"Beğenmeyen Okumasın" 6 kadın tarafından edebiyatın sınır tanımayan dünyasında gezintiye çıkmak amacıyla kuruldu. Ekibe yeni katılan yazarlarla birlikte yoluna devam etti. Grup; takipçileri kitap okumaya sevk etmek, eleştirel düşünceyi sahiplenmek, blog yazarlarının zihninde iz bırakan yapıtları yüceltmek haricinde herhangi bir amaç gütmemektedir.
Unutmayın
ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna ve Canım Aliye Ruhum Filiz’den sonra ikinci romanı ile tekrar blogumuzda. Yazar, bu romanında da insana, zayıflıklarına, iniş çıkışlarına
dair dönemler üstü bir analiz ortaya koymuş durumda. Erken Cumhuriyet döneminin
aydınlanmacı yaklaşımı ile dönemin hem bireysel hem de toplumsal çürümüşlüğünü o
dönem de çok iyi tahlil ve tarif ettiğinden bence bugün için de geçerliliğini
korumakta.
Kitap; üç karakter, onların iç dünyaları
ve çevreleri ile ilişkileri etrafında şekilleniyor. Ana karakter Ömer; tabiri
caizse bir baltaya sap olamamış, postanedeki işine bile nerdeyse hiç uğramayan,
dostlarından gördüğü yerde istediği paralarla asalak gibi yaşayan bir adam. “Aklı
başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden
harekete geçecek insanlar lazım!”diyen pragmatist arkadaşı Nihat ile günlerini
aylaklık etmekle, İstanbul’da dolaşmakla geçiriyor. Her türlü iş, onun için
sıkıntıdan ibaret. Kendi tabiriyle “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana
cazip görünmüyor.” Hiçbir şey istemediği gibi yaptığı her şey için de “İçimizdeki
Şeytan”ı suçlayarak hiçbir mesuliyeti alamayan bir insan Ömer. "İsteyip
istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa
istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü
bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan
korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde,
haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve
ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim
gururumuzun, içimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik,
bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakikatleri görmekten
kaçmak itiyadı var..."
Macide ise Ömer’in vapurda ilk
görüşünde vurulduğu, aslında uzaktan da
akrabası olan, konservatuar öğrencisi bir genç kadın. Balıkesir’den teyzesinin
yanına, İstanbul’a tahsil yapmaya geliyor. Teyzesinin ailesinin bozulan
durumlarına rağmen gösteriş için masraflara devam edilmesi, Macide’nin
babasının kızı için yolladığı paraya muhtaç olunmasına sebep oluyor. Bu durum
Macide’nin babasının vefatı sonrası gönderilen paranın kesilmesi ile son
buluyor. Başka bahaneler ile Macide memlekete yollanmak istemiyor ve Macide de
memlekete dönmek yerine “Tam yaşamaya başladığım bu andan itibaren beni öldü
saysınlar...” diyerek yeni bir hayatın umuduyla Ömer ile kaçıyor. Hiçbir şeyde
tutanamayan Ömer; “Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve
kesif olması nedir bilir misiniz?” ve “Bugün
canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş,uçsuz bucaksız bir şeye...ve sana
bakmak istiyorum!” sözleriyle tutunacak dalı Macide’ye daha da sıkı sarılıyor.
Ömer ile resmen evlenmeseler de birlikte yaşamaya başlıyor ve Macide için gelgitli
zamanlar başlıyor. Ömer’in maddi sıkıntıyla ve arkadaş baskısıyla yolsuzluğa
buluşması, ilişkilerinin seyrini değiştiriyor. Macide de “Sana yeni bir dünya açacağımı
sanmıştım...Seni sükutu hayale uğrattım. Ben sana rehber değil, ancak yoldaş
olabilirdim, fakat yolu ikimiz de bilmiyorduk ve birbirimize yük olmaktan,
birbirimizi şaşırtmaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu.” Sözleriyle hayatı
üstündeki sorumluluğu başkalarına devretmiş oluyor.
Müzik öğretmeni Bedri ise Ömer ve
Macide’nin ortak arkadaşı. Balıkesir’de lisede Macide ve Bedri arasında başlayan
yakınlaşma, Bedri tarafında yoğunluğunu koruyarak devam ediyor. Biraz Macide’nin
sıkıntı çekmemesi için gelirinin bir kısmını devamlı herkesten borç istemekten
çekinmeyen Ömer’e veriyor. Ömer’in lakayt çevresinin de olduğu meclislerde
Bedri, Macide için kurtarıcı bir liman gibi oluyor. “Bu manasız ve boş hayattan
daha başka bir şey olması lazım geldiğini ve bu başkanın ne olduğunu...”
bildiğinden yol gösterici aynı zamanda.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim
bir karakter var, aslında bütün kitabın şahane bir özeti belki de. Veznedar Hafız
Hüsamettin bey kitaptaki ana karakterler arasında çok yer kaplamasa da kilit
noktadaki rolü ve vurucu tespiti ile hikayeye damgasını vuruyor. “Sana teşekkür
borçluyum evlat...Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez
olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile
bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.” Basit bir yolsuzluk ve onun
devamında bu yolsuzlukla ilgili atılan adım, insan karakterinin ne kadar da
çürümüş olduğunu kanıtlıyor.
En büyük problem belki de “Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının
iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakar
diyoruz” özeleştirisinde olduğu gibi iyilikten yapısal olarak uzak olmamız.
Nihayetinde beşerdir şaşar demişler, en başta kişinin düşünmeye başlaması
lazım. Belki de en önemli eksikliğimiz odur: Düşünmek. Belki de düşünmek ve
ümidi tekrar canlandırmak. “Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil
insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek az...Ama
var...Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektedir.”
Kitapla ilgili önemli bir konu da
Sabahattim Ali’nin her eserinde olduğu gibi bunda da entelektüel birikimini görmemiz.
Tasavvuf, Buda ve Laotse’yi yazısına dahil eden yazar, oldukça erken bir
dönemde dinciliğin de eleştirisini yapıyor: "Dünyadaki
yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu
bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.” Bu entelektüel birikim, dönemin
aydınlarına yapılan eleştirinin de altyapısını oluşturuyor. Bu noktada edebiyat
magazinini sizlerle paylaşmadan bitirmek olmaz. Rivayet olunuyor ki, Nihat karakteri
milliyetçi Nihat Atsız’ı, İsmet Şerif ise Peyami Safa’yı betimliyor. Bu romanla
da ilgili olarak Nihal Atsız dava açmış ve kapanmış sanırım.
Kitabın belki de en iyi özelliği
halen güncelliğini koruması ve dönemimize de ışık tutması. İnsanın ruhundaki
devinimler o kadar iyi aktarılmış ki 70 yıl öncesi ile şu an arasında hiçbir
fark yok gibi geliyor insana. Bir de özellikle karakterlerin içlerine
döndükleri ve özeleştiri yaptıkları monologları çok başarılı. Bu kadar alıntı
yapmanın sebebi de kendi cümlelerimle yazsaydım bu kadar net aktaramayacağımdan
endişe etmem.
0 yorum :
Yorum Gönder