlerde çalışma mükellefiyeti getirdiği döneminin gün yüzüne çıkarılması olacağını tahmin ediyorum. Eğer dilerlerse, bu yazının işlerine yarayacak kısımlarını da “ecdadımız büyük Osmanlı’da da madenler zaten böyleydi” temasıyla bana bir telif hakkı ödemeden kullanabilirler. Nasıl olsa biz, 12 yıldır bu ülkenin hor görenleri olarak gösterilen ama birilerinin canı yandığında ona tekme atmak yerine, elini tutmayı yeğleyen; 750 bin liralık rüşvet saatleri verip almayan ve kendi ülkesindeki insanlar öldüğünde de- anlamsız el işaretleri olmadan- ağlayabilen kişiler olarak, hiçbir açıklamayı yutmayacağız... Ve bunun için de büyüklerimizden dayak yemeye muhtemelen devam edeceğiz.




Sevgiyle kalın, hayatta kalın!




22 Mart, 2014






“Yüksek binalar, aralarındaki dar sokaklar, sayısız araba, korkunç bir karmaşa… Hepsi birden ortadan kaybolacaklar ve şehir… eski… çok eski günlerine geri dönecekmiş gibi. Tepeler mezarlıklarla, ovalar meyve ağaçlarıyla dolacak, dereler yeniden akacak, ahşap evlerde yangınlar çıkacak, yangın yerlerinde çocuklar top oynayacak… devrim düşleri yeniden kurulacakmış… gibi. Zaman şehrin içinden bir ileri bir geri geçip gidecekmiş gibi.” (Mine Söğüt, Dışına Uzayan Cambazla İçine Kıvrılan Salyangozun Hüzünlü Hikayesi, s.166)


1990’ların ilk yarısında henüz ilkokula giden küçük bir çocukken ben, yazları “şehirlerarası” bir otobüse binip Silivri’nin biraz ötesindeki yazlığımıza giderdik topluca. Öyle bir dönemdi ki, otobüslerde buram buram sigara içilirdi, muavinler Mercedes O 303’lerin kapılarından sarkıp bağırarak yolun kenarından  yolcu toplamaya çalışırlardı. Her yolculukta yanımdaki kişi değişirdi, kimi zaman anne, çoğunlukla okul biter bitmez beni yanına katan teyze, bazen kuzen, kimi zaman da 1918 doğumlu dede. Hiç unutmam, bir keresinde, çok sıkıldığımdan olacak, bir süre boşluk bir araziden geçerken “neredeyiz” diye sorduğumda dedem, bana bakıp, “daha var Haramidere’deyiz” demişti. Uzunca boşluğa ve yeşilimsi sarı olan düzlüğe bakıp, “Haramidere ne ki dede” dediğimde, dedem, “burada bir dere var, haramilerin yaşadığı bir yer, yaramazlık yapan çocukları da otobüslerden alıp götürüyorlar” demişti. Dedem 2003 yılından beri yok ve çocuklara güzel haber; Haramidere’deki “harami”lerin yerinde de artık toplu konutlar ve alışveriş merkezleri var.


2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Milyonluk Manzara kitabının önsözünde Tanıl Bora, kentsel dönüşüm meselesinin “buralar hep dutluktu” nostaljisinden arındırılarak çalışılması gerektiğini söylüyor. Aslında çok da haklı: Hayattaki diğer her şey gibi kentler de dönüşüyor, genişliyor, ölüyor ya da diriliyor. Ama söz konusu İstanbul olduğunda, bir 90’lar çocuğu olarak benim bile birden fazla “dutluğumun” olması, içinde bulunduğumuz hızlı dönüşümün iyi bir göstergesi. Zaten Bora da kabul ediyor bu durumun olağandışılığını. Güncel kentsel dönüşüm kavramının, imar ve inşa döneminin, alışılagelenin dışında bir kapsamı olduğunun altını çiziyor.  Ve yine benim çocukluğuma dönersek, mesele artık İstanbul’un çeperlerinin yapılaşmasından çok daha çetrefilli. Yani tartıştığımız Haramidere değil; Tarlabaşı ve Taksim gibi kentin merkezindeki yerler… Halkların sürülüp milyon dolarlık tarihimsi ev projelerinin yapıldığı, ideolojik özellikleri dolayısıyla çeşitli mahallelerin dönüşüm adı altında dağıtılmaya çalışıldığı ve kent merkezindeki tek ve son yeşil alanın yok edilip yerine kışla görünümlü bir alışveriş merkezinin kondurulması rüyasının siyasilerin ve siyasi sarmala tutunmuş müteahhitlerin iştahını kabarttığı çok katmanlı sosyal ve siyasi bir mesele… Kentsel dönüşüm şu haliyle, yapısaldan ziyade bir toplum mühendisliği sorunu: Veli Göçer’den Ali Ağaoğlu’na giden yolun acıklı hikâyesi.

