Kürk Mantolu Madonna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürk Mantolu Madonna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos, 2014





Hiç okuduğunuz bir roman karakteri  "ah gerçek hayatta da böyle biri olsa" dedirtecek kadar sizi kendine hayran bıraktı mı? 
Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak kimi kişiliğiyle kimi muhteşem dış görünüşüyle okuyucunun kalbinde yer etmiş, aşık olunası roman karakterlerini derledik! Yazımızın sonuna ise sizler için bir bonus ekledik, bakmadan geçmeyin! 



Mr. Darcy- Aşk ve Gurur

Yakışıklı ve zengin Mr. Darcy sırf bu özellikleri ile bile rüyaları süslüyor olabilir, tamam. Ancak bize göre onun bu kadar sevilmesinin sebebi jön olmasından değil, önceleri ukala ve hissiz bir adamken tam bir beyefendi ve aşk adamına dönüşmesinden kaynaklanıyor. Hadi itiraf edelim, Mr. Darcy eğer baştan sona aynı, duygulu, düşünceli, nazik adam olsaydı, birçoğumuz kendisine sıkıcı derdik değil mi? 



Behlül - Aşk-ı Memnu

"Ne? Behlül mü?" dediğinizi duyar gibi olduk. Kadınların efendi, düzgün, normal adam yerine; arızalı ve kaypak adamlara aşık olma isteklerini tamamiyle karşılayacak bir karakter. Yakışıklı ve kazanova... Gerisini kim takar? Not: Bihter Ziyagil'in ardından halen yas tutuyoruz...



Komiser Nevzat

O bir İstanbul aşığı. O bir Müzeyyen Senar hayranı. O katillerin acımasız düşmanı. Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi ve diğer bazı romanlarının ana karakteri Komiser Nevzat’tan bahsediyoruz. Eşi ve kızı öldürülmüş, onları devamlı kalbinde taşıyan ama meyhane sahibi Evgenia ile de gönül ilişkisi olan en güzel sevgilerin insanı. Eski zamanların hatta melodramlardaki karakterlerin naifliğini taşıyan, insanlığa ve aşka inancımızı tazeleyen Komiser Nevzat, kalbimizi çalan en önemli roman karakterlerinden. Yaş itibariyle listemizdeki diğer karakterlere göre bayağı büyük sayılabilecek Komiser, görmüş geçirmiş ve olgun aşkın en önemli temsillerinden. Sizce de aşk yaştan bağımsız, saf duyguların gönüller arasındaki paylaşımı değil mi zaten?


Not: Komiser Nevzat iki önemli oyuncu – Uğur Yücel ve Altan Erkekli – tarafından canlandırıldı ama açıkcası hayal gücümüzde canlandırmak daha iyi diye düşünüyoruz.



Bir gönülde iki kadın, tutku ve saf sevgi arasında sıkışmış bir erkek. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği eserinin ana karakteri Tomas, hovardalığı ve geniş gönüllülüğü ile tam bir gönülçelen. Desteklemediği politik sistem için çalışmak istemediğinden doktorluk kariyerini bir kenara koyup cam silicilik yaparak da saygımızı kazanan bir karakter. İtiraf etmek gerekirse romandan sonra filmi seyredince insan bir kere daha aşık oluyor kendisine Daniel Day-Lewis sağolsun. Gözlerine kurban olduğum, Allah özene bezene yaratmış :)


Kim demiş dış güzellik önemli değil diye? Hadi itiraf edelim, kusursuz fiziksel güzelliği ile kadınları (hatta erkekleri bile) kendisine aşık edebilen Dorian'dan etkilenmemek hiç de kolay değil. Üstelik bir de ekstrası var: Bu adam hiç yaşlanmıyor! Evet, bir yerden sonra kalbi çürüyor olabilir; ama olsun bazen "beyinsiz, güzel bir yaratık; kışın, seyredecek çiçeğimiz kalmadığı zaman, yazın da aklımızı serinletecek bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman burada olmalı." Sen "beyinsiz" kısmını üstüne alınma sevgili Dorian!


