26 Ocak, 2014



"Yazarlığım insanlığımdan sonra gelir"


[Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli filminin gösterime çıkmasının ardından yapılan bir söyleşide kullandığı ifadesidir.]


Yusuf Atılgan edebiyat dünyamızda  Aylak Adam ve Anayurt Oteli ile tanınan bir yazardır. Bu iki romanının dışında tamamlanmamış olan Canistan adlı bir romanı, Yapı Kredi Yayınları tarafından Bütün Öyküleri şeklinde toplanmış öykü kitabı ve Ekmek Elden Süt Memeden adlı bir  masal kitabı bulunmaktadır. 


Yusuf Atılgan'ın eserlerini anlayabilmek için öncelikle onun hayatına dair bilgiye sahip olmak gerekmekte bana göre. Çünkü diğer yazarlarımızdan çok daha farklı bir yol seçmiştir kendisi. 1921'de Manisa'da doğmuştur. İstanbul Üniversitesinde bugünkü ismiyle Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmiştir. Üniversitedeki hocaları arasında Halide Edip Adıvar ve Ahmet Hamdi Tanpınar da vardır. Okulu bitirdikten sonra kısa bir süre öğretmenlik yapar. Bu işi çok sevmiştir. Hatta Refik Durbaş ile yaptığı bir röportajda kendisine sorulan "Dünyaya bir daha gelseydin roman mı yazmak isterdin?" sorusuna; "Öğretmen olmak isterdim, öğretmenliği çok sevmiştim" diye cevap verir. Ancak öğretmenlik mesleğine -bugün kaldırılmış olan TCK'nın  141. maddesi nedeniyle 1945'te ceza evine girmiş olduğundan- devam edemez. Yusuf Atılgan bu dönemi daha sonraları hiç anmak istememiştir. Bu olaydan sonra Manisa'ya geri döner ve toprak işleriyle uğraşmaya başlar. Tüm bu zaman zarfında yazmaktadır ancak yazdıklarına çok kıymet vermez.  Hatta yazdığı bazı eserleri değersiz görerek, sonradan çok pişman olmuştur, yakmıştır. Tercüman Gazetesi'nin 1955 yılında (bu tarih farklı kaynaklarda 1953 yada 1956 olabilmektedir) düzenlediği öykü yarışmasında "Evdeki" (Nevzat Çorum imzasıyla) birincilik ve "Kümesin Ötesi" ( Ziya Atılgan imzasıyla) dokuzunculuk ödülü kazanmıştır.

Aylak Adam adlı romanı ise Cumhuriyet Gazetesi'nin açtığı roman yarışmasında ikincilik ödülü almıştır (1957-1958). O yıl birincilik ödülünü "Yılanların Öcü" ile Fakir Baykurt, üçüncülük ödülünü ise Ömer Sakıp "Ne Ekersen" ile almışlardır. Diğer iki roman gazetede yayımlanmasına rağmen Aylak Adam yayımlanmamıştır. Refik Durbaş ile yaptığı röportajında bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Gerçi tefrika edilirse ayrıca bir para almayacaktım. Tefrika edilecek bir roman değil, diye düşünmüşler galiba. Ama tefrika başına 3-4 gün sonra bir özet koyarlar ya, işte onu hep merak etmişimdir."  Roman üç binlik ilk baskısının ardından "ağır satıldığı ve okurlarca çok tutulmadığı" nedenleriyle ikinci baskıya uzunca bir süre girememiştir.

Anayurt Oteli (1973) isimli romanı, adını Manisa'daki Ana Vatan Oteli'nden alır. Yusuf Atılgan bu otelde konaklamış ve "tüm gün boyunca otelin içinde yaşamanın nasıl bir şey" olduğunu düşünmüştür. Otelin işletmecileri Zebercet ve oğlu Ahmet Efendi'dir, kitapta ise bu durum tersine çevrilmiştir. Roman 1973 yılında yayımlandığında ciddi bir tartışma konusu haline gelmiştir. Beğenenler eseri "yılın eseri" diye tanımlarken, beğenmeyenler kitabı "şey" diye bile tanımlamışlardır. Dönemin koşulları içinde Zebercet'in bu kişisel bulanım öyküsü bazı kişilerce "gereksiz" görülmüştür. Ancak daha sonraları eseri "müstehcen" olarak tanımlayan yazarlar bile, "o gün yanlış yapmış olduklarını" sonradan kabul etmişlerdir.

Yusuf Atılgan, 1974'te evlenmiş ve İstanbul'a taşınmıştır, bu şekilde Manisa'da kurduğu hayatı son bulur. 1979 yılında baba olmuştur; farklı yayın evlerinde danışman, çevirmen ve redaktör olarak çalışır. 1987 yılında Anayurt Oteli, Ömer Kavur tarafından sinemaya aktarılır. Zebercet karakteri Macit Koper tarafından çok başarılı canlandırılmıştır. Film ulusal ve uluslararası platformlarda pek çok ödül alır. 

1989 yılı Yusuf Atılgan için hastalıklarla dolu olarak geçer ve 9 Ekim 1989'da dünyaya gözlerini son defa kapatır. Bu dönemde başka bir roman üzerinde çalışmaktadır ancak tamamlayamaz. Canistan adlı bu romanı daha sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından 2000 yılında basılır.

Yusuf Atılgan'ın hayatına kısaca baktıktan sonra kitaplarla ilgili yorum kısmına geçebilirim artık sanırım.

Aylak Adam

1959 yılında yayımlanan bu roman Yusuf Atılgan'ın ilk kitabıdır. Romanın baş karakteri C, babasından kalan mirasla yaşamakta, kazanç sağlayacak bir iş yapmamaktadır. Günleri kendine göre uğraşlar bularak geçirir. En sevdiği şeylerden biri sinemaya gitmektir. Kalabalıktan, insanların ikiyüzlülüğünden, toplum baskısından, sıradan bir insan olmaktan nefret etmektedir. C, gerçek aşkı aramaktadır aslında. "Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir Kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!" (sf 149) 


Roman boyunca C'yi iki kadınla görürüz; Güler ve Ayşe. her ikisi de onun aradığı kadın değildir. Ayşe onun aradığı kadına, her ne kadar daha yakın da olsa ona bağlanmak C için korkutucudur. İkili ilişkiler üzerindeki toplumun yarattığı baskıdan hiç hoşlanmaz. Onun sorunlarından biri toplumun; orada olmasa da, "orada"ymış gibi yarattığı baskıdır. Güler'in sarhoş olarak evine geldiği  gece "Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik." (sf 85) diyerek bu baskıyı anlatır. Ona göre iki insanın bu denli yakınlaştığı bir anda bile "başkaları"nı düşünebiliyor olmasında sevgisinin gerçek olmayışının da payı vardır; "Önemli olan pencereden bakıp bakmadıkları değil, onun dudaklarına yaklaştığı zaman bunu düşünebilmesiydi. Yoksa kişi, dışarıdakilerden hiç mi kurtulamayacaktı?"(sf 119) 

