Emrah Serbes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emrah Serbes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz, 2014


Zamanın Nabzını Tutan Roman: deliduman



Deliduman, Emrah Serbes'in Haziran 2014 içinde çıkan kitabı. Blogumuzda daha önce  Emrah Serbes'in Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ve Hikayem Paramparça adlı kitaplarına yer vermiştik. Önceki kitaplarına referansla ben Deliduman'ı da merakla bekliyordum. İletişim Yayınları kitap piyasa çıkmadan önce sosyal medya hesapları aracılığıyla kitaptan bazı parçaları okuyucuya sunmuştu. İlk bölümü içeren kısmı okuyunca merakım katlandı. Zira, Gezi hakkında olduğu söylenen kitabın başlangıcından anladığım kadarıyla Gezi'ye bağlanması bana epey zor gelmişti.

Neyse efendim, kitap çıktı ve ben alıp okumaya başladım.Tahmin ettiğimden ve beklediğimden daha kalın bir kitaptı; yaklaşık 350 sayfa kadar. (Beni tanıyanlar bilirler, kalın kitaplar benim gözümü korkutur. Ama neyse ki; psikolojik sınırımın üstünde değildi.) Deliduman, çok hızlı okunan bir kitap.  Kullanılan dil, o kadar aşina olduğumuz bir dil ki, okurken hiç bir zorluk yaşamıyorsunuz. Sayfalar akıp gidiyor, bir de bakmışsınız ki bitivermiş.
Kitap, 18 Mayıs 2013 günü  Çiğdem İyice ve abisi Çağlar İyice'nin bir yetenek yarışmasının ön eleme turunda sıra beklemeleri ile başlayıp 16 Haziran 2013 Pazar sabahı Gezi Parkı yakınlarında son bulmakta. Çağlar ergenlik çağında bir çocuk, hayat felsefesini pek çok yetişkinden daha net ve sağlam bir şekilde oturtmuş. O tarafta ya da diğer tarafta değil, kendi sözleriyle söylemek gerekirse; "olması gereken yerde" olan biri. Onun Gezi Parkı'na geliş hikayesi ise bizimkinden farklı. Çağlar, Gezi'ye kardeşini aramak için gidiyor.Bu açıdan bakıldığında Çağlar'ın durumu görece daha tarafsız ve yönelttiği eleştiriler de daha dikkate değer oluyor.
 
Romana ilişkin fazlaca ön bilgi vermemek için detaylara girmeden yazacağım kitap hakkındaki fikirlerimi. Öncelikle belirtmek isterim ki, ben bu romanı sevdim. Emrah Serbes'in önceki romanlarından daha canlı ve hareketli bir atmosfer var bu romanda. Gündelik hayat içinde karşılaştığımız ve hepimizin bir şekilde eleştirdiği pek çok olay, durum ve konu bu romanda yer alıyor. Televizyonlardaki yetenek yarışmalarından, evlilik programlarına, sevgiden aşka, dayatılan güzellik algısının yarattığı hasarlara, sosyal medya araçlarına, teknolojinin hayatımızdaki yerine, kentsel dönüşümden ranta, kadrolaşmaya, rüşvete ve yalana kadar pek çok şey kitapta var. Bu noktada dikkat çeken ve önem kazanan kısım ise; dil oluyor çünkü Serbes tüm bu eleştirileri Çağlar aracılığıyla bize aktarıyor. Ve doğal olarak  romanı, bir öğretmen edasından ya da akademik jargonla bezeli bir metinin mesafesinden kurtararak; renkli, esprili ve kolay anlaşılır hale getiriyor.
Romanı ele alırken iki kısma ayırmamız mümkün ilki, Çağlar ve kız kardeşinin Gezi'ye gelmeden önceki hayatlarına dair kısım, diğer ise; Gezi'ye geldikten sonraki kısım. Gezi öncesi bölümlerde yukarıda saydığım güzellik algısı, yetenek yarışmaları, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi, kentsel dönüşüm ve rant, adam kayırmacılık üstüne. Çok yerinde tespitler ve eleştiriler sunulmuş. Özellikle iki çürük domates bölümünü okurken hem eğleniyorsunuz hem de dönüp kendinize de bir bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. 