Nar Photos 


Milyonluk Manzara, içeriği dolayısıyla biraz karmaşık ama bu hikâyeyi farklı yönleriyle, Nar Photos’un çektiği başarılı fotoğraflarla ve çeşitli yazım biçimleriyle göstermeye çalışan bir kitap. Bora’nın deyimiyle eklektik bir eser, içinde akademik makaleler de, kentsel dönüşüme ait küçük öyküler de, denemeler de var… Hepsi kentsel dönüşümün ayrı bir yerinden tutmaya çalışıyor: Modernizm, mimari, neoliberalizm, sınıf farklılıkları, etnisite, tüketim, mekânsal ayrım, mutenalaştırma vb. Ancak sonuç olarak vardıkları nokta aşağı yukarı aynı şey oluyor: Kentlerimiz (sadece İstanbul da değil, güzel bir Ankara yorumu da görebilirsiniz) hızlı bir biçimde betonlaşıyor, değişim insani bir yaklaşımdan kesinlikle uzak ve kentsel dönüşüm süreci şu anki haliyle, olması gereken “depreme hazırlık” safhasıyla bağlarını tamamen koparmış durumda.

Birikim Dergisi, Sayı 270 "İnşaat Ya Resulullah"

Peki betonlaşma dışında dikkatimizi çeken noktalar neler? Sosyal bilimci gözüyle birkaç fikre temas etmek istiyorum...

  •     Kentsel dönüşüm hiçbir zaman çok katlı yüksek binaların oluşmasından ibaret değil. Bu süreç beraberinde belirli bir yaşam tarzını da empoze ediyor; kapitalist tüketim çılgınlığını pompalıyor:

“Her dönüşümün altında, bu tüketim alışkanlıklarındaki kavileştirme ve şişirme ile beraber, dönüştürülenlerin ciddi bir banka kredi sistemine sokulması kaydedilebilir. Çift bir borçlanma süreci söz konusudur: Hem daire sahibi olmak için hem de modern bir tüketici olmak için. Bu bağlamda kentsel dönüşüm bir nevi sosyal mühendisliğe benziyor. Toplu konuta geçmeye paralel olarak yeni bir hayat tarzına bir geçiş meydana gelir, zoraki bir şekilde.” (Jean-François Perouse, Kentsel Dönüşümün Yaygınlaştırılması ya da Suskun Çoğunluğun Zaferi, s.53.)

Gerçekten de, şehir merkezinden görece uzakta site içinde yaşayan insanların en büyük sosyalleşme araçlarının yakınlarındaki alışveriş merkezi ve orada bulunan Starbucks Coffee olmasını hüzünlü bir tesadüf olarak tanımlayamayız.

  •        İktidarın yıkım kararı aldığı bölgelerin, bilinçli seçimleri yansıttığı ve siyaseten sorun olarak gördüğü yerleşim yerlerini “halletme” derdinde olduğu:
"Yıkım haritalarında göze batan yer seçimleri, sınıfsal ve politik tercihleri ortaya koyuyor: Ne alt-orta tabakaların ne de sağ diye bilinen yelpazenin birer cm üzerine kayıyor yıkımın yer seçimleri.” (İhsan Bilgin, Kentsel Dönüşümün Doğası; Akış mı Zorlama mı?, s.22)

Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Sulukule için ortaya çıkan dönüşüm projeleri, bu gözle bakıldığında daha da büyük bir resme işaret ediyor.