O, asla "eli paketliler"den de olmak istemez çünkü ona göre "Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar" dır onlar. Ya da bir lokantadaki "müşteri" olmak onun için kabul edilemez bir şeydir. Devamlı bunlardan kaçar. Her gün aynı şeyi yapmak ona göre değildir. " 'İş avutur', derdi babası. O böyle avuntu istemiyordur. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu." (sf 41) Bu tekrar hali C için bir kabustur çünkü onun da aslında kaçtığı bir şey vardır. O da babası gibi olmak istemez. Onun hayatla, kadınlarla, çalışmakla ilgili yaşadığı sorunların temelinde babası ile olan sorunu vardır. Babasından nefret eder. Hatta bu nefreti şöyle dile getirir; "Hiç kimse erkek yaratılmanın azabını benim kadar çekmemiştir." (sf 123) 

Roman C'nin hayatından, kıştan başlayarak güze kadar dört mevsimlik bir kesit sunar. Yazıldığı dönem ve koşullar dikkate alındığında, hayata bakış ve algılayış açısından çok ileride duran bir roman kahramandır C. Toplumun alışıla gelmiş kurallarına tek başına karşı çıkışı karaktere duyulan sevgiyi arttırmaktadır. Romanın anlatımı açısından bakıldığında da çok farklı bir eserle karşılaşıldığı görmekteyiz. Klasik roman anlatımından farklı olarak, monologların, iç konuşmaların, bilinç akışı tekniğinin, mektup, günlük gibi tarzların harmanlandığı;okuyan kişi açısından başlarda biraz zorluk yaratsa da dikkatini korumasını sağlayan bir tarza sahip. Bu özellikleri doğrultusunda Aylak Adam romanı okuyucuyu kolay kolay kendine yaklaştırmayan karakteri C ve okuyucudan çaba isteyen tekniği ile, modern edebiyat açısından önemli bir yere sahiptir.

Anayurt Oteli


Yusuf Atılgan'ın 1973'te yayımlanan Anayurt Oteli adlı romanı yayınlandığı dönemde pek çok tartışmaya konu olmuştur. Roman Zebercet isimli otel katibinin yaşadığı ruhsal kırılmayı ve sonuçlarını anlatmaktadır. Zebercet, katipliğini yaptığı otelde ortalıkçı kadın ve bir kedi ile birlikte yaşamaktadır. Tüm dünyası bu otelden ibaret olan, dış dünya ile iletişimi otele gelen müşteriler ve alışveriş yaptığı bir kaç yer ile kısıtlı kalan bir adamdır. İçinde yaşadığı kasabadan öteye öteye gitmemiştir. Yalnızdır. Sevilmemiştir. Bir perşembe gecesi gecikmeli Ankara treni ile gelen kadına aşık olur. O ana kadar ortalıkçı kadınla yaşadığı sevgisiz cinsellikten başka bir kadınla ilişkisi olmamıştır. Gecikmeli Ankara treni ile gelen kadının odada bıraktığı eşyalar artık onun için kutsallık derecesindedir. Ve o kadını beklemeye başlar. Hayal dünyasında yarattığı "onun geri geleceği" gerçekliği ile kendine çeki düzen vermeye karar verir. Berbere gider bıyıklarını kestirir, yeni kıyafetler alır, gençleşir. Ama o kadın gelmez. Gecikmeli Ankara Treni ile gelen kadının gelişi ve Zebercet'in onun gelmeyeceğini anladığı an onun hayatına büyük bir kırılma yaratır. Zaten çok anlamlı olmayan hayat Zebercet için tüm amacını da kaybetmiştir. 

Roman psikolojik çözümlemelerle dolu, detayların, betimlemenin çok önemli yer tuttuğu bir eser. Yusuf Atılgan bize o oteli ve insanları o kadar incelikle anlatıyor ki adeta kafamızda hepsini çizebiliyoruz, öyle ki Zebercet ile karşılaşsak tanıyabilecek noktaya geliyoruz. Bir insanın yalnızlığı, amaçsızlığı, tek düze bir hayatın içine kıstırılmış olma hali sizi tamamen sarıyor. Aydınlık bir günde okurken bile, kendinizi güneşin yüzünü göstermediği kasvetli bir kış gününü yaşıyor gibi karanlıkta hissediyorsunuz. Romanla ilgili döneminde yapılan eleştirilerden bazıları, Zebercet'in cinsellikle ilgili hayal ve yaşantısının romanda geniş yer bulması üzerineydi. Ancak ben bu eleştirilere katılmıyorum. Onun ruh halini anlamak için o anlatımların olması gerekli bence. Bunun dışında Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'da da dikkat çektiği bir noktayı yeri gelmişken burada belirtmek istiyorum "Adam kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil." (sf 13) Her ne kadar okuyan için kolay ve iç açıcı olmasa da edebiyat insana dair olanı anlatma sanatı olduğundan, bana göre, insani olan her şey edebiyatta yer bulabilmelidir. Bu açıdan her ne kadar rahatsız edici sahneleri göz önüne serse de bunları karakteri anlamamız açısından önemli buluyorum.

Son olarak edebiyatımızın az eser vermiş ancak gerek yarattığı karakterler açısından gerekse de anlatım tekniği açısından bu önemli yazarımızın eserlerini ilk fırsat bulduğunuzda okumanızı tavsiye ederim.

Kaynakça
Yusuf Atılgan'a Armağan, der. Turan Yüksel, Yapı Kredi Yayınları, 1992






25 Ocak, 2014



Bildiğiniz üzere Beğenmeyen Okumasın için daha önce inceleme-araştırma türündeki ilk kitap eleştirisini Gözde Benzet, Murat Gül’ün Modern İstanbul'un Doğuşu isimli eseri için yazmıştı. Bloğumuzun bu türdeki eser eleştirileri konusunda da genişlemesi gerektiğini düşündüğümüzden önümüzdeki süreçte daha çok inceleme-araştırma yazısı yazmayı planlıyoruz. Benim bu türdeki ilk yazımın Mark Mazower olması da hiç tesadüfi değil, zira kendisi akademik olarak hayranlık duyduğum birkaç isimden biridir ve bunu da bir kenara koyarsak Karanlık Kıta, eleştirilecek tarafları olmasına rağmen, 20. yüzyıl dünya tarihi kitapları seçkimde ilk üçe kesinlikle girer.  

Mark Mazower



Kitabın alt başlığı her ne kadar “Avrupa’nın 20. Yüzyılı” olsa da aslında eser bilindik tarih kitaplarından biraz farklı. Bir başka deyişle olayların salt kronolojik olarak sıralanmasından oluşmuyor. Aksine daha kitabın ilk cümlelerinden kendisini belli eden bir görüşü savunma temelinde yazılmış: Bugün medeniyet, çağdaşlık ve demokrasi gibi temelini Avrupa’ya atfettiğimiz birçok kavram aslında kıta için çok yenidir ve Avrupa’nın 20. yüzyılına baktığımızda bu kavramların bugün kıtada bulunması kaçınılmazın aksine rastlantısaldır.


“Kısacası, burada anlattığım kaçınılmaz zaferler ve ileri hamleler değil, kıl payı sonuçların ve beklenmedik dönüşlerin bir öyküsüdür.”

