Nobel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nobel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık, 2013


".... daha hüzünlü çalın kemanları sonra sizler
                  duman olup yükseliyorsunuz göğe
               sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda
                                                   rahat yatılıyor."






Özlem'in 2003 Edebiyat Ödüllü yazar J. M. Coetzee'nin Barbarları Beklerken adlı eseriyle ilgili değerlendirme yazısının ardından benim de bu haftalık değerlendirmem için 2002 Nobel Edebiyat Ödüllü  Imre Kertesz'in Doğmayacak Çocuk İçin Dua'yı seçmem büyük bir tesadüf oldu. Doğmayacak Çocuk İçin Dua yazarın Kadersizlik ve Fiyasko eserlerinin ardından yarı-otobiyografik üçlemesinin son kitabı olma özelliğini taşıyor.

Eser psikolojik bir iç hesaplaşma, kendiyle yüzleşme örneği. Hepimizin hayatımızın belli aşamalarında almış olduğumuz kararlar ve onların sonuçlarına dair yaşadığımız iç hesaplaşmalarımızı bu kitapta Yahudi bir Macar aydını olan B.'nin ağzından okuyoruz. İkinci Dünya Savaşı'na tanıklık etmiş, Auschwitz toplama kampındaki soykırımdan kurtulmayı başarmış B.'nin hesaplaştığı kararı da dünyaya getirmeyi reddettiği çocuğudur. Özellikle eser boyunca yazarın doğmamış çocuğuna seslenerek kurduğu kimi ifadelerin çok etkileyici olduğunu ve yazarın ruh halini, iç hesaplaşmasını çok iyi aktardığını düşünüyorum:

"Senin karşında başım hep eğik olacak çünkü sana verebileceğim hiçbir şey yok, ne bir açıklama, ne bir inanç, ne bir silah." (103)

"Hayır! Başka bir çocuk benim yaşamak zorunda olduğum şeyleri yaşamamalıydı." (106)

"Son bir büyük sunumla hastalıklı, şiddet dolu yaşamımı gözler önüne serdim - daha sonra bu yaşamın havaya kalkmış ellerin içindeki çıkınıyla birlikte yola koyulmak ve kara bir nehrin sürükleyen, karasularının içinde boğulmak için gözler önüne serdim." (138).

Son olarak özellikle psikolojik roman türlerini sevenlerin bu romanı beğeniyle okuyacaklarını düşünüyorum. Ve yazımı bir temenniyle bitirmek istiyorum. Ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olan pek çok çocuk var. Savaşların karanlık yüzleri çocukların hayatlarını olumsuz yönde etkilemeye devam ediyor. Başka çocukların B.'nin yaşadıklarını yaşamak zorunda olmadığı aydınlık günlere!





07 Aralık, 2013




İmparatorluğun yeni adamları yeni başlangıçlara, yeni bölümlere, temiz sayfalara inanan insanlar; ben ise eski öyküyle uğraşıyor ve öykü bitmeden bütün bu zahmete değdiğini düşünmeme yol açan nedenin ortaya çıkacağını umuyorum.

“…Onları ezmiş olan devin beni de ezmesi niye olanaksız olsun ki? Ölümden korkmadığıma gerçekten inanıyorum. Bence çekindiğim şey böylesine aptal ve şaşkın biri olarak ölmenin utancı.”

Coetzee, eserlerinde Güney Afrika’yı ve sömürge yönetimi politikalarını eleştirel bir dille konu almayı tercih eder. 1980 senesinde yayınlanan Barbarları Beklerken’de de, hayali bir imparatorluğun sınır kasabasında uzun yıllar görevde bulunan bir yargıcın gözünden aslında yine kendi gündemini aktarmaktadır. Bu kitabında sadece uygulanan politikalara değil yerel halka –kitapta geçtiği haliyle “barbarlara”- yönelik oluşan olumsuz algılara dair de çok ağır eleştiriler getirmektedir.
Fakat bu eser salt bir emperyalizm eleştirisi olarak da görülmemeli. Barbarları Beklerken, Coetzee’nin kullandığı alegorik anlatım tarzı ile de genel olarak iktidarın her türlü baskı pratiklerine, -bu hikayede örneklendirilen- “barbar” ve “düşman” gibi dışlayıcı ve ötekileştirici diline karşı önemli bir meydan okuma fırsatı da sunmaktadır.
Hