fatih harbiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fatih harbiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran, 2013


31.05.2013 tarihinden itibaren devam eden #direngeziparkı günlerinde, Gezi Parkı çevresinde başlayan direniş tüm gündemimizi oluşturduğu için, diğer gündem maddeleri, özel hayatım, bloğumuz, her şey geri planda kaldı. Ne zaman anladım ki, direniş her an ve her yerde; o zaman onu hayatımın bir parçası haline getirip hayatıma devam edebilir hale geldim.

Gecikmiş blog yazısını da bu şekilde yazabiliyorum. Hangi kitabı yazacağıma karar vermem 1978 yılından bir şarkı ile oldu: Hastane.  Mehmet Teoman ve Ayşegül Aldinç düeti. Dinlerken bir anda kafamda Peyami Safa'nın belki de en güzel romanı olan "Dokuzuncu Hariyice Koğuşu" geldi, şarkının şu sözleriyle:
"Bir insan her şeyi unutacak kadar, bilmeyecek kadar yok olabilir mi? Teşhis bu. Ama ben seni bilmeyecek kadar nasıl yok olabilirim?"

İyileşmek istiyor mektubu yazan. Güzelliğe hasret, sevdiği kadının saçlarına ve kokusuna hasret. Her gün aynı saatte verilen yemekleri yiyemiyor. Sıcak, basık, ilaç ve hüzün kokan hastane koğuşunda yatıyor... Bu, kitabı okurken kafamda canlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Bu sözler, kitaptaki kahramanımızın hezeyanlarına çok benziyor.

Bacağında kronik bir rahatsızlığı olan hassas kalpli bir çocuğun tedavi sürecini ve bu süreçte ruhunun en karanlık yerlerini gösteren otobiyografik bir roman, olarak tanımlayabiliriz bu kitabı.
Oldukça yüzeysel bir tanımlama olsa da, roman o kadar derin ve dolu ki, her okuyuşunuzda yeni bir ayrıntıyı keşfediyorsunuz. Peyami Safa'nın kullandığı tasvirler, bulunduğu tespitler, üzerine tek bir kelime söylemenize gerek bırakmıyor; tıpkı şu çok basit gibi görünen cümlede olduğu gibi: "Öyle ise bunları gizlemek faydasızdır, söylemek de faydasız; bu iki şeyden başka bir şey yapamayacağım için bunalıyorum." Nüzhet'e olan aşkı onu ve bacağını o kadar yormuş ki, "Keşke" diyor, "Keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet'in aşkı kadar yormazdı."

Kitapta ismi hiç geçmeyen, kendisine acıyan, ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyen kahramanımız, içinde hep 'meçhul ümitlere sarılıyor, onlar olmama yaşayamayacakmış' gibi hissediyor. Bu noktada yine aynı ikileme düşüyorum: Nietzsche'nin dediği gibi ümit acıyı uzatır mı? Yoksa kahramımızın dediği gibi ümitler midir insanı kurtaran? Ümit çok olunca hayalkırıklığı aynı oranda çok, ümit ne kadar az olursa ele geçenler de o kadar fazla mı oluyor? "Az ümit edip çok elde etmek hayatın hakiki sırrı" mıdır? Kahramanın sonunda vardığı nokta şu oluyor: Hiçbir şey ümit etmemenin rahatlığı. Bu rahatlıktan başka sığınacak ruhi bir köşesi kalmayan kahraman, "artık hiçbir şeyi tahmin etmiyor, hiçbir şey beklemiyordu."
Kendi kendime karşı çok şey borçluyum. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, sy. 111

Benim de hayata dair sık aralıklarla aldığım ama uygulaması çok da kolay olmayan bir karar bu. Belki hayata karşı büyük bir olgunluk gerektiriyor bu. O olgunluğa da; bacak rahatsızlığı gibi fiziksel, umutsuz aşk gibi ruhsal bir durumla aynı anda mücadele ederek ulaşılıyordur belki de.

Son derece ağır bir romanı yüzeysel anlatmış olmanın rahatsızlığı olsa da üzerimde, hem kitabı tekrar okumanızı hem de (videodaki görseller biraz anlamsız olsa da) Mehmet Teoman & Ayşegül Aldinç'in "Hastane" isimli şarkısını dinlemenizi tavsiye ediyorum.








17 Ekim, 2012

Peyami Safa, Fatih-Harbiye
Ötüken Yayınları

Türkiye’de batılılaşma, ya da batıcılık ideolojisi dendiğinde en sevdiğim ve en ilginç bulduğum kişi, eksantrik düşünce adamı Dr. Abdullah Cevdet’tir. Kültüre, dine, kadına, işçi haklarına bakış açısı yaşadığı dönem Osmanlı-Türk toplumunun genelinden epey farklı olan Abdullah Cevdet 1932’de ölmüş, farklı düşünceleri sebebiyle halkın tepkisini çok çekmiş olduğundan, cemaat kendisinin cenaze namazını kılmak istememiş, ancak bir kişinin araya girmesiyle, cenazesi geleneklere uygun bir biçimde kaldırılmıştır. Abdullah Cevdet bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir, ama kendisinin cenaze namazı için cemaatten ricada bulunan kişiyi hepimiz tanıyoruz: Peyami Safa.