İşte Avrupa’nın 20. yüzyılı da bu rastlantısallığı bize örnekleriyle açıklama gücüne sahip bir periyod. Bu noktada yazarın temas ettiği önemli dönüm noktaları ve aynı zamanda gözlemleri var. Mazower, Avrupa’ya bakanların ve Avrupa’yı yazanların, faşist/otoriter yönetimlerin yükseldiği 1920’ler ve 1930’ları kıtanın büyük demokrasi tarihindeki bir parantez olarak gördüğünü, ancak bu yaklaşımın hatalı olduğunu savunuyor. Yani Faşizm aslında kısa süreli bir hastalık dönemi değildi… Avrupa’nın içinden çıkmıştı ve faşist uygulamaların bazıları da 1945’ten sonra bile kıtada mevcuttu. Hatta, Mazower, faşizmi komünizm ve liberal demokrasiyle karşılaştırıldığında en Avrupa merkezli ideoloji olarak görüyor da diyebiliriz.


“Avrupa’nın kendi değerler sistemi neydi? Liberalizm bunlardan sadece biriydi ve başkaları da vardı. Avrupa’nın yirminci yüzyılı bunların çatışmalarının öyküsüdür.”

Bu noktada, aslında, Karanlık Kıta Marksist tarih yazıcılığına da bir eleştiri sunuyor. Mesela, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nda tüm 20. yüzyılı komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele üzerinden anlatarak, faşizmi bir noktada ıskaladığını ya da onu kapitalizmin ulaştığı son nokta olarak gördüğünü söyleyerek, buna karşı çıkıyor. Kısacası, Mazower’a göre kıtada hüküm süren faşizme ya da otoriter rejimlere bir şeyin farklılaşmış hali olarak bakmak problemli bir yaklaşımı temsil ediyor.


“Değerler ve ideolojilerdeki farklılıklar ciddiye alınmalı ve basit bir şekilde sınıf çıkarlarının göstergesi olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle faşizm yalnızca kapitalizmin başka bir türü değildi.”


Kitabın bu söylemi, farklı tarih yazım gelenekleri tarafından eleştiriye açık olsa da, yine aynı dönemde okuduğum Aşırılıklar Çağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini yalnızca 1929 İktisadi Buhranı’na bağlamasını, şahsi olarak (çok önemli bir müessese olduğumdan değil, dış politika çalıştığımdan) problemli gördüğümü belirtmeliyim.


Kitabın bir başka odak noktası da, Avrupa merkezli tarih yazıcılığının, faşizmi bir parantez olarak görürken, bir de coğrafi olarak Avrupa terimiyle oynama eğiliminde olduğudur. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Avrupa Topluluğu bugün Avrupa’ya özgü çağdaş bir değerler sistemi olarak aktarılırken, kıtanın diğer yarısında kalan komünist Doğu Avrupa rejimleri hiçe sayılmaktadır. Oysaki 1960’ların ve 1970’lerin iktisadi ve siyasi istikrar döneminde, kıtanın bir de doğu tarafı bulunmaktaydı ve bu doğu tarafı da en az batısı kadar incelenmeyi hak etmekteydi. Aynı şekilde, Portekiz ve İspanya da- Avrupa dediğimiz yerde- uzun süre diktatöryel rejimlerini koruyabilmişlerdi. 


Bu tarz coğrafi oynamalar, yani Avrupa’nın bir kısmının Avrupa olarak görülüp görülmemesi, anlatının gidişatına göre değişmektedir ki, bu da yine problemlidir. Bu bakımdan Karanlık Kıta, bu bölünmeyi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Karanlık Kıta, Bilgi Ün. Yayınları
Tüm bunları aşmaya çalışırken eser ortaya aslında bizim bildiğimiz Avrupa düşüncesinden daha karanlık bir şey çıkarıyor. Peki, Avrupa’nın 20. yüzyılının karanlık noktaları nedir? Başka deyişle, hasıraltı edilmiş Avrupa ne demektir? 1930’larda yaşanan ve doğusu ile batısı ile Avrupa’yı kaplamış otoriter rejimler; 1940’ların ilk yarısında milyonları katletmiş olan İkinci Dünya Savaşı; 1940’ların ikinci yarısındaki toplumsal kriz ve sonrasındaki döneme de damgasını vuracak olan Soğuk Savaş; bir Batı Avrupa şehrinin bölgelere ayrılması; Stalinizm; 1950’ler sonrası Altın Çağ olarak gösterilen demokrasi ve ekonomide gelişme, ancak demokrasinin büyüdüğü yerde Portekiz ve İspanya gibi otoriter yönetimlerin görmezden gelinmesi; aşırı sağın ılımlı sağa dönüşmesi ama Avrupa’ya gelen göçmenlerin maruz kaldıkları kötü muamele; 1970’lerden itibaren refah devletinin çöküşü ve kriz; 1989 sonrası komünizm çökerken Doğu’da ortaya çıkan kriz; 1990’larda Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da yaşanan savaş ve Batı Avrupa’nın bu kıyıma uzunca bir müddet seyirci kalması… Bu örneklerin hepsi, 1920’lerden itibaren Avrupa’nın çok yol kat etse de, karanlık bir tarafının hep mevcut olduğunu gösteriyor. Aslında bu yönüyle kitap, kabul edilmek istenmeyen bazı olguları okuyucunun gözüne sokmakta epey başarılı…

Başarılı bulduğum bu kitabın eksiklikleri yok mu? Tabii ki var… Birincisi, kitap periyodik olarak 1. Dünya Savaşı sonrasından başlıyor. Bu bakımdan aslında bence çokça önemli olan Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi, 20. yüzyıl için sadece bu kitabı okusak, varlıklarından bihaber olabileceğimiz, birkaç paragrafla geçiştirilmiş olgular olarak göze çarpıyor. İkinci olarak, sanırım Mazower da benim gibi 20. yüzyıl tarihinin 1930 ve 1940’larını daha çok seviyor. Çünkü kendisinin 1930’lar ve 1940’lar anlatısı çok çok güçlü iken, aynısını 1950 sonrasında çok göremiyorsunuz. (Zaten, “karanlık” bulma çabasında kendisine en çok yardım edecek periyodlar da bunlar. Diğer tüm karanlıklar 1930’lar ve 1940’ların gölgesinde ve biraz hafif kalıyor.) Bana kalırsa, Komünizmin çöküşü ve Yugoslavya’daki savaşı anlattığı son bölüm, kitabın en zayıf halkası. Ancak bunların dışında, akademik tartışmalardan takip ettiğim şekliyle, kitabın olay örgüsü açısından zayıf olduğu görüşüne katılmıyorum. Çünkü başlangıçta da dediğim gibi eserin amacı olayları tek tek sıralamak değil. Bu tarz eleştiri yapanlara önerim Türkçe öğrenmeleri, zira argümansız olay yazmakta çığır açmış bir milletiz.

Türklerden bahsetmişken, bir noktanın daha altını çizmem gerek. Argümansız olay yazmak gibi bir başka çığır açtığımız nokta da, Batı’nın aslında ne kadar “karanlık” olduğunu kanıtlama çabamız. Bu yazıyı yazma amacım bir Batı eleştirisi ya da Doğu güzellemesi yapmak değildi. Sadece alışık olduğum anlatının biraz dışına çıkmış, tüm eserlerini takip etmeye çalıştığım bir akademisyenin beğendiğim bir kitabını inceleme isteğimdi. Yoksa, herkesin komşusunun dedikodusunu yapmadan önce kendi kapısının önündeki pisliği süpürmesi taraftarı olduğum akılların bir köşesinde kalsın efendim. 


