Tomris Uyar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tomris Uyar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos, 2014



Tomris Uyar 15 Mart 1941’de İstanbul’da doğmuş, 2003’te ise vefat etmiş maalesef. Çok genç bir yaş sayılır. Kendisi, zamanında Boğaziçi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat dersleri vermiş. İlk çevirisi “Şekerden Bebek” (Tagore’dan) Varlık’ta, ilk öyküsü “Kristin” Mart 1965’te Türk Dili’nde çıkmış. Kendisinin öyküde benimsediği temel öğe “yoğunluk, içtenlik ve sahicilik” (s. 107). Öykülerinde küçük burjuvaların yaşamlarına dair yazmış, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu kitabın son sözüne bakacak olursak. Mesela benim dikkatimi hep “Yürekte Bukağı” kitabı çekmiştir. Bu kitabı gerçekten okumak isterdim. Metal Yorgunluğu adlı hikaye kitabının son söz kısmında şöyle der:

“Yürekte Bukağı’da gittikçe yozlaşan bir ortamda ve bu ortamla beslenen hastalıklı toplum düzeninin yüreklerine geçirdiği bukağıdan kurtulmaya çalışan, yeni değerler geliştirmeye çalışan insanları görürüz.” (s. 108)


Ben de kendisiyle Hazal sayesinde tanıştım. Bana “Metal Yorgunluğu” kitabını hediye etti. Bense bu kitabın içinde sadece iki öyküye vuruldum. Diğerlerine niçin vurulmadığımı açıklamaya vaktim olacak mı bilmiyorum. Kendisini neden önceden tanımadım diye hayıflandım. Ama öykülere tarafsız yaklaşamadım. 
Öncelikle genel anlamda neler hoşuma gitti neler beni biraz sorgulattı, onu anlatayım. Hikayelerde hayaller ile gerçekler iç içedir. İç ses dışa vurmuştur ama birden gerçek ses ortaya çıkar, okuyucu donup kalır. Fransız filmlerinin sonunda donup kalan izleyici gibi. “E şimdi?” derken hikayenin aslında duygusal bir yoğunluk ve diyaloglarla zenginleşmiş içeriğinin sona erdiğini fark ederiz. 
Mesela "Dön Geri Bak" hikayesi beni en çok etkileyen hikayelerden biridir. Hikayenin ana karakterinin sonu bellidir ilk cümleden: “Nesrin Öldü”. Ama hikayelerinde mesele bir sonuca varmak değil, mesele bir merak yaratmak ve o merakı arada güçlü diyaloglarla ve dizelerle yavaş yavaş körüklemek. En son paragrafta insan anlıyor, karakterin hüznünü, özlemlerini, tutkularını, yaşanmışlıklarını ve yaşan(a)mamışlıklarını, yaşanıp da akıldan çıkamayanları... Hani gelip gidip etrafında döndüğümüz anılar vardır, sık sık ziyaret ederiz onları. Vazgeçilmez bir şekilde beynimiz hep o noktalara odaklanır... İşte birçok karakterde Tomris Uyar da bunu yansıtmış. Statik olduğunda karakter, insan üzülüyor, çünkü genelde hikaye ve hayat dolu karakterler. Etrafındaki herkesin (mesela mahallenin en güzel kadını, 1. Dünya Savaşı'ndan bir gazi, herkesin saygı duyduğu belki pek eğitimli olmayan ama insanlığıyla tanınan, sıradanlığının içinde aslında çok özel anıları olan), geçmişe dönüp de bakan karakterler. 
“Hayatın dalaşı, gürültüsü, küfürleri, şarkıları, güçlükleriyle bilenmiş, elleri kaba işlere girip çıkmış, sevmeyi yaşamaktan öğrenmiş, yaşayarak öğrenmiş, bildik Mustafa’yı gerçekten sevdiğini düşündü en son. Koyu bir su aktı toprağa.” (s. 29)

Metal Yorgunluğu adlı hikayeye de bayıldım... Resimlerle desteklediği bu hikaye duru bir dille anlatılmış. Daha çok birinci kişinin ve ana karakterin ağzından. Orada şöyle der: 
“Bendeniz bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak.” Hayat hikayesini anlatır, savaş zamanında nasıl silah dökümünde çalıştığını, "günah işlediğini" ama bunu gençlerin özgürlüğü için yaptığını. Yine de hikayesini ağlayarak anlatmaz Ferdi Bey. Kendini acındırmak gibi bir derdi yoktur, artık dünya işlerinden el ayak çeksem de rahat etsem, der. Böyle demez tabii, Tomris Uyar’ın dili güzeldir. Sırf metal yorgunluğu olsa neyse, ama gönül yorgunluğu da vardır Ferdi Bey’in. Bu çok katmanlı hikayeyi çok sevdim Nesrin’in hikayesinden sonra. 