Nar Photos


  •        Sadece sınıfsal ayrımlar değil, mekânsal ayrımlar da keskinleşiyor... 
Örneğin, Pınar Öğünç yazısında şu sıralar çok revaçta olan Bomonti’den bahsediyor. Anthill gibi lüks konut projelerinin yapıldığı bir bölge burası. Öğünç, gazeteci kimliğini de gizleyerek, oradan bir ev kiralamak istermiş gibi emlakçıyla görüşüyor. Yolun karşısı Paşa Mahallesi, çoğunluğu tapusuz evlerden oluşan gecekondudan bozma bir yerleşim alanı.  

“Koridorlardan kart okutarak geçerken “Peki karşı taraf…” demekle sorulmamış sorunun cevabını veriyorlar hemen… Tam bu cümle kurulmasa da, tam şunu anlamamız isteniyor: Merak etmeyin ‘karşıdan’ hiç kimse bu binaya giremez.” (Pınar Öğünç, Takdir Edersiniz ki bir Milyon Dolar Veren Kimse Bu Manzaraya Bakmak İstemez, s. 131)

Bir taraftan üst sınıfların steril güvenli yaşamlarının idamesini sağlarken, diğer taraftan karşıdan “bu” tarafa geçemeyecek insanların hiç orada olmamasına da son hızla çalışır devlet ve sermaye.

“Birkaç temel sorunun ardından ‘karşı taraf’ meselesini açınca, her şeyi toparlayan o cümleyi söylüyor bir kadın görevli: ‘Takdir edersiniz ki bir milyon dolar veren hiç kimse bu manzaraya bakmak istemez. O kısım çözülecek.’ İster mi?” (Öğünç, s.131)

Bomonti 

Hakan Bıçakçı da “Mağaza Devri”nde güzelce anlatıyor bu durumun bir başka versiyonunu. Bir semtin sakini olan öykünün başkarakteri, mutenalaştırma (gentrification) süreciyle  öykünün sonunda, o semtte daha fazla kalamadığı için başka yere yerleşmiş, o semtteki lüks restoranda garsonluk yapmış ancak iş dönüşü o semtteki lüks mağazadan istediği şeyi bile alacak bir haftalığa sahip olamamıştır. Semt ismi verilmese de aslında klasik bir Cihangir öyküsü olarak da adlandırabiliriz. Birkaç sene sonra kuvvetle muhtemel bir Tarlabaşı hikâyesi de olacaktır diye düşünüyorum.

Yeni Tarlabaşı, gelecektir, berekettir, tarihtir, umuttur... ?


Aslında hem kentsel dönüşümün özünde hem de kitabın içeriğinde, bunun gibi işaret edilecek çok fazla sosyal ve de ekolojik olgu var. Ve bahsedebildiğimden çok daha fazla yazar ve yazı var kitapta... Hepsine değinmem imkansız... Bu konunun sosyal hatlarına değinmeye çalışırken de, çevresel kısmını göz ardı ettiğim sanılmasın... Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı, 1453 gibi projelerin yarattığı çevre tahribatının bence ayrıca bir yazıyla uzun uzadıya tartışılması gerekiyor. Ama meselenin hem ekolojik hem sosyolojik olguları Haydar Ergülenli bir bitişi hakediyor:

“Unutmak mı, hayır, asla! İstanbul sana yapılanları unutma!” (Tebdil-i Mekanda İktidar Vardır: Devrim, Direniş, Taksim, s.214.)  


Kesmedi değil mi? 

Hadi o zaman… Youtube yasaklanmadan... 


25 Ocak, 2014



Bildiğiniz üzere Beğenmeyen Okumasın için daha önce inceleme-araştırma türündeki ilk kitap eleştirisini Gözde Benzet, Murat Gül’ün Modern İstanbul'un Doğuşu isimli eseri için yazmıştı. Bloğumuzun bu türdeki eser eleştirileri konusunda da genişlemesi gerektiğini düşündüğümüzden önümüzdeki süreçte daha çok inceleme-araştırma yazısı yazmayı planlıyoruz. Benim bu türdeki ilk yazımın Mark Mazower olması da hiç tesadüfi değil, zira kendisi akademik olarak hayranlık duyduğum birkaç isimden biridir ve bunu da bir kenara koyarsak Karanlık Kıta, eleştirilecek tarafları olmasına rağmen, 20. yüzyıl dünya tarihi kitapları seçkimde ilk üçe kesinlikle girer.  

Mark Mazower



Kitabın alt başlığı her ne kadar “Avrupa’nın 20. Yüzyılı” olsa da aslında eser bilindik tarih kitaplarından biraz farklı. Bir başka deyişle olayların salt kronolojik olarak sıralanmasından oluşmuyor. Aksine daha kitabın ilk cümlelerinden kendisini belli eden bir görüşü savunma temelinde yazılmış: Bugün medeniyet, çağdaşlık ve demokrasi gibi temelini Avrupa’ya atfettiğimiz birçok kavram aslında kıta için çok yenidir ve Avrupa’nın 20. yüzyılına baktığımızda bu kavramların bugün kıtada bulunması kaçınılmazın aksine rastlantısaldır.


“Kısacası, burada anlattığım kaçınılmaz zaferler ve ileri hamleler değil, kıl payı sonuçların ve beklenmedik dönüşlerin bir öyküsüdür.”

İşte Avrupa’nın 20. yüzyılı da bu rastlantısallığı bize örnekleriyle açıklama gücüne sahip bir periyod. Bu noktada yazarın temas ettiği önemli dönüm noktaları ve aynı zamanda gözlemleri var. Mazower, Avrupa’ya bakanların ve Avrupa’yı yazanların, faşist/otoriter yönetimlerin yükseldiği 1920’ler ve 1930’ları kıtanın büyük demokrasi tarihindeki bir parantez olarak gördüğünü, ancak bu yaklaşımın hatalı olduğunu savunuyor. Yani Faşizm aslında kısa süreli bir hastalık dönemi değildi… Avrupa’nın içinden çıkmıştı ve faşist uygulamaların bazıları da 1945’ten sonra bile kıtada mevcuttu. Hatta, Mazower, faşizmi komünizm ve liberal demokrasiyle karşılaştırıldığında en Avrupa merkezli ideoloji olarak görüyor da diyebiliriz.


“Avrupa’nın kendi değerler sistemi neydi? Liberalizm bunlardan sadece biriydi ve başkaları da vardı. Avrupa’nın yirminci yüzyılı bunların çatışmalarının öyküsüdür.”

Bu noktada, aslında, Karanlık Kıta Marksist tarih yazıcılığına da bir eleştiri sunuyor. Mesela, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nda tüm 20. yüzyılı komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele üzerinden anlatarak, faşizmi bir noktada ıskaladığını ya da onu kapitalizmin ulaştığı son nokta olarak gördüğünü söyleyerek, buna karşı çıkıyor. Kısacası, Mazower’a göre kıtada hüküm süren faşizme ya da otoriter rejimlere bir şeyin farklılaşmış hali olarak bakmak problemli bir yaklaşımı temsil ediyor.


“Değerler ve ideolojilerdeki farklılıklar ciddiye alınmalı ve basit bir şekilde sınıf çıkarlarının göstergesi olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle faşizm yalnızca kapitalizmin başka bir türü değildi.”


Kitabın bu söylemi, farklı tarih yazım gelenekleri tarafından eleştiriye açık olsa da, yine aynı dönemde okuduğum Aşırılıklar Çağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini yalnızca 1929 İktisadi Buhranı’na bağlamasını, şahsi olarak (çok önemli bir müessese olduğumdan değil, dış politika çalıştığımdan) problemli gördüğümü belirtmeliyim.


Kitabın bir başka odak noktası da, Avrupa merkezli tarih yazıcılığının, faşizmi bir parantez olarak görürken, bir de coğrafi olarak Avrupa terimiyle oynama eğiliminde olduğudur. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Avrupa Topluluğu bugün Avrupa’ya özgü çağdaş bir değerler sistemi olarak aktarılırken, kıtanın diğer yarısında kalan komünist Doğu Avrupa rejimleri hiçe sayılmaktadır. Oysaki 1960’ların ve 1970’lerin iktisadi ve siyasi istikrar döneminde, kıtanın bir de doğu tarafı bulunmaktaydı ve bu doğu tarafı da en az batısı kadar incelenmeyi hak etmekteydi. Aynı şekilde, Portekiz ve İspanya da- Avrupa dediğimiz yerde- uzun süre diktatöryel rejimlerini koruyabilmişlerdi. 


Bu tarz coğrafi oynamalar, yani Avrupa’nın bir kısmının Avrupa olarak görülüp görülmemesi, anlatının gidişatına göre değişmektedir ki, bu da yine problemlidir. Bu bakımdan Karanlık Kıta, bu bölünmeyi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Karanlık Kıta, Bilgi Ün. Yayınları
Tüm bunları aşmaya çalışırken eser ortaya aslında bizim bildiğimiz Avrupa düşüncesinden daha karanlık bir şey çıkarıyor. Peki, Avrupa’nın 20. yüzyılının karanlık noktaları nedir? Başka deyişle, hasıraltı edilmiş Avrupa ne demektir? 1930’larda yaşanan ve doğusu ile batısı ile Avrupa’yı kaplamış otoriter rejimler; 1940’ların ilk yarısında milyonları katletmiş olan İkinci Dünya Savaşı; 1940’ların ikinci yarısındaki toplumsal kriz ve sonrasındaki döneme de damgasını vuracak olan Soğuk Savaş; bir Batı Avrupa şehrinin bölgelere ayrılması; Stalinizm; 1950’ler sonrası Altın Çağ olarak gösterilen demokrasi ve ekonomide gelişme, ancak demokrasinin büyüdüğü yerde Portekiz ve İspanya gibi otoriter yönetimlerin görmezden gelinmesi; aşırı sağın ılımlı sağa dönüşmesi ama Avrupa’ya gelen göçmenlerin maruz kaldıkları kötü muamele; 1970’lerden itibaren refah devletinin çöküşü ve kriz; 1989 sonrası komünizm çökerken Doğu’da ortaya çıkan kriz; 1990’larda Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da yaşanan savaş ve Batı Avrupa’nın bu kıyıma uzunca bir müddet seyirci kalması… Bu örneklerin hepsi, 1920’lerden itibaren Avrupa’nın çok yol kat etse de, karanlık bir tarafının hep mevcut olduğunu gösteriyor. Aslında bu yönüyle kitap, kabul edilmek istenmeyen bazı olguları okuyucunun gözüne sokmakta epey başarılı…

Başarılı bulduğum bu kitabın eksiklikleri yok mu? Tabii ki var… Birincisi, kitap periyodik olarak 1. Dünya Savaşı sonrasından başlıyor. Bu bakımdan aslında bence çokça önemli olan Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi, 20. yüzyıl için sadece bu kitabı okusak, varlıklarından bihaber olabileceğimiz, birkaç paragrafla geçiştirilmiş olgular olarak göze çarpıyor. İkinci olarak, sanırım Mazower da benim gibi 20. yüzyıl tarihinin 1930 ve 1940’larını daha çok seviyor. Çünkü kendisinin 1930’lar ve 1940’lar anlatısı çok çok güçlü iken, aynısını 1950 sonrasında çok göremiyorsunuz. (Zaten, “karanlık” bulma çabasında kendisine en çok yardım edecek periyodlar da bunlar. Diğer tüm karanlıklar 1930’lar ve 1940’ların gölgesinde ve biraz hafif kalıyor.) Bana kalırsa, Komünizmin çöküşü ve Yugoslavya’daki savaşı anlattığı son bölüm, kitabın en zayıf halkası. Ancak bunların dışında, akademik tartışmalardan takip ettiğim şekliyle, kitabın olay örgüsü açısından zayıf olduğu görüşüne katılmıyorum. Çünkü başlangıçta da dediğim gibi eserin amacı olayları tek tek sıralamak değil. Bu tarz eleştiri yapanlara önerim Türkçe öğrenmeleri, zira argümansız olay yazmakta çığır açmış bir milletiz.

Türklerden bahsetmişken, bir noktanın daha altını çizmem gerek. Argümansız olay yazmak gibi bir başka çığır açtığımız nokta da, Batı’nın aslında ne kadar “karanlık” olduğunu kanıtlama çabamız. Bu yazıyı yazma amacım bir Batı eleştirisi ya da Doğu güzellemesi yapmak değildi. Sadece alışık olduğum anlatının biraz dışına çıkmış, tüm eserlerini takip etmeye çalıştığım bir akademisyenin beğendiğim bir kitabını inceleme isteğimdi. Yoksa, herkesin komşusunun dedikodusunu yapmadan önce kendi kapısının önündeki pisliği süpürmesi taraftarı olduğum akılların bir köşesinde kalsın efendim. 


Son olarak, bu kitabı alan okuyan ve seven, ya da alıp okuyacak ve seveceklere tavsiyem, yazarın Selanik, Hayaletler Şehri kitabı. Uluslararası ödüller almış bu eserin belki Karanlık Kıta’dan daha güçlü olduğunu dahi söyleyebilirim. Mazower’ın çalışmalarının iki tanesinin daha Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu da belirtelim: Büyülü Saray Yok ve Hitler İmparatorluğu. Umarım bir gün bir kitabını da ben çeviririm deyip, sizlere iyi okumalar ve güzel Cumartesiler diliyorum!

07 Ekim, 2013


İstanbul'un kurtuluşu için şehirle ilgili bir yazı yazmak istedim. Gezi olaylarıyla Türkiye'de herkesin gündemine giren kentsel dönüşüm, yaşadığı şehre karşı duyarlı olan insanların öncesinden de farkında olduğu ve tartıştığı bir konuydu. Tarlabaşı, Sulukule ıslahı gibi tepeden inme ve yaşayan insanların hayatını gözetmeyen, inşaat odaklı projeler; tarihi eserlere rağmen yapılan Marmaray ya da Four Seasons Sultanahmet çalışmaları gibi konular kısıtlı bir çevrede de olsa ses getirmişti. Çağımızdaki projelerden haberdardık ama İstanbul gibi organik, yaşayan bir şehrin geçmişinde neler olmuştu? Konuya ilgi duyanların kulağına çalınan Adnan Menderes'in yol yapımı için kilisenin bir kısmını kesmesi ve yola katması, Karaköy camisinin sökülerek Adalar'a götürülürken kaybedilmesi gibi hikayelerin aslı astarı neydi? Saymakla bitirilemeyecek bir çok konu hakkında detay öğrenmek istiyordum. Bu nedenle Murat Gül'ün kitabını görünce ben de kendi adıma çok sevinmiştim. Sonunda İstanbul'a dair derli toplu ve siyasi konjonktörü de içine alan bir eser okuyabilecektim. Kitap, aslında mimarlık ve şehir tarihçisi Murat Gül'ün ingilizce olarak yazdığı akademik eserinin Türkçeleştirilmiş hali. Bu akademik özelliği sebebiyle de araştırma bulguları ve konuya dair eserler kapsamlı bir şekilde belirtilmiş. Meraklılar ve daha da derine inmek isteyenler, kendilerine bir okuma listesi oluşturabilirler.

Kitabın akışı tarihsel olarak ilerliyor ve ana olarak altı bölüme ayrılıyor. Geç Osmanlı dönemi oluşturan ilk iki bölüm: Klasik Osmanlı'dan başlayan Gerileme dönemiden Kırım savaşına kadar uzanan dönem ve Kırım savaşından Birinci Dünya Savaşı arası. Erken Cumhuriyet dönemine ait iki bölüm: Ankara'nın gölgesinde kalan 1923-1933 dönemi ve İstanbul'un Kemalist yapılanmasının anlatıldığı 1933-1950. Son kısımsa Demokrat Parti dönemi: ilk dönem 1950-1955 ve Adnan Menderes'in yoğun bir yapılanma başlattığı 1956-1960. Osmanlı dönemi genel olarak sultanların, hanedan üyelerinin ve yüksek rütbeli tebaanın yaptırdığı cami ve külliye yapılanması olarak ilerlemiş. Diğer önemli yapılanma ise çarşılar olarak gelişmiş. Yerleşim yerleriyle ilgili ciddi bir düzenleme yapılmamış. Planlama eksikliği nedeniyle dar ve çıkmazı bol sokaklar, sıkça yaşanan yangınlarda yıkılmış ve buna rağmen tekrar aynı çarpıklıkla yapılmış. Şehir iade makamı eksik olduğundan farklı konulara farklı memurlar bakıyormuş.

İstanbul mimarisiyle ilgili ciddi anlamda ilk değişiklikler Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı ağır yenilgiler almaya başladığı 18. Yüzyıl başlarında yaşanmaya başlamış. Avrupalı devletler ile ekonomik ilişkilerin artması imarda da modern gereklilikleri beraberinde getirmiş. Bu dönemde hazırlanan çalışmalardan ilk ciddi öneri Moltke'nin imzasının olduğu düşünülen 1839 İmar Yönetmeliği. Bu yönetmelik 1856'da uygulanmaya başlar ve 1866'da yollar genişletilmeye başlanır. 1853-1856 arasında yaşanan Kırım Savaşı'nın İstanbul üzerinde ciddi etkileri olmuş. Kentte yaşayanlar ilk defa İngiliz ve Fransız birlikleri ile irtibat fırsatı yaratmıştı. Bu durum ticaret, ulaşım vs gibi alanlarda gelişmeyle sur içi ile Galata-Pera arasındaki farkın belirginleşmesine sebep olmuştu. Vapur, tramvay ve tünel hatları ile ulaşım gelişmişti. II. Abdülhamit döneminde imparatorlukta yaşanan toprak kayıpları ile göç ve İstanbul'un nüfusu artmış. Ayrıca siyasi istikrar için siyasal İslam'ın desteklenmesi de şehrin mimarisinin İslam canlandırmacılığı etkisiyle gelişmesine yol açmış. Sirkeci Tren Garı ve şu anda İstanbul (Erkek) Lisesi olan Duyun-u Umumiye bu akımın en önemli örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı'nın yıkılması ve milli mücadele hareketinin başarısı İstanbul'un kaderini de değiştirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet kurmanın devrimci gerekliliği nedeniyle geçmişe ait İstanbul yerine geleceği şekillendirece üzerine odaklanır.

1933'e kadar mimari gelişmenin odağı yeni başkent olur. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henri Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Topçu Kışlası'nın yıkılarak yerine Gezi Parkı'nın yapılması da rekreasyon alanlarını önemseyen Prost'un planıydı. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, köy enstitülerini ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan İstanbul'da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu dönem iktidara gelen DP, İstanbul için yeni bir dönemin başlangıcını yapacaktı. Menderes dönemindeki hızlı ve plansız ekonomik büyüme, hızlı kentleşmeyle sonuçlanırken İstanbul yeniden ilgi odağı haline geldi. Yazarın da belirttiği gibi "Ankara Türkiye'nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu". DP'nin asıl imar planı, ekonomik sorunlarla uğraşılmaya başladığında gündeme gelir. Şehri farklı alanlara bölen bulvarlar Menderes'in imar planının belkemiğini oluşturur. Her ne kadar Osmanlı sempatizanı bir politika izlense de bu yolların yapımı sırasında bazı Osmanlı eserleri yıkılır. Kennedy Caddesi'nin yapılması ile kent görünümü toptan değişir. Ana bir plan eksikliği ile İstanbul silüeti kısım kısım değiştirilmeye devam eder. İstanbul'un bugünde yaşadığı ana problem olarak hiçbir planlama olmadan kendi kendini yenilemeye devam etmesi olarak gözüküyor. Kısa dönemli kazanç ve rant hedefleriyle şekillendirilmiş şehirlerdeki trafik, rekreasyon alanları gibi sıkıntılar artarak devam ediyor. Mümkün olduğunca çok örnek vermeye çalıştım ama kitabın yanına bile yaklaşamadım. Yaşadığı şehre özen gösteren herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.