Son olarak, bu kitabı alan okuyan ve seven, ya da alıp okuyacak ve seveceklere tavsiyem, yazarın Selanik, Hayaletler Şehri kitabı. Uluslararası ödüller almış bu eserin belki Karanlık Kıta’dan daha güçlü olduğunu dahi söyleyebilirim. Mazower’ın çalışmalarının iki tanesinin daha Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu da belirtelim: Büyülü Saray Yok ve Hitler İmparatorluğu. Umarım bir gün bir kitabını da ben çeviririm deyip, sizlere iyi okumalar ve güzel Cumartesiler diliyorum!

20 Ocak, 2014

"Kendime soruyorum, acaba bedenimin içinde karanlık bir yer var mı diye, uzak bir bölge, en önemli anılarımın üst üste yığılıp balçığa dönüştüğü yer."


Türkiye insanının edebiyatla -hali hazırdaki az ve zayıf olan- ilişkisine kendi deneyimim üzerinden bakınca yüzümüzü net bir şekilde batıya dönmüş olduğumuzu görmek mümkün. Batı bizim için örnek alınması ve ulaşılması gerekilen bir fenomen olarak, kültürel tercihlerimize de etki etmiş denebilir. Bu bağlamda ben de "daha iyi bir edebi bakışa sahip olmak istiyorsak Amerikan, İngiliz, Fransız gibi gelişmiş batı kültürlerinin edebiyatlarını okumalıyız" gibi bakış açısına sahip olduğumdan Hazar denizinin doğusundaki kültürlere çok hakim değilimdir. Ancak bu yazının konusu olan yazar Haruki Murakami, bu konudaki fikrimi değiştirmiş durumda. Bu yazımda yazarın beşinci romanı olan "İmkansızın Şarkısı"nı yorumlayarak, 1Q84'ten sonraki ikinci Murakami analizimi yapmış olacağım.
Hikayemiz, 37 yaşındaki ana kahraman Toru Watanabe'nin Hamburg'a yaptığı uçak yolculuğu sırasında Beatles'in "Norwegian Wood" -Türkçe isme de ilham kaynağı olan- şarkısını dinlemesi ile başlar (Hiçbir hizmetten kaçınmadık ve linki ekledik, aşağıda). Anılar onu 20 yıl öncesine, üniversite yıllarına götürür. En yakın arkadaşı Kizuki intihar etmiştir. Kizuki'nin kız arkadaşı Naoko -ki ablası da aynı yaşlarda intihar etmiştir- ise bu trajik olayın travmasını yaşamaktadır. Aynı acıyı paylaşan Watanabe ve Naoko birbirlerine daha da yaklaşırlar ve birlikte olurlar. Bu olaydan sonra Naoko, kendi isteğiyle sanatoryuma yatar.

Bu dönemde Watanabe yurttaki yakın belki de tek arkadaşı Nagasawa ile takılmaya başlar. Watanabe ve Nagasawa; blog ekibi olarak bizim de çok sevdiğimiz Muhteşem Gatsby romanı vasıtasıyla yakınlaşmışlardır. Nagasawa, Watanabe'ye göre oldukça dominant ve acımasız denebilecek boyutta bencil bir insandır. Tek gecelik ilişkiler yaşadıkları kızları, Nagasawa'nın maddi imkanları ile farklı restaurantlara ve barlara götürürler. Gene böyle bir akşamda Watanabe, Naoko'nun tam zıttı bir karakter olan Midori ile yakınlaşır. Midori; hayat dolu, canlı bir kızdır. Midori'nin ilgisine rağmen, Watanabe için Naoko önemi korur, sanatoryumda onu ziyaret eder ve Naoko'nun arkadaşı Reiko ile o da arkadaş olur. Roman boyunca Watanabe'nin diğer insanlarla olan diyalogları ve bu ilişkiler üzerinden geliştirdiği duygularına şahit oluruz. Bundan sonrasında olan önemli ve romana yön veren olayları aktararak okumak isteyenlerin heyecanını kaçırmak istemiyorum ama kısaca "tarih tekerrürden ibarettir" ve "bazı şeylerin kıymeti kaybedilmeden anlaşılmıyor" demek mümkün.

Romanı genel hatlarıyla bu şekilde özetledikten sonra bende bıraktığı izlenimden söz etmek istiyorum biraz da. Okuduğum ikinci Murakami kitabı ve kesinlikle sonuncusu olmayacak. 1q84 kitabında da olduğu gibi yalın, akıcı, basit kelimelerle kurulmuş cümleler akıp gidiyor önünüzde. Vurucu bir hikaye ve naif karakterler, soslu bir anlatıma ihtiyaç duyulmadan anlatılmış ve içe işliyor. 1968 hareketinin de arka planda olduğu ortamda yoğun duyguların ve aşkların merkezinde Watanabe var. Saf aşkı arayanların kafa karışıklığı, okuyucuya çok iyi aktarılmış. Romandaki kimi karakter bunu delirme aşamasına gelerek yaşarken, kimi nihilizmin sınırlarında dolaşıyor. Ölüm de aşk kadar önemli bir konu kitapta ama genel kullanılan anlamının çok ötesinde. "Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır" cümlesinde de dendiği gibi ölümü trajik, hayatı kesintiye uğratan bir öğe olarak değil; akışın bir parçası. Bu yüzden de farklı ölümler ve intiharlar, imkan verdikleri başka olaylara açılan kapılar gibi bir izlenim bırakıyor insanda. Kısaca diyebilirim ki anlattığı her şey, söylenen her diyalog bize çok yakın ve devamlı aklımızda ve dilimizde olan konular ama öyle bir işlenmiş ki sanki ilk defa karşılaşmış gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden de okunmasını tavsiye ettiğim ve benim de zevkle okuduğum, hatta ileride tekrar okumayı düşündüğüm kitaplardan. Meraklısı için bir dipnot: Kitabın filme uyarlanmış hali mevcut, ancak bazı yerlerde okuduğum yorumlara göre pek de beğenilmemiş. Karar sizin.

18 Ocak, 2014

''Tanrım, gökyüzü o gün ne kadar da maviydi!'' (s.86)




Öyküsünü okuduğumuz kahramanların içinde yüzdüğü bir olgu silsilesi vardır. Okurken ya bir mücadeleye tanık oluruz ya da bazen bu olgular salondaki fil gibi ortada kalır ve görmezden gelinir. Konu Beyrut ve zaman 1970’ler öncesi olduğunda ise tarih bu sahnenin ortasında bir fil terbiyecisi olarak tüm kontrolü eline alır. Bunu görüp görmemek ise biz-okuyucuların takdirine kalmış.

Bize öyküsünü anlatan İsyan Kitabdar’ın ve ailesinin geçmişi pek çok sosyal ve tarihsel kırılmalarla doludur. Zaten romandaki karakterler sanki yaşadıkları tarihin bir temsilcisiymişçesine somutluğa bürünmektedir. İlk kırılmalar 1900’lü yıllarda başlar. Osmanlı’nın “hasta adam” olduğu dönemlerde bir gürültü ile sessizliğe gömülmesi padişahın kızı, İsyan’ın büyükannesi İffet ile vücut bulur. Beyrut’un bir dönemler çatısı ve geçmişi olan Osmanlı İmparatorluğu gibi, İffet de Kitabdar ailesinde Osmanlı’nın ve anneliğin sadece sembolik bir suretidir. Kitabdar ailesinin sessiz ve görece pasif duran İffet karakteri arka planda artık göz ardı edilmiş bir geçmiş, bir tarih olarak var olur.

“Adana’da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi.”(s.26)

Babası yaşadıkları Adana’da Ermeni olan Fen öğretmeni Nubar ile derin bir dostluk kurar. O dönemde yavaş yavaş başlayan Ermeni meselesi ile aile Adana’da zor günler geçirir. Babası, Osmanlı hanedanlığından kalan soylu kimliği ile ihtilalci kişiliği arasında kalmıştır. Ama aslında bu düzen karşıtı kimliğini yaratan soylu geçmişidir. Daha sonraları Nubar’ın kızı ile evlenir ve anne tarafından Ermeni, baba tarafından Türk olarak İsyan dünyaya gelir. 

İsyan’a göre babası “Prens olmasaydı, ihtilalci olmazdı.” (s.33) İsyan’ın babası yıkılmış bir imparatorluğun kızgınlığının ve hayal kırıklığının yansımasıydı.  Bunun can çekişmesini ise geçmiş tutkusunu geleceğe tezahür ettirerek gösteriyordu. “Gelecekten çok, geçmişe mi bakıyordu? ... Alt tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak?” (s. 33) İçinde yaşadığı bu çelişkiyi çocukları için kurduğu hayallere yansıtır ve ismi ile başlayarak oğlu İsyan için devrimci olacağı bir gelecek çizmek ister.

Ancak babasının beklentileri İsyan’ın ailesinden ve babasından kaçışını getirir ve o da kendi tarihini yaşamaya başlar. Başarılı ve çalışkan bir öğrencidir. Ermeni meselesinden kaçıp taşındıkları Beyrut’tan, Fransa’da tıp okumak üzere ayrılır. Burada şans eseri ve hiç bilmeden kendini Direniş Örgütü-Özgürlük içinde bulur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kurulan bu örgüt Nazizm ve savaş karşıtı olarak çalışmaktadır.

“Nazizmden, Fransa'yı işgal ettiği gün değil,  Almanya'yı işgal ettiği gün nefret ettim.” (s.54)
  
Fransa’da hem hayatının aşkını bulduran hem de babasının rüyasını gerçekleştiren tesadüfler İsyan’ın hayatını bambaşka bir yöne çevirir. İsyan yaşadıkları ve bu yaşadıklarına yaptığı yorumlar ile gerçekte böyle bir insan olabilir mi acaba diye okuyucuya sorduruyor. Arka planda gerçekleşen savaşın ve ayrımcılığın acı veren gerçekliğine inat masalsı, gerçek olamayacak kadar umut dolu bir karakter portresi çiziyor.

İsyan, Bakü’ye* dönüşerek kendi geleceğini kurup kendi tarihini İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamıştır. Aşkı Clara ile beraber yaşayacakları tarih ise İsrail-Arap savaşının acılarını taşır. Bu süreçte yaşamak zorunda kaldıkları savaşın kaçınılmaz acılarını yazar kesinlikle çok iyi hissettiriyor. Kitaptaki, aşka ve hayattaki günlük mücadelelere dair yaptığı tasvirler insanın içine dokunuyor, her bir cümlesinin altını tek tek çiziyorsunuz.

‘Engel yokmuşçasına yürümem yeterliydi. Düşüş işte böyle başlar.’ (s.99)

Doğunun Limanları sadece İsyan adlı görüp görebileceğiniz en mütevazi, samimi, içten ve romantik bir karakterin hikayesini değil ama tarihi/geçmişi göz ardı edemeyeceğinizi siz onunla yüzleşmezseniz de onun sizinle hesaplaşacağını anlatır. 

‘Bazıları, geleceğe inanmaya devam ettikleri için sabrederler.’ (s.135)

Amin Maalouf belki bu tarihsel olaylara çok derin çözümlemeler sunmuyor ama bazen tarihin kendi geleceğimizi yüzleşilmesi gerekilen bir geçmişe dönüştürebileceğini en iyi şekilde dile getiriyor.

“Her kökten insanın yaşadığı Doğu limanlarında, yan yana yaşanan ve dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin anımsanması mı? Geleceğin habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı yoksa geleceği hayal edenler mi?” (s. 33) Bu düşü gören ve hayalini gerçek kılmaya çalışan nice güzel canları anarak yazımı bitiriyorum.

Yazdığı karakterlere benzer tecrübeler yaşamak zorunda kalan Amin Maalouf’un edebi serüveni ve Beyrut hakkındaki kısa belgeseli Ece Temelkuran’ın sunumuyla izlemek için linke tıklayın!



* Dedesi Nubar, İsyan’a Ermenice ‘Abaka’ yani gelecek anlamına gelen bir isim takmıştır. Zamanla bu ad “Bakü’ye” dönüşür. Direniş sırasında bu adı kullanır ve anılır.

12 Ocak, 2014

"Bir gün" demiştin bana, "gün batımını tam kırk dört kez izledim!" Sonra da, "Biliyor musun," diye ekledin. "İnsan gün batımını çok üzgün olduğunda seviyor." 
"Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm..."