Bazı hikayeler ağırdır, dil anlamında değil. Okur ve bir kenara koyarsınız kitabı, ben şimdi bu hikayeyi hazmedeyim, dersiniz. İşte Tomris Uyar’ın hikayeleri de böyle. Belki hepsi değil ama Metal Yorgunluğu kesinlikle öyle. Hikaye seviyorsanız size kesinlikle tavsiye ederim Tomris Uyar ile tanışın, tanışmadıysanız eğer. Tanıştıysanız bazı hikayeleri bir defa okuduğunuzda, kaçırdığınız bir şey olabilir, onu göz ardı etmeyin... Yeri geldiğinde bir daha okuyun. Bir hikaye bir hayattır. Bir hikayede bazen insan az ve öz, gözlerimizle göremediğimiz, hep hissettiğimiz ama dokunamadığımız o güzel karmaşayı sadeleşmiş bir biçimde bulur. Ve bazen bir hikaye okumak insanın bir şeylere bakış açısını değiştirebilir, bir düğümü çözer.
Hikayeseverlere duyurulur...
 

23 Haziran, 2014



“Bu bulmacayı çözmeyi sana bıraktım. Kitap, senin. İster katılımsal ögelerden yararlan, ister yüz binlerce öbür ögeden…”


Tomris Uyar’ın, farklı dönemleri, şehirleri, kişileri, hatta geçmişi ve bugünü bir araya getiren ve birbiriyle kesişen kısa öykülerinden oluşuyor bu kitap. Yalın bir anlatımı var. Kısa olmasına rağmen birçok konudan derinlemesine bahseden, özenle yazılmış, inceliklerle dolu geniş bir içeriğe de sahip.

Kitap, duvarında asılı duran yağlı boya portresinden yola çıkarak, Otuzlar Kadını’nı –aslında annesini- anlatmak isteyen bir kadın yazarla başlıyor ilk öyküsüne. Alışılagelenden çok farklı bir anlatı sunacağı hem bu çıkış noktasında hem de yazarın Otuzların Kadını’nı nasıl anlatacağından bahsettiği sayfalarda görülüyor.

Öncelikle “kişiliğini, bulmaca yöntemiyle çözmeliyim” diyor Otuzların Kadını için yazar. Sıradanlaştırmadan, “bir nostalji nesnesi” haline getirmeden, “kurgulanmayı değil, anlatılmayı bekliyor” dediği Otuzlar Kadını’nı, “çok-yazılandan, çok-özlenenden, herhangi bir çok’tan ayırıp”, “kendi yerine” oturtmayı deniyor.

Sonra, 1917’de Selanik’te doğan ve 1964’te de vefat eden kendi Otuzlar Kadını’nın hayat hikâyesini üç ayrı dönemde anlatıyor. Bu üç dönemde, Otuzlar Kadını’nın, kızının deneyimlerinin ve birçok farklı dönemlerin iç içe geçtiği bir anlatımda bu bulmacayı çözmeye çalışıyor(uz).  

Otuzların Kadını'nın, Tomris Uyar’ın kendi hayat hikâyesinden izler taşıyan ya da kesitler sunan otobiyografik bir yanı olduğu şüphesiz. 1992 senesinde yayımlanıyor. Bir yanda 1930’ları, 1930’ların kadınlarını, erkeklerini, ilişkilerini, bir yanda da 1980’ler ve 1990’ların ilk yıllarındaki Türkiye’yi ve o dönemi yaşayan bir kadın yazarın deneyimlerini anlatıyor aslında. Tomris Uyar, bu kitapta geçmişe bakarken sık sık içinde bulunduğu zamana da gidiyor. İlişkilerinden, annesinden, babasından ya da aklına takılan birçok konudan bahsediyor

          Ayrıca çok sahici bir şekilde yazıyor anlatmak istediklerini Tomris Uyar. 1930’larda gençliğini yaşayan annesini ya da babasını anlatırken, kendine dönüp, Körfez Savaşı sırasında katıldığı toplantılardan ve protestolardan ya da bir tren yolculuğunda tesadüfen tanıştığı bir kadınla yaptığı yolculuktan bahsederken, ya da karakterlerinin iç dünyalarını yansıtan tepkileri aktarırken, Tomris Uyar’ın anlattıklarının hep çok tanıdık gelen bir yanı olduğunu söylemek gerekir. 

 Otuzların Kadını, özlem dolu, dokunaklı, çoğu zaman öfkesini göstermekten de çekinmediği bir kitabı Tomris Uyar’ın. Anlattığı öyküleri ise Otuzların Kadını portresinin sınırlarını aşıp, çoğu zaman bizimkilerle de kesişiyor.