Raif Efendi - Kürk Mantolu Madonna


Dış güzellik elbet önemli ama onun kadar önemli olan bir şey de, kırık bir kalbin bitmeyen sevgisidir. 'O'nu bulduğuna inandıktan sonra ona sıkıca sarılmaktır. Sadakattir, hayatına devam eder gibi yaparken, diğerleriyle bir aradaymış gibi görünürken bile hep 'o kişi'yi sevmektir. Kendi iç dünyasında yaşamak, 'saadeti israf etmekten korkmak'tır. Ruhunun farkında olmak, gerçek sevginin hayatta sadece bir kez başa gelebileceğine inanmak ve sevdiği zaman da 'bütün dünyayı sevebilecek kadar çok' sevmektir. Raif Efendi işte budur, böyledir. Böyle birini buldu mu hiç düşünmeden aşık olunmaz da ne yapılır? 


Jay Gatsby - Muhteşem Gatsby

Evet kesinlikle muhteşem sıfatını hak eden bir adam Gatsby. Sevdiği için her şeyi yapmayı göze alan cesur ve aşık bir adam. Aynı zamanda sabırlı ve beklemeyi de bilen biri. Onun için Daisy tarafından sevilmek ve Daisy ile  birlikte olabilmek her ne kadar önemliyse de, sadece Daisy'nin mutlu olması için bile pek çok insanın yapamayacağı şeyleri bir an bile düşünmeden yapan bir adam o. Sevgisi belki biraz takıntılı ve hastalıklı gibi gelse de, aşka sadık olabilen nadir insanlardan biri.

   
Holly Golightly - Tiffany'de Kahvaltı

Holly; güzel, çekici, alımlı, çocuksu, saf, bağlanmaktan korkan hatta aşk ile birine bağlanmanın kafese kapatılmaktan farksız olduğunu düşünen, elindekini kaybetmeden onun değerini anlamaya yanaşmayan bir kadın. Canlı, hayat dolu, savruk, başına buyruk, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven bu kadına ilk görüşte vurulmamanız çok zor. "Sevgilim" diyerek yanınıza gelip, sigarasını yakmak için sizden ateş istediği anda onun çekim alanına girmişsiniz demektir. Ve bu alandan çıkmanız hiç de kolay olmaz. 



Esmeralda - Notre Dame'ın Kamburu

İsmi Türkçede her ne kadar esmer bir kadını çağrıştırsa da kumral olan Esmeralda'ya ilk bakışınızda onun, bir insan mı, bir peri mi yoksa bir melek mi olduğuna karar veremezsiniz. Aynı anda hem Phebus, hem Quasimodo hem de Frollo'nun ona aşık olması da bize aslında ne kadar güzel olduğu gösterir. Sadece "Belle" ile bu üç erkeğin ona olan aşkını dinlemeniz bile Esmeralda'ya aşık olmanıza yetecektir. 


Uzun boylu ve zarif genç bir kadın. Alışılmamış bir güzelliğe sahip olan Salomé, fiziksel güzelliğinin ötesinde; akıllı, güçlü, cesaretli ve hatta küstah. Geleneksel "kadın" algısını yerle bir ederek karşılaştığı tüm erkeklerin bir anda aklını ve kalbini -her ne kadar asıl amacı bu olmasa da- çalmayı başarabiliyor. Onun etkisinden ve çekim alanından kurtulmaksa hiç de kolay olmuyor.






Küçük Prens-Küçük Prens

Çoğumuzun çocukken tanıyıp kalbinde yer edinen ilk roman karakteri Küçük Prens'tir. Sebebi sarı saçları, kendi küçük Astroid'i ile yıldızların arasında yer alması ya da prens olması değildir. Hatta o, masallardaki beyaz atlı prenslerden daha gerçektir. Başımızı kaldırıp yıldızlara baktığımızda orada bir yerde olduğuna inanırız. Çünkü bir kitapta sevme duygusunu samimi ve en saf hali ile bize hissettirip kalbimizin derinliklerine eken O'dur. Hayata daha farklı bakmaya öğretip ufkumuzu yıldızlara kadar genişletmiştir. Belki çocuk aklımızla ilk okuduğumuzda onu çok anlamadık ama büyüyüp yetişkin aklımızla okuyunca yine onu çocuk kalbimizle sevdik.