Bu akşam yine kendime meydan okuyorum ve "Kürk Mantolu Madonna"dan sonra benim için 'kutsal' nitelikli olan bir başka kitabı, "Küçük Prens"imi seçiyorum yazmak için. Oldukça yalın ama bir o kadar karmaşık ve derin bir kitap bu, tıpkı baş kahramanı olan Küçük Prens gibi; B 612 Astreodinin saf, buğday tenli, altın saçlı, meraklı prensi gibi...
"Küçük Prens"i en basit haliyle, Antoine de Saint-Exupéry isimli bir Fransız pilot ve yazarın büyükler için yazdığı bir çocuk romanı olarak tanımlayabilirim. Antoine de Saint-Exupéry'nin, 1944 yılında intihar mı yoksa kaza mı olduğu hala bilinmeyen bir nedenle Akdeniz'de kayıplara karışan uçağının kalıntıları, 2004 yılında Marsilya açıklarında bulundu. Uçakta hiçbir kurşun ya da çarpışma izine rastlanmaması ve son uçuşundan bir gece önce hiç uyumaması, çevresindekilere intihardan söz etmesi, bu ölümün çok da kaza olmadığı yönündeki savı destekliyor. Benim inancıma göre ise, o şu anda B 612'de inatçı ve tatlı arkadaşı Küçük Prens'le beraber...
Her ne kadar sadece çocuklara yönelik yayınlar yapan Mavi Bulut Yayıncılık tarafından basılmış versiyonu en yaygın olarak okunsa da Küçük Prens'i sadece çocuk kitabı olarak tanımlamak ona yapılmış büyük bir haksızlık olur. Aksine, bence Küçük Prens bir çocuk kitabından çok, 'büyük' kitabı. Gün batımını seyretmek için yapması gereken tek şeyin sandalyesini biraz kaydırmak olduğu B 612 Asteroidini, bir çiçekle yaşadığı sorunlar nedeniyle terk edip başka gezegenlere yaptığı ziyaretlerde o kadar çok şey öğreniyor ve hatırlıyoruz ki onunla birlikte... Gittiği  ve hepsinden "şu büyükler çok tuhaf" yorumuyla ayrıldığı gezegenlerde sırasıyla karşılaştığı kral, kendini beğenmiş adam, ayyaş, iş adamı, fenerci, coğrafyacı ve pilot Saint-Exupéry ile diyalogları, unuttuğumuz ya da hiç düşünmediğimiz şeyleri oldukça saf ve yalın bir şekilde yüzümüze vuruyor. Krallara göre diğer bütün canlılar kuldu mesela ya da kendini beğenmiş adamlar sadece övgü sözlerini duyarlardı. Bunları anlamıştı, evet ama çok içtiği için utanan ve bu utancını unutmak için içen adam minik aklını karıştırmıştı prensimizin ve tüm gün yıldızları sayıp, bulduğu sayıyı bir kağıda yazıp çekmecesine koyan iş adamının gezegeninde anlamıştı ki, "önemli işler konusunda büyüklerinkinden farklı düşüncelere sahipti". Dünya'ya geldiğinde, birazdan bahsedeceğim yılan ve tilkiyle karşılaşmasından sonra, Küçük Prens Sahra Çölü üzerinde uçağı arızalanan Saint-Exupéry ile karşılaştığında ise hem ona hem de "tek bir çiçeği koklamamış, tek bir yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş, yaşamı boyunca yaptığı şey bir takım sayıları toplamak" olan ve hep "çok önemli işleri" olan biz büyüklere aslında birer "mantar" olduğumuzu söylüyordu. 
Asıl önemli olan gözle görülmeyendir.
Dünyaya ilk geldiğinde çölde kendini çok yalnız hisseden Küçük Prens'e, karşılaştığı yılan Dünya hakkında önemli bir bilgi veriyordu: "İnsanların arasında da yalnızdır insan." Ama ona asıl sırrı bir tilki verecekti. Kendisiyle oyun oynamasını istediği tilki ona, ancak onu evcilleştirirse oynayabileceğini söylemişti ve eklemişti "Beni evcilleştirirsen birbirimiz için gerekli oluruz. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun (...) Beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim." Bu sözlerle B 612'de terk edip bıraktığı çiçeği tarafından evcilleştirildiğini anlamıştı Küçük Prens ve tilkiden de kendisini evcilleştirmesini istemişti. Ama unutmaması gereken bir şey vardı: Önemli olan evcilleştirdiğimiz şey için harcanan zamandı ve evcilleştirdiğimiz şeyden sorumluyduk. Evcilleştirdiği çiçeğinin yanına geri dönmek için tilkiye veda ederken  bir sırra sahipti Küçük Prens: "İnsan yalnızca yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez." Bu sırrı Küçük Prens'le birlikte ben de unutmamalıydım.
Hikayenin bundan sonrası oldukça hüzünlü. Küçük Prensi'in çiçeğine geri dönmek için yılanla anlaşma yapması, pilotun onunla vedalaşması, ölmüş gibi olan ama aslında ölmeyen küçük kahraman. Ne öğrenmiştik tilkiden? "İnsan evcilleştirilmeyi kabul etti mi, biraz göz yaşını da göze almalı." 

Saint-Exupéry'nin deyimiyle "dünyanın en güzel ve en hüzün dolu görüntüsü" ile bitiriyorum bu yazıyı. Küçük Prens gök yüzündeki beş yüz milyon yıldızın birinde yaşıyor ve sadece bunu bilmek bile yıldızları anlamlı kılıyor.
 
 

11 Ocak, 2014




İlk defa bir Philip Roth romanı okudum, diğer romanlarını da almayı ve edebiyatını daha yakından takip etmeyi diliyorum. Nemesis Philip Roth'un 32. romanı ve 2010 yılında basılmış. Kitap Newark'ta bir mahallede yaşanan polio vakasının etkilerinden bahsediyor. Böyle söyleyince çok bilimselmiş gibi bir izlenim oldu fakat kimsenin önüne geçemediği bu hastalığın yayılma sebebi bilimsel olarak hiçbir zaman kestirilemiyor ve polisiye romanlarda katili arar gibi, polionun yayılmasının ardındaki nedenin hava, su, toprak, insan nefesi, kirlilik vs. olup olmadığı bilinmeksizin olanları kimi zaman ana karakter Mr. Cantor'un (yani Bucky'nin) gözünden izliyor ve düşünüyorsunuz: Ne zaman duracak bu meret?

Palio'nun etkisiyle sarsılan bir Yahudi mahallesinde Mr. Cantor atletizmi, adaleti ve küçüklüğünden beri dedesinden öğrenmiş olduğu dürüstlük, görev bilinci ve korkusuzluk gibi prensipleri temsil etmektedir. İtalyan paliolu bi grubun Yahudi mahallesine gelip etrafa tükürerek bulaştırmaya çalıştığı bu hastalık, ilk başta "olur mu öyle şey?" dedirtse de, bu ziyaretten sonra hızla yayılmaya başlıyor. Hikaye duygu sömürüsü yapmaksızın yoğun bir edebiyat zevkiyle okunabilecek bir kurguyla ilerliyor. Tanrının varlığını sorgulamaya başlayan Mr. Cantor mudur yoksa yazar mıdır bilemeyiz kimi zaman kitapta, bazen ikisini ayırdetmek zorlaşır. Bir cenaze sahnesi ancak bu kadar skeptik ve güzel anlatılır: 

"Tanrı'nın kadiri mutlaklığını öven ve çocuklar da dahil her şeyin ölüm tarafından yok edilmesine müsaade eden bu aynı Tanrı'yı hesapsızca, bıkıp usanmadan göklere çıkaran matem duasını okuyan hahama herkes eşlik etti. Alan Michaels'in ölümü ve hep bir ağızdan Tanrı'yı yücelten Kadiş duasının okunuşu arasında Allah'ın ailesinin onlara verdiği bu dayanılmaz acı yüzünden Tanrı'dan nefret edip ikrah getirmesi için yirmi dört saat kadar bir vakti olmuştu- tabii Alan'ın ölümüne böyle bir tepki vermek akıllarının ucundan geçmezdi, özellikle de Tanrı'nın gazabını üzerlerine çekerek O'nu Larry ve Lenny Michaels'i ellerinden alıp Alan'ın peşinden yollamaya teşvik etmekten korkarken." (s. 53)

Tanrı çocukların canına kast edecek kadar gaddar olamaz Mr Cantor'a göre. Hikayenin tamamını anlatmak ve romanın sonunu söylemek istemiyorum. Fakat İkinci Dünya Savaşı zamanında paliolu mahalleden sevgilisinin isteği üzerine ayrılarak bir izci kampında beden öğretmenliği yapmaya başlayan Mr. Cantor sürekli askerdeki arkadaşlarının yerlerinde olmamaktan dolayı suçluluk duymaktadır. Palio ile savaşmadığı için de... ta ki izci kampında da palionun etkileri görülmeye başlayıncaya dek. Bir yandan kendini suçlu bulur bir yandan da beden öğretmeni olarak çocuklarla paylaşacak çok şeyi vardır. Bedenen sağlıklı oluşu ile askere gitmiyor oluşu büyük bir tezatmış gibi gelir ona. Aşkı Marcia'nın doktor olan babası ona şöyle der: "Sen vicdanlı bir insansın, vicdan da seni kendi sorumluluk alanının ötesindeki şeyler nedeniyle kendini suçlamaya sevk etmediği sürece değerli bir nitelik." (s.70) Marcia'yı çok seven Bucky aslında kendisini onun kültürlü ve eğitimli ailesine layık görmemektedir. Marcia'nın siyah tenli bedenini, "hayatta çok nadiren bir şey simsiyahtır" dedirten saçlarını, incecikliğini ve en büyük kardeş oluşunun getirdiği koruyuculuğunu sevmekte ve onunla olmaktan dolayı mutluluk duymaktadır. Ama savaş zamanı mutluluk, suçluluk duygusunu da beraberinde getirir. Gece yattığı zaman paliodan ölen çocukları düşünür. Çocuklar okul bahçesinde oynayıp ne pahasına olursa olsun çocukluklarını yaşamalı mıdır? Yoksa onları eve tıkıp palio belasından korumak mı gerekir? Veliler çocuklarını okula göndermeye devam eder. Mr Cantor çocukları en çok 23 yaşındayken attığı ciritlerle etkiler, tüm çocukların gözünde aslında o bir ilahtır... 

Her şey insanın elinden yitip gider, hayatta ne kalırsa elimize işte bazen bir gururumuz kalır şaka yapmayı, dalga geçmeyi, kendimizle alay etmeyi bilmiyorsak. Bazen alay edilemeyecek kadar kötü durumlara düşeriz de adaletsiz dünyada kızgınlığımızı yenemeden yaşar gideriz. Kimi zaman bu kızgınlık bizim sağlığımıza, işimize ve aşkımıza engel olurken, kimi zaman her şeyin ağır aksak devam ettiği ama yüzümüzün pek de gülmek istemediği bir hayata sebep olur. İnanışların sorgulandığı felaket zamanlarında akıldışı açıklamalar yapanlar çıkar... İnsanın deliresi gelir. Kimisi ise sadece affetmek ister, affetmek ise mahkemelerin, hastanelerin, bürokratların işi değildir... Affetmek sadece insanı rahatlatır bir nebze. Gerçekten affedebilirse insan. Çoğu zaman bir insandır affedemediğimiz. Mr. Cantor ise Tanrı'yı affetmez. 

Dilerseniz ayrıca Roth'un bu kitabına dair güzel bir yorumu Guardian'da bulabilirsiniz: http://www.theguardian.com/books/2010/oct/03/philip-roth-nemesis-book-review



Philip Roth önceden okuma fırsatı bulamadığım, "ben nasıl olmuş da keşfetmemişim?" dediğim bir yazar. Deniz Koç'un çevirisi çok başarılı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan Edebiyatı'nın en üretken ve saygı gören romancılarından olduğunu da burada belirtelim. Nemesis dışında Türkçeye çevrilmiş diğer kitapları şunlar: Portnoy'un Feryadı (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Özden Arıkan), Shylock Operasyonu: Bir İtiraf (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Aysun Babacan), Aldatma (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Didem Hızkan), Bir Komünistle Evlendim (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Orhan Yılmaz) ve Ölen Hayvan'dır (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Can Kantarcı), Sokaktaki Adam (YKY, Çeviren: Kaya Genç), Öfke (YKY, Çeviren: Şeyda Öztürk), Nemesis (YKY, Çeviren: Deniz Koç). Yazarın ayrıca Amerikan Tarihçileri Ödülü'ne, PEN/Nabokov, PEN/Faulkner ödülüne ve PEN/Saul Bellow Ödülü'ne sahip olduğunu da söylemeden geçmeyelim.


10 Ocak, 2014

Bir takipçimizin seçtiği "Lupo'nun Adı"ndan sonra okumak için seçtiğimiz kitap "Trainspotting" oldu. Ekipten Burcu ve Merve Beşiktaş Alkım'da "Hangi kitabı alsak, acaba bu nasıldır?" diye dolaşırken Burcu "Trainspotting"in arka kapağını ilgi çekici bulup, almaya karar verdi. Ne diyor arka kapakta? "Trainspotting, dibe vurmaktan çekinmeyenlerin öyküsü. Kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu hayatların baştan kabulü… Trainspotting, şimdi ve her zaman, bir iş-bir eş-bir yuva masallarıyla doymaktansa hayatın gerçekleriyle aç kalmayı seçenlerin gün sonu özeti. Yaşamlarını kariyerle ya da ilişkileriyle anlamlandırmaya çalışanlara inat, bambaşka şeylerin üzerine şeytan arabalarıyla tam gaz gidenlerin çarpıcı, unutulmaz, kafası güzel ve hazmı zor hikâyesi Trainspotting."



Gözde ve Merve'nin kitabın çok sert olması yönündeki tüm uyarılarına rağmen "Trainspotting" okuma kitabımız haline de geldi. Kitabı seçiş hikayemiz böyleydi ama kitap buluşmamızda kitabı bitirmeyi başaran az kişi vardı. Çünkü kitapta kullanılan dilin argo yüklü olması ve anlatılan "iğrençlik"lerin sertliği okumayı gerçekten de zor bir hale getiriyordu.


Ekip arkadaşlarımızın bir kısmı İstanbul'da bulunmadığı için buluşmamıza katılım diğer buluşmalarımızdan daha düşüktü. Kitabın okunma sayısı da düşük olunca biz de kitap hakkında eleştiri yapmaktan çok Mine'nin doğum günü kutlaması ve bir sonraki kitabımızın seçimine ağırlık verdik. 


Bu arada unutmadan belirtelim bir sonraki kitabımız Selim İleri'den "Mel'un".


"Trainspotting" sevilmesi zor bir kitap olsa da, kitabı bitirmeyi başaran ekip üyelerimizin kitabı sevdiğini belirtebiliriz. İlk 70-80 sayfasının okunması, anlatılan -kelimenin gerçek anlamıyla- pislikler dolayısıyla zor ve mide bulandırıcı denebilir. Tavsiyemiz aç karnına ve metrobüs, tren, vapur, hatta uçak gibi toplu taşıma araçlarında okunmaması yönünde. İlerledikçe küfür ve argo kullanımı azalmasa da, kitabın akıcılığı artıyor, hatta bazı satırların altını bile çizebiliyorsunuz. Bu hususta başka bir tavsiyemiz; sevdiğiniz, saydığınız, iş yaptığınız kişilerle iletişim halinde iken okumayınız. Çünkü size seslenildiğinde en basit ve 'terbiyeli' şekliyle "Ne var be b.k?" gibi cevaplar verebilme olasılığınız çok artıyor.


Şaka bir yana kitap dışlanmış, eğitimsiz, işsiz gençlerin 'hayat'la olan dertlerini gayet net ifade ediyor. Uyarıcı maddelere ilişkin övgü ya da yergi yapmıyor, olanı olduğu gibi gösteriyor. Hatta kitabı baştan sona okuduktan ve üstüne filmi de izledikten sonra uyarıcı maddelere ilişkin bakışınız tamamen tiksinme ve kaçınmaya dönüyor. Özellikle Renton'ın uyuşturucudan kurtulması için evde annesi ve babası tarafından bakıldığı zamanın anlatıldığı kısım okunmaya ve izlenmeye değer.  Anlatım tarzı ve kurgusu açısından anlaşılması, faklı karakterlerin ağzından anlatılan bölümler ve her karakterin birden fazla adı olması nedeniyle, biraz zor ancak keyifli.