"baktın manavlık seni kepaze ediyor, çünkü domates tartarken araya iki tane çürük domates sokuşturmadan edemiyorsun, o zaman neden böyle bir şey yapıyorum diye sormalısın kendine. derin bir nefes alıp o iki tane kodumun çürük domatesini araya sıkıştırmadan niçin duramadığını düşünmelisin. o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamayınca kendini çok mu çaresiz hissediyorsun? uykuların mı kaçıyor, boğulacak gibi mi oluyorsun, tükenmişlik sendromuna mı giriyorsun o iki tane çürük domates araya sokuşmayınca? bütün dünyayı önüne de serseler o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamadıktan sonra bir anlamı yok mu? "

Gezi ile ilgili ikinci bölüme geldiğinizde bambaşka duygular uyanmaya başlıyor içinizde. Ben 2013 Haziranında Gezi'de olanlardan biri olarak o kısımları okurken tarafsız davranamadım. Çok canlı bir anlatım vardı ve anlatının içinde bahsi geçen her yere adeta yeniden gittim, o hissi, atmosferi teneffüs ettim. Gözlerim doldu okurken, hüzünlendim. Her ne kadar Çağlar'ın, ilk etapta Gezi'de bulunmasının sebebi kız kardeşini aramak da olsa sonradan, orada yaşadıklarıyla ortama adapte olması metne bambaşka bir ruh katıyor. Ama belirtmek isterim ki, Deliduman Gezi'yi kutsayıp dokunulmazlaştıran bir roman değil; aksayan, eksik, kendi içindeki çelişkileriyle ortaya koymayı deneyen bir roman. Hele ki yaşananlar hala bu kadar taze ve demlenmemişken, Emrah Serbes'in Gezi sürecindeki duruşu da göz önüne alındığında, romanın kurgusunun ve anlatımının ne kadar başarılı olduğu daha açık görülebiliyor. Yine de temkinli yaklaşarak herkes tarafından sevilerek bir çırpıda okunabileceğini iddia etmiyorum. Bunun kendimce nedeni ise, Çağlar! Romanı okurken fark ettiğim ve bitirdikten sonra iyice anladığım şey şu oldu; Çağlar'ı bir roman kahramanı olarak ne kadar çok sevsem de, gerçek hayatta kolay kolay arkadaş olmayı başarabileceğim biri değil kendisi. Bunu bir de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurken Holden için hissetmiştim. (Sanırım benim hayata bakışımdaki kaoslarla, onların hayata yalın bakışları arasındaki farktan kaynaklanıyor bu. )Yoksa ikisi de çok iyi çocuklar. ( Tabii bir de o kadar çok küfretmeseler daha güzel olur ama ne yapalım.)
 
Daha fazla dağılmadan yazıma son vermenin vakti geldi sanırım. Deliduman, Gezi'yi özleyenlerin okuması gereken bir roman. Akıcılık, dil, kurgu, hikaye anlamında bence Emrah Serbes'in diğer romanlarına kıyasla daha renkli, hareketli ve umutlu. Okuyunuz efendim, pişman olacağınızı sanmıyorum.



























































































































01 Aralık, 2013

 Hayata Karşı İşlenen Suçlar Uzmanı

Bloga yazı yazarken ya da herhangi bir şey yazmaya başlayacağım zaman tek yapmam gereken ilk cümleyi bulmaktır. İlk cümleyi bulduğumda gerisi bir şekilde gelir. Çünkü "ilk" cümleye ulaşana kadar o kadar çok cümle kurmuşumdur ki gerisini getirmekte zorlanmam. Ama bu kez nereden başlayacağımı, ilk cümlenin ne olmasını gerektiğini, o kadar düşünmeme rağmen bilemiyorum. "Her Temas İz Bırakır"dan mı başlamalı, Behzat'ı mı anlatmalı yoksa önce "kim bu Emrah Serbes?" sorusuna mı cevap aramalı, karar veremiyorum. Ama sanırım Behzat Ç. ile bizi tanıştırması hatırına Emrah Serbes ile başlamak en doğrusu.

Emrah Serbes ile ilgili mini bir araştırma yaparken Ekşi Sözlüğe uğramamak olmaz diye önce oradan baktım. Kendisi ile ilgili ilk yazılar 2006 yılında girilmiş ancak çok sayıda değil. Sonraki entryler ise "Behzat Ç." başlamasından sonra ciddi bir artış göstermiş. (Yazımın yayına hazırlandığı şu saatlerde 16 sayfa, 1508 entry var)  Serbes 1981 doğumlu, yazarların doğduğu zamanla çok ilgilenmem, yazdıkları dönem daha mühimdir benim için normalde ama yaş itibariyle kurduğum bir yakınlık var kendisi ile. Aynı dönemlerde çocuk ve genç olmanın verdiği ortaklık duygusu ile okudum kitaplarını. Ortak paydalar bulmak ve anlamak o bakımdan daha kolay oldu. İlk romanı "Her Temas İz Bırakır" 2006, ikinci romanı olan ve bir devam kitabı niteliği taşıyan "Son Hafriyat" 2009 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. "Erken Kaybedenler" ise 1980'lerde çocukluk ve ergenlik dönemlerini yaşayan erkekleri anlattığı öykü kitabı olarak İletişim tarafından 2009 yılında okuyucu ile buluştu. Son kitabı olan ve benim blogumuzda daha önce yazdığım "Hikayem Paramparça" ise  2012'de çıktı. 

Şimdi gelelim bu yazının konusu olan kitaplara; "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat". Her ne kadar Emrah Serbes ve Behzat Ç.'nin bilinirliği dizi ile çok daha fazla olmuşsa da dizi eleştirisi yapmak şimdilik beni aşar bu nedenle sadece romanlar hakkında yazmaya çalışacağım. "Behzat Ç. Bir AnKara Polisiyesi: Her Temas İz Bırakır" Locard'ın "Değişim Prensibi" ile bizlere sunulmuştur. Prof. Locard'ın "Değişim Prensibi"; 'her kişinin bulunduğu yerden ayrılırken orada bir iz bırakmamasının ve oradan bir iz taşımamasının imkansızlığı'dır. Bu doğrultuda baktığımızda kriminalistiğin bu değişmez prensibi Behzat Ç.'nin hayatında 'kişiler' bazında gerçekleşir. Behzat'ın hayatına giren her insan - ölü ya da diri- onda bir iz bırakmış ve bu izler onun da başkalarının hayatına bıraktığı izleri etkilemiştir. 

Behzat Ç. agresif, başına buyruk, kendi içinde bir "adalet" anlayışına sahip, yalnız, kaba bir adamdır. Polis akademisine girmeden önce Harp Akademisinde bulunmuştur ancak komutanı ile yaşadıkları sorun nedeniyle okuldan atılmıştır. Kendisi albay olan babasının gizli yardımlarıyla polis akademisine girmiştir. Otorite ile hep sorun yaşamış, polis olduktan sonra da pek çok sorun yaşamaya devam etmiştir. "Son Hafriyat" kitabının 254. sayfasına baktığınızda Behzat'ın polis olduktan sonra kaç kez kıdem tenzili, kaç kez maaş kesintisi aldığını görebilirsiniz. Bunların sebepleri öyle "büyük" olaylar da değildir aslında, mesela birinde; zamanın Ankara Emniyet Müdürü gelip Behzat'a 'iyi misin?' diye sorar ve aldığı cevap 'saçma sapan konuşma' olur ve bu nedenle iki yıl kıdem tenzili, iki maaş kesinti alır. Anlaşılacağı gibi "ilginç" bir karakterdir.

" Behzat Ç. Cinayet Büro Amirliği'nde başkomiserdi, hayata karşı işlenen suçlar uzmanı. İdman Ocağı'nda stoperken duran toplara ondan iyi vuran yoktu, sonradan topçuluğu bırakıp vatandaşı tekmelemeye başladı; bu arada evlendi, boşandı, bir kız babası oldu." ( Her Temas İz Bırakır, sf. 197)

 Normal şartlar altında (NŞA) öyle kolay sevilebilecek bir adam da değil. Onunla en yakın ve samimi bağı kızıyla ilgili noktalarda kuruyorsunuz. Her ne kadar geleneksel bir adam olmasa da geleneksel bir "baba" portresi çiziyor. Ona hak vermeseniz de anlamaya çalışıyorsunuz. Babasıyla olan sorunlarını bu kez o kızıyla yaşıyor. Romanları okurken, ona bir yandan acıyor bir yandan da onunla birlikte üzülüyorsunuz. 

Romanlarda sadece Behzat yok tabii, cinayet büro amirliğinde görevli Harun, Akbaba, Hayalet, Eda, Cevdet, Selim de var. Hepsi nev-i şahsına münhasır karakterler. Benim favorim Hayalet, sessiz sakin kendi halinde. Harun çok dangıl dungul bir karakter ve Eda'ya aşık. Eda ise cinayetin tek kadın çalışanı ve Selim ile aralarında bir yakınlaşma var. Akbaba, alaylı bir polis diğerlerinden farklı olarak. Ona Akbaba denmesinin sebebi ise tüm cinayet mahallerine diğerlerinden önce varması ve yaralama olaylarında bile mağdurun ölüp ölmeyeceğini diğer herkesten önce bilmesi. Bir de kesinlikle atlanmaması gereken "Şule, Jale, Berna, Selma... Hangisini tercih edersin?" şeklinde kendini tanıtan Şule var. Şule romandaki "dişi" formda olan ama asla kadın denemeyecek -kendisi de kendini kadın olarak tanımlamaz zaten- cinsiyetsiz ama derin bir karakterdir. Behzat ile 'tesadüf' eseri karşılaşırlar ve Şule bu şekilde onun hayatına 'dahil'olur. Zaman içinde Behzat Şule'yi o kadar benimser ki Şule onun için "muadili olmayan insan" haline gelir. Şule romanlar açısından bakıldığında yazara her şeyi rahatça söyleme alanı yaratan bir "akılı -deli"dir. Özellikle "Son Hafriyat"ta Şule'nin Ankara'nın semtleri üzerine yaptığı tespitler çok eğlenceli ve düşündürücüdür. Ankara demişken, romanlardaki en büyük farklılık bir İstanbul romanı olmayışı noktasındadır: bir 'Ankara Polisiyesi'dir. Ankara tüm soğuğu, karanlık ve kasvetli havası ile bizi içine çeker (benim gibi soğuktan korkan ve nefret eden birini bile). Ayrıca yine "Son Hafriyat"ta Ankara'daki kentsel dönüşüm romana çok güzel yedirilmiştir.

Polisiye öyküler olduğu için konusuna çok fazla girmeyi doğru bulmuyorum kitapların. Zaten bence cinai olaylardan ziyade o olayların ele alınış şekli ve karakterler çok daha önemli. Bu noktada da Emrah Serbes çok zor bir işi başarıyor ve inandırıcılık oranı yüksek karakterler yaratıyor. Gerek "Her Temas İz Bırakır" gerekse de "Son Hafriyat"da karakterlerle bağ kurmak açısından hiç bir sıkıntı yaşamıyoruz. Kullanılan dil de hikayeyi gerçekçi kılıyor bence. Çok küfür olduğuna yönelik eleştirilere bu nedenle katılmıyorum. Olan neyse romanlarda da onu görüyoruz. İşin benim için ilginç bir tarafı da Behzat Ç. nin polis olması. Yani normal hayatta sevdiğim meslek grupları listesine giremeyecek bir iş yapan Behzat'ı seviyor olmam. Bunun nedenlerini düşündüğümde bir kaç çıkarım yaptım kendi adıma, ilki ve en önemlisi Emrah Serbes'in Behzat'ı ve diğer karakterleri polisliklerinden önce sevinçleri, korkuları, acıları, zaafları olan insanlar olarak göstermesi ve ikinci olarak da polis güzellemesi yapmaması. Eserlerde eleştireceğim tek nokta 'erkek' kitaplar olması. Kadın karakterlere ve kadın karakterlerin bakış açısına yeterince yer verilmemesi. Ancak bu konuda yapacağım eleştiri belki de 'anlatılan karakter ve konu itibariyle de olması gerekeni' eleştirmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Son söz olarak, keyifle okuyacağınız, merak ve heyecan düzeyinin devamlı sizi esere bağladığı, karakterler anlamında doyurucu romanlar. Okumanızı tavsiye ederim efendim.

(unutmadan: amacım "Her Temas İz Bırakır", "Son Hafriyat" ve "Erken Kaybedenler"i yazmaktı ancak "Erken Kaybedenler" diğer iki kitabın 'karizması' nedeniyle hakkını alamayabileceği için onu sonraki bir yazının baş kahramanı yapacağım.) 


16 Temmuz, 2013




" 'Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?' diye sormuştum bir seferinde. 'Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,' demişti."




"Hikayem Paramparça"nın yazarı Emrah Serbes'in büyük kitleler tarafından tanınması Behzat Ç. ile oldu. Yazarın ilk romanı olan "Her Temas İz Bırakır" 2006 yılında yayımlandıktan sonra, Behzat Ç. serisinin devam kitabı sayılabilecek olan Son Hafriyat 2008'de okuyucusuyla buluştu. Bu iki romanın dışında Erken Kaybedenler adlı hikaye kitabı ise 2009 yılında diğer kitapları gibi İletişim Yayınlarından çıktı.

Emrah Serbes bana göre, bazı açılardan adı kitaplarının önüne geçen biri ama aynı zamanda da yarattığı Behzat Ç. karakteri açısından baktığımızda ise karakterin kendisinin önüne geçtiği bir yazar. Onu ve yazılarını kısaca anlatmak bu nedenle çok da mümkün değil. Sadece kitaplarıyla kendisinden bahsetmek de, özellikle Gezi Direnişi sonrasında, çok mümkün değil. Gerek Behzat Ç. dizisinin dokunduğu konular, ki bunlarda senaristlerin de katkısı göz ardı edilemez, gerekse kendisinin konuk olduğu çeşitli programlarda parmak bastığı konulara bakılınca kendisinin sadece bir yazar olarak kalmayıp memleket meseleleriyle de hemhal olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Yazardan bu kadar bahsettikten sonra kitaba geçebilirim diye düşünüyorum. Kitaptaki metinlerin büyük kısmı Afilli Filintalar adlı blogda yayınlanan parçaların gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş versiyonları. Kitabın sonunda yer alan "Galip İşhanı" adlı öykü ise ilk kez yayımlanmış. Kitap kısa öyküler ve fotoğraflardan oluşuyor.

Kitabı okumaya başladığınızda nasıl yarısına geldiğinize hatta bitirdiğinizde hayret ediyorsunuz zira çok çabuk ve keyifli bir okuma oluyor. Metinler birbirinin devamı değil, istediğiniz yerden başlayabilir hatta bazen benim yaptığım gibi gözünüzü kapatıp kitaptan fal bakmayı deneyebilirsiniz. Mesela şu an deniyorum ve 34. madde çıkıyor karşıma
"İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerine hep çok önem verdim. Her kişiliği bir saplantı şekillendirir. Benimkini şekillendiren de bu oldu sanırım."

Okurken kendinizden ya da tanıdığınız pek çok insandan bir şeyler buluyorsunuz. Genellikle Ankaralı bir kitap bu yazarın diğer kitapları gibi ama bazen Beşiktaş'a da uğruyor. Tanıdık sokaklarda dolaşıyorum o zaman kendi adıma. Çoğu parça kendi kendine konuşan bir adam hissi yaratıyor. Sanki yayımlansın da okunsun diye değil de, "yazmazsam içimde kalır, bari yazayım da bir köşede dursun" diye yazılmış gibi. Genellikle sade ve kolay anlaşılır yer yerse sert ve okuyup geçmesi zor cümleler var içinde. Yazar yüksek sesle içine soramadığı soruları yazarak hepimize sormuş gibi. Bir nevi yazma günahına bizi de ortak ediyor. Belki de ben abartıyorumdur, bilemiyorum.

Kısacası efendim bu "hızlı okunur zamanla içinize yerleşir" cinsten kitabı size tavsiye ederim. Yalnız kitabın kapağını pek sevemedim ne yalan söyleyeyim (yazmasaydım içimde kalırdı). Son olarak da bazılarımız için tanıdık bir paragrafla bitiyorum;

"Kurtuluş Parkı'nda yaprak dökümü... Hava açık... Yıldızlar yere yakın... Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. 'Neden olmaz,' diye soruyorum. 'Mutsuz oluruz,' diyorsun. 'Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.' "