Güzel Remedios-Yüzyıllık Yalnızlık

Güzelliği ile ün salan Gabriel Garcia Marquez karakteri adeta gökten düşmüş bir melek gibidir. Ancak dış görünüşe aldanıp aşık olmak her zaman mutluluk getirmez. Macondo'nun gelmiş geçmiş en güzel kadını olan Remedios karşısında, erkekler aşklarından ölüp biterler. Safça dursa bile onunla konuştuğunuzda çok mu zeki yoksa aklı gidik mi tam anlayamazsınız. Erkekler güzelliğine aşık olurken o bu dünyanın bütün basitliklerinden sıyrılmış bir şekilde yaşamakla meşguldür.       


Yazının bonusu:





Peki aşık olacağınız roman karakteri gerçek olsa nasıl olurdu? 
Bunun cevabını görmek için Ruby Sparks (Hayalimdeki Aşk) adlı filmi izlemenizi tavsiye ederiz! 
Yazar olan Calvin son romanında kendisinin seveceğini düşündüğü bir dişi karakter yaratır ve adını Ruby koyar. Fakat bir hafta sonra Ruby kanlı canlı salondaki kanepede oturuyordur! Calvin kelimelerinin nefes alan bir canlıya dönüştüğünü görünce ne yapacağını şaşırır. 








                