Biraz bulanık da olsa buluşmadan bir kare


Şimdi geldik bir klasik olan "Ne dediler?" kısmına:

Burcu: "Sert ama ruhumun derinliklerine işleyemedi."
Hazal:  "Tuvalet kısmına kadar iyi dayandım bence ben"
Gözde: "Kusura bakmayın ama ben bunu okuyamayacağım"
Mine:   "Ben de okuyamayanlar kulubündeyim!"
Merve:  "Filmi yıllar sonra tekrar izleyince kitap daha iyiymiş bence."

06 Ocak, 2014



Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti.”
“… Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil.”

Zülfü Livaneli’nin, bazen güçlü bir mizah, bazen de sarsıcı bir hüzünle yazdığı ama her daim samimi ve akıcı bir dile sahip olan bir romanı Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm. Herkesin kendinden bir parça bulabileceği derinlikte ve ustalıkta yazılmış bu eser, 2001 senesinde  Yunus Nadi roman ödülünün sahibi oluyor.

Livaneli, uzun bir yazma süresinin ardından bu kusursuzluğa ulaştığını söylüyor. “Bu roman benim için şimdi bitti, yani yazılmaya başlamasından yirmi dokuz yıl sonra” diyor kitabının önsözünde.   

Roman, Sami’nin 12 Mart döneminde başına gelen korkunç bir olay nedeniyle İsveç’e siyasi mülteci olarak gidişinden sonra yaşadıklarını, zaman zaman kahramanın kendi geçmişine doğru yaptığı zihinsel yolculuklarla birlikte konu alıyor. Romanın ana konusunu ise Sami’nin, Stockholm’e kendisi gibi iltica etmiş olan arkadaşlarıyla birlikte darbe döneminin eski bir bakanına karşı hazırladıkları bir intikam planı çerçevesinde gelişen olaylar oluşturuyor. Bu süreçte Sami, özlem ve öfke, bağışlamak ve intikam almak arasında gelgitler yaşayacağı bir yenilenme dönemine giriyor.

Bu kitabında Livaneli, 12 Mart darbesini, hem siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir gencin yaşadıkları üzerinden hem de darbe döneminin eski bir bakanının gözünden değerlendiriyor. Bir yandan da batılı bir ülkede siyasi göçmen olarak verilen var olma mücadelelerini kaleme alıyor ve birilerine göre hep “öteki” ya da birey olma/olamama hallerini irdeliyor. Romanın bu iki ana konusuna, kitap boyunca yapılan psikolojik tahliller ve bu tahlilleri destekleyen çarpıcı bir kurgu da eşlik ediyor.

Aslında Livaneli bu kitaba başladıktan epey bir süre sonra yazmaya ara vermiş. “Bunun nedeni, olaylara ve karakterlere fazla yakın olduğumu düşünmem ve ‘gerçeğe gerçekdışından ulaşmak’ için gerekli mesafeye sahip olmadığıma inanmamdandı” diyor yine kitabının önsözünde. Bu yüzden, bu romanını iki farklı anlatıcı aracılığıyla, iki farklı dille ve bakış açısıyla kaleme almayı tercih ediyor. Sami’nin kendi hikayesini anlatması için anlaştığı yeni ve tanınmamış bir yazarın anlatısı, kendi metinleriyle ya da onun metne yaptığı müdahalelerle birlikte veriliyor romanda. Bu da Livaneli’nin hikayesini daha da etkileyici bir dile kavuşturuyor ve okuyucuyu hikayenin kendi gerçekliğiyle baş başa bırakıyor.     

Not: Doğan Kitap’tan çıkan eserin ek kısmında Zülfü Livaneli ile yapılan bir söyleşi ve kitaba dair yorumlar da yer alıyor.






05 Ocak, 2014

Tezer Özlü en sevdiğim yazarlar arasında yer alır. İşte bu nedenle Burcu'nun Tezer Özlü'nün Kalanlar adlı eseriyle ilgili yazısını çok büyük bir keyifle okumuştum. Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili değerlendirmesi de yüzümde kocaman bir tebessümle okuduğum paylaşımlardan bir tanesiydi. Yazıdan o kadar etkilenmiştim ki sanki zaman tünelinde yolculuk yapmış ve kendimi bir an 90larda, ilkokul yıllarımda buluvermiştim. İşte Özlü'nün Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı eserini rafta gördüğümde özellikle bu iki nedenden dolayı içimde inanılmaz bir okuma isteği belirdi.



Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Çocukluğun Soğuk Geceleri Özlü'nün ilk romanı. Çocukluğun Soğuk Geceleri bence son derece çarpıcı, etkileyici, okuyucunun içine işleyen ama belki de tasvir etmesi bir o kadar zor bir roman. Öyle ki bu ince ama bir o kadar da yoğun romanı okuduktan sonra herkesin romana dair farklı bir algılayışı olabileceğini düşündüm. O nedenle eserde en beğendiğim bölümü paylaşmanın eserdeki derinliği anlatmak konusunda yeterli olacağını düşündüm. Yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, yalnızlık kavramlarının yoğun bir biçimde vurgulandığı, dillendirildiği, kahramanın içinden geçmiş olduğu ruhsal bunalımlarının aktarıldığı romanın ilk iki bölümünün Ev ile Okul ve Okul Yolu olması bir tesadüf değil çünkü çocukluk aslında sürekli dönülen, aşılamayan bir dönem. Yaşamı nasıl kavradığımızı da, zihnimizde nasıl şekillendirdiğimizi de çocukluğumuz belirliyor: "Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken: oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş."


Çocukluğun Soğuk Geceleri sıkça tavsiye edilen, okunması önerilen eserlerden bir tanesi. Bunlardan bir tanesini de sizlerle paylaşmak istedim:


Son olarak Özlü'nün bu eserini okurken aynı Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili paylaşımını okuduğumdaki duyguları hissettim. Özlü çocukluğunu, ilkokul yıllarını, ilkokul öğretmenini, ilk arkadaşlarını anlatırken ben de kendi ilkokul yıllarıma gittim. Siyah önlüğüm, beyaz yakam, karşımda kara tahta sıra arkadaşlarım o kadar canlı beliriverdi ki gözümün önünde. Yazar Stalinin ölümünün büyük bir bayram havası gibi kutlanıldığını hatırlıyordu ben Körfez Savaşı sürecini, elektrik kesintilerini, haberleri dinlemekten ne kadar korktuğumu, bir savaş çıkması ihtimalinden ne kadar çekindiğimi. Yazar çıkmaz sokaktaki evine çekinmeden getirdiği ilk arkadaşından bahsediyordu, ben bir gün teneffüste okuldan çıkıp bir arkadaşımla leblebi tozu almaya gittiğim günü anımsıyordum. Evet bu roman eserin arka kapağında da dediği gibi: "yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor." Kaç yaşında olursanız olun bir şey oluyor ve dönüveriyorsunuz o günlere.