Söze bu küçük tarihsel anekdotla başlamak istememin sebebi, Peyami Safa’nın da Türkiye’nin batılılaşma serüvenini eserlerinde problematize etmiş olmasıdır. Bu eserlerin en önemlilerinden bir tanesi de kuşkusuz 1931 yılında yayınlanan Fatih-Harbiye’dir. Bugün Türkiye tarihine ilişkin yapılan tartışmaların niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bu romanın boyut değiştirse de, öz olarak hala güncelliğini koruduğunu söylemek sanırım çok da asılsız olmayacaktır.


Eser ana karakter Neriman’ın iki farklı dünya arasındaki gelgitleri üzerinden kurgulanmış, aslında Doğu ve Batı kültürü karşılaştırması yapan, Türk insanının içinde bulunduğu düşünülen kimlik karmaşasının küçük bir çözümlenmesinden oluşmaktadır. Kitaba ismini veren Fatih alaturka yaşam biçimini simgelerken, Harbiye ise anlaşılacağı üzere alafrangalığı temsil etmektedir. Neriman, Fatih’te oturan, alaturka bir biçimde yetiştirilmiş, ancak alafranga olmaya çalışan genç bir kızdır. Fatih onun için eskiyi, köhneliği ve çirkini temsil ederken, Harbiye güzelliği, yeniliği ve canlılığı temsil etmektedir. Romanın olay örgüsünde Neriman, Fatih’teki sevgilisi Şinasi’den uzaklaşır, Harbiye’li Macit ile bir gönül bağı kurar. Neriman her ne kadar istediği yaşam tarzını simgeliyor diye Macit’le yakınlaşmaya çalışsa da, dinlediği bir hikâyeden (ki bu hikaye zengin adamı seçip ömür boyu mutsuzluğa mahkum olan bir Rus kızından bahsetmektedir) etkilenir ve sonuçta Şinasi’yi seçer. Böylece, aslında Fatih kazanmış olur.
Bilindiği gibi romanın yazılmış olduğu yıllar, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki en hızlı dönemidir. Bu bağlamda, Safa, Fatih ve Harbiye ikiliğini yaratarak, bu modernite sürecinin deyim yerindeyse iyi ve kötülerini okuyucuya yansıtmaktadır. Aslında bu tutum, akademik ve siyasi arenayı bir tarafa bırakırsak, sanatın her dalında sık sık kullanılmış, Türkiye’deki klasikleşmiş muhafazakâr tutumun bugün hala başvurduğu bir yöntemi ortaya koyuyor. 1931’de Fatih-Harbiye adlı eserinde Peyami Safa Neriman’ın “medeni yaşama” isteğinin serüvenini bence okuyucuda bir tiksinti uyandıracak şekilde yazmış ve zaten sonuçta da Fatih’i muzaffer eylemişken, aynı düşünce akımı yaklaşık 200 sene kadar “batının teknolojisini alıp, kültürünü almamak” mottosunu tartışmış, bu söylemin bir sonucu olan kimlik bunalımı da nice sanat eserini süslemiştir. Şimdi eğer bu yazıyı okuyan biri, tek derdi iki farklı adamı seçmek ve biraz da balolara katılmak olan Neriman’ın arkasından bu kadar lakırdı etmeye gerek var mıydı diye sorarsa, haklı bir sorudur diyebilirim. Ancak, sebebini de, 1800’lerde başlamış olan tarihsel bir süreci ikilikler kurarak ya da teknolojinin kopyasına indirgeyip, kültürüne sonuna kadar karşı çıkarak resmetme durumunu ikiyüzlü ve çelişkili bir tutum olarak görmem şeklinde açıklayabilirim. Kültür nedir? Değişmez midir?  Zıtlıklar aslında o kadar zıt mıdır? Fatih’teki evlerde sadece yer minderinde mi oturulur? Yoksa Harbiye’de hiç ud çalan yok mudur? Teknolojiyi üreten de bir kültür değil midir? Ve üretilen/kopyalanan teknoloji yaşam biçimini de değiştirmez mi? Elbette bu soruların cevabı kişiye göre değişecektir, ama bu zıtlıklar üzerinden Türk kimliğini ve Türkiye’yi anlama ve anlatma telaşının değişeceğini sanmıyorum.

Son olarak şunu söylemek istiyorum, Fatih-Harbiye Neriman’ın buhranını buram buram bir zıtlıklar silsilesi şeklinde anlatıp, olağanlaşsa da, kendisini benzerlerinden ayıran tarafı, başarılı bir biçimde kullanılan dilidir ve en azından bu bakımdan övgüyü hak etmektedir.


Ve not: Hala güncel olan bir tartışma konusunda fikir beyan ettiğim için, bu fikirlerin sadece bana ait olduğunu, diğer blog yazarı arkadaşlarımın belki de bana hiç katılmayacağını burada belirtme ihtiyacı hissettim.