12 Mayıs, 2014

Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir



Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna ve Canım Aliye Ruhum Filiz’den sonra ikinci romanı ile tekrar blogumuzda. Yazar, bu romanında da insana, zayıflıklarına, iniş çıkışlarına dair dönemler üstü bir analiz ortaya koymuş durumda. Erken Cumhuriyet döneminin aydınlanmacı yaklaşımı ile dönemin hem bireysel hem de toplumsal çürümüşlüğünü o dönem de çok iyi tahlil ve tarif ettiğinden bence bugün için de geçerliliğini korumakta.
Kitap; üç karakter, onların iç dünyaları ve çevreleri ile ilişkileri etrafında şekilleniyor. Ana karakter Ömer; tabiri caizse bir baltaya sap olamamış, postanedeki işine bile nerdeyse hiç uğramayan, dostlarından gördüğü yerde istediği paralarla asalak gibi yaşayan bir adam. “Aklı başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden harekete geçecek insanlar lazım!”diyen pragmatist arkadaşı Nihat ile günlerini aylaklık etmekle, İstanbul’da dolaşmakla geçiriyor. Her türlü iş, onun için sıkıntıdan ibaret. Kendi tabiriyle “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor.” Hiçbir şey istemediği gibi yaptığı her şey için de “İçimizdeki Şeytan”ı suçlayarak hiçbir mesuliyeti alamayan bir insan Ömer. "İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, içimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."
Macide ise Ömer’in vapurda ilk görüşünde vurulduğu,  aslında uzaktan da akrabası olan, konservatuar öğrencisi bir genç kadın. Balıkesir’den teyzesinin yanına, İstanbul’a tahsil yapmaya geliyor. Teyzesinin ailesinin bozulan durumlarına rağmen gösteriş için masraflara devam edilmesi, Macide’nin babasının kızı için yolladığı paraya muhtaç olunmasına sebep oluyor. Bu durum Macide’nin babasının vefatı sonrası gönderilen paranın kesilmesi ile son buluyor. Başka bahaneler ile Macide memlekete yollanmak istemiyor ve Macide de memlekete dönmek yerine “Tam yaşamaya başladığım bu andan itibaren beni öldü saysınlar...” diyerek yeni bir hayatın umuduyla Ömer ile kaçıyor. Hiçbir şeyde tutanamayan Ömer; “Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve kesif olması nedir bilir misiniz?” ve  “Bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş,uçsuz bucaksız bir şeye...ve sana bakmak istiyorum!” sözleriyle tutunacak dalı Macide’ye daha da sıkı sarılıyor. Ömer ile resmen evlenmeseler de birlikte yaşamaya başlıyor ve Macide için gelgitli zamanlar başlıyor. Ömer’in maddi sıkıntıyla ve arkadaş baskısıyla yolsuzluğa buluşması, ilişkilerinin seyrini değiştiriyor.  Macide de “Sana yeni bir dünya açacağımı sanmıştım...Seni sükutu hayale uğrattım. Ben sana rehber değil, ancak yoldaş olabilirdim, fakat yolu ikimiz de bilmiyorduk ve birbirimize yük olmaktan, birbirimizi şaşırtmaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu.” Sözleriyle hayatı üstündeki sorumluluğu başkalarına devretmiş oluyor.
Müzik öğretmeni Bedri ise Ömer ve Macide’nin ortak arkadaşı. Balıkesir’de lisede Macide ve Bedri arasında başlayan yakınlaşma, Bedri tarafında yoğunluğunu koruyarak devam ediyor. Biraz Macide’nin sıkıntı çekmemesi için gelirinin bir kısmını devamlı herkesten borç istemekten çekinmeyen Ömer’e veriyor. Ömer’in lakayt çevresinin de olduğu meclislerde Bedri, Macide için kurtarıcı bir liman gibi oluyor. “Bu manasız ve boş hayattan daha başka bir şey olması lazım geldiğini ve bu başkanın ne olduğunu...” bildiğinden yol gösterici aynı zamanda.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim bir karakter var, aslında bütün kitabın şahane bir özeti belki de. Veznedar Hafız Hüsamettin bey kitaptaki ana karakterler arasında çok yer kaplamasa da kilit noktadaki rolü ve vurucu tespiti ile hikayeye damgasını vuruyor. “Sana teşekkür borçluyum evlat...Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.” Basit bir yolsuzluk ve onun devamında bu yolsuzlukla ilgili atılan adım, insan karakterinin ne kadar da çürümüş olduğunu kanıtlıyor.
En büyük problem belki de  “Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakar diyoruz” özeleştirisinde olduğu gibi iyilikten yapısal olarak uzak olmamız. Nihayetinde beşerdir şaşar demişler, en başta kişinin düşünmeye başlaması lazım. Belki de en önemli eksikliğimiz odur: Düşünmek. Belki de düşünmek ve ümidi tekrar canlandırmak. “Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek az...Ama var...Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir.”
Kitapla ilgili önemli bir konu da Sabahattim Ali’nin her eserinde olduğu gibi bunda da entelektüel birikimini görmemiz. Tasavvuf, Buda ve Laotse’yi yazısına dahil eden yazar, oldukça erken bir dönemde dinciliğin de eleştirisini yapıyor: "Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” Bu entelektüel birikim, dönemin aydınlarına yapılan eleştirinin de altyapısını oluşturuyor. Bu noktada edebiyat magazinini sizlerle paylaşmadan bitirmek olmaz. Rivayet olunuyor ki, Nihat karakteri milliyetçi Nihat Atsız’ı, İsmet Şerif ise Peyami Safa’yı betimliyor. Bu romanla da ilgili olarak Nihal Atsız dava açmış ve kapanmış sanırım.
Kitabın belki de en iyi özelliği halen güncelliğini koruması ve dönemimize de ışık tutması. İnsanın ruhundaki devinimler o kadar iyi aktarılmış ki 70 yıl öncesi ile şu an arasında hiçbir fark yok gibi geliyor insana. Bir de özellikle karakterlerin içlerine döndükleri ve özeleştiri yaptıkları monologları çok başarılı. Bu kadar alıntı yapmanın sebebi de kendi cümlelerimle yazsaydım bu kadar net aktaramayacağımdan endişe etmem.
PS: İçindeki şeytanlara saldıranlara MFÖ’den gelsin.

16 Şubat, 2014

“Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence...”

Sabahattin Ali’nin Türk edebiyatı açısından değeri tartışılmaz. Daha önce de edebiyat tarihimizin en önemli eserlerinden olan “Kürk Mantolu Madonna”yı blogumuzda sizlerle paylaşmıştık. Benim bu paylaşımım ise Sabahattin Ali’nin eşine ve belli bir noktadan sonra da kızına yazdığı mektupların biraraya getirilmesinden oluşan “Canım Aliye, Ruhum Filiz” hakkında olacak.
 
Derlemeyi hazırlayan Sabahattin Ali hakkındaki en yetkin kişilerden biri olan Sevengül Sönmez. Kendisini Bilgi Üniversitesi’nin “Edebiyatçılar Edebiyatçıları Anlatıyor” programı kapsamında dinleme şansım olmuştu. Bu kitapla ilgili yapılan bir röportajı yayınlandı, burada Sabahattin Ali’nin Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı Markopaşa yazılarının kitaplaşma olasılığına dair de güzel bir haber var.
Mektuplar Sabahattin Ali’nin eşi Aliye ile evlenmelerinden önceki dönemde başlıyor. Bu naif sevgiyi okuyabilmek gerçekten büyük şans. Yalnız bir ruh olan Ali’nin müstakbel eşine ve gelecek hayatlarına nasıl umutla sarıldığını satırlar arasında görebiliyorsunuz. Öyle bir duygu yoğunluğu ki hayatın merkezine sevgisini  koyduğunu bu satırlarla ifade ediyor: “Yalnız senin için yaşamak, hayatımdan senden başka her şeyi silip atmak istiyorum.” Sadece aşkları ya da ilişkileri değil, Sabahattin Ali’nin karakterine ve dünya görüşüne dair paylaşımlar da mektuplarda. “Dünyadaki bütün felaketlerin, uygunsuzlukların, bayağılıkların sebebi işte bu her şeyden evvel kendini düşünmek illetidir” satırlarında insanlığa dair ne kadar doğru bir kanaate sahip olduğunu görmek mümkün. Zamanın önemli isimleriyle olan çalışmaları, dostlukları da mektupta kendi ağzından anlatılmış. Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Melih Cevdet Anday, Aziz Nesin sayabileceğimiz bazı isimler.
Bütün yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılara rağmen ümidini koruyan ve bunu da çevresine aşılayan bir insan Sabahattin Ali. Hapis cezalarına, maddi zorluklara, yayın kısıtlamalarına rağmen ailesine “Şimdi gözlerim arkada değil, ileride, geçen güzel günleri değil, gelecek güzel günleri düşünüyorum” diyerek umut veren bir insan. Türkiye’nin en büyük edebiyatçılarından ama ailesinin geçimini düşünen bir eş, kızının sağlığını dert edinmiş bir baba. Ailesine bağlılığı mektuplarında gayet açık okunuyor.
 
Bir gün telefonda arkadaşım “Filiz hiç üzülmesin” cümlesini –ki aynı zamanda Sabahattin Ali’nin fotoğraflı yaşam öyküsünün de ismi- söyleyince ağlamaya başlamamı hiç unutamıyorum. O kadar dokunmuştu ki bu laf bana. Halen de bu satırları yazarken yüreğim burkuluyor. Bir babanın kızından bu kadar hunharca koparılması gerçekten acı. Ancak –bütün aksine çabalara rağmen- kendisinin hep başarı ile hatırlanacak olması bu acıyı bir nebze de olsa hafifletiyordur umarım. Kendisinin de eşine yazdığı gibi “İhtiyarlığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi? Hep genç kalacağım.”

30 Eylül, 2012

 
 
"Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.."
....
"Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."
....
"Sadece müteessirdim. 'Bunun böyle olmaması lazımdı.' diyordum."
...
"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu."

Bu defa riskli bir işe kalkışıyor gibi hissediyorum kendimi; çünkü benim için kutsal niteliktedir "Kürk Mantolu Madonna". Biliyorum, ne yazarsam yazayım eksik olacak ve haksızlık etmiş olacağım kitaba. Ama yine de yazmayı seçtim.

"En tahammül edemeyeceğim şey merhamettir..."

Bu kitabın çok özel olması ve içinde kendimden çok şey bulmam için birçok nedenim var. Öncelikle “Sen Allah’ın bana vermeyi unuttuğu kardeşimsin bence.” yazılı bir notla hediye edilmişti bana. Ve her okuduğumda (kaybolduğumda, bunaldığımda, ürktüğümde, saklandığımda) tekrar tekrar anladım ki, ben aslında hem Raif’tim hem Kürk Mantolu Madonna. Hem onlarınki kadar büyük bir sevgiye özeniyordum ve böyle bir sevgiyi bekliyordum hem de artık bazı şeyler kolay olsun, herkesinki gibi olsun istiyordum. Tabii ki sadece bu değil; içimde hep hissettiğim ama kelimelerle şekil alamamış birçok cümle vardı bu kitapta, yaşadığımız dünyaya ve o dünyanın insanlarına dair... Sadece bir aşk kitabı değildi bu, hayatımın cümlelerinin yazılı olduğu, okurken kendime sürekli “yalnız değilim işte” dedirten bir kitaptı.

Gerçekten anlayabilen, gerçekten düşünebilen, gerçekten hissedebilen ve ‘basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete kolayca geçemeyen’ derinlikli kişilerin anlayabileceği bir kitap olarak görüyorum Kürk Mantolu Madonna’yı. ‘Her şeyin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği’ bir dünyada Nietzsche’nin tabiriyle “sığ zihinli olan” bir kişi okuyunca bir aşk romanı olarak yorumlayabilir ki bu da kitaba yapılacak en büyük hakaretlerden biridir.
İnsanın tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek de çabuk alışıp katlanabileceğini söylüyor Raif, bunun böyle olmaması lazımdı, diyor ama ekliyor: “Demek böyle olması icap ediyormuş.” Kaderci düşünmenin bazen insanı rahatlattığına, hatta delirmenin eşiğinden döndürdüğüne inanan ben, Raif’in bu cümlesiyle rahatlıyorum. Biz bilmesek de her şeyin bir nedeni  varmış ya hani... Ama yine aynı Raif, oldukça gerçekçi bir bakış açısıyla hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını da söylüyor. Geç tanıştığımız, ama varlığını sevip hayatımızın merkezine aldığımız; bizim için artık var ve vazgeçilemez olan; bu yüzden de sonsuza kadar var olacağını sandığımız  şeylerin bir sonu olabileceğini hatırlatıyor. Sebepsizce gelen iç sıkıntısının geldiği gibi yine sebepsizce gideceğine inanan ben, içeriği farklı ve iç sıkıntısına görece çok ağır olsa da, Raif’in “Bir imkân, mevcudiyetine ihtimal bile vermeye cesaret edemediğim bir imkân, boş ve manasız akıp giden ömrümün yanına kadar sokulmuş ve sonra, birdenbire, geldiği kadar ani ve sebepsiz, çekilip gitmişti.” cümlesini çok iyi anlayabiliyordum. Boş ve manasız akıp giden bir ömrün yanına kadar sokulan imkânın yarattığı umut hala ayaktayken, o imkân çekip gidince geriye kalanlarla devam edebilmek için nasıl bir mücadele gerektiğini görüyordum Raif'in cümlelerinde. Özendiğim aşkı o kadar güzel anlatıyordu ki “Bir insanın bir diğer insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün olabiliyordu? Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?” diye sorarken.

Kürk Mantolu Madonna’nın mevcudiyetiydi o… 'Boğulacak kadar yalnız, hasta bir köpek kadar yalnız, erkeklerin küstahça gururlarından tiksinen, hiçbir şeyi kendini erkeklere beğendirmek için öğrenmemiş olan' Maria’nın mevcudiyeti… Maria kendisinin, benim kendim için hep söylediğim gibi, ‘dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşadığını’ söylüyordu. Ve aslolanın yalnızlık olduğunu… Ona göre insanlar ‘sadece belirli bir seviyeye kadar birbirlerine sokulabilirler ve gerisini uydururlar. Kürk Mantolu Madonna’ya göre “Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka”ydı ve aşk, işte bu istemekti. Aşkın büyüklüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Birine “Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.” demenin anlamını kaç kişi biliyordur ki? Diyorum ya, okuduklarım o kadar 'ben' ki, hem Raif hem Maria yukarıda bahsettiğim "yalnız değilim işte"leri söyletiyordu bana.


Raif’le Maria ilişkisinin, Raif’in “Ve bir gün her şey bitti.” cümlesinde anlattığı gibi basit ve net bir şekilde bitişi, hiç bitmeyecek sanılan, var zannedilen şeylerin bir anda yok olması ve bilinmeyen, sonradan öğrenilen, ağlatan gerçekler… Her sıkıldığımda, ruhum her bunaldığında elime aldığım "Kürk Mantolu Madonna"m ve onun hayatı sorgulatan soruları…Bitirirken ben de soruyorum: “Ben neyim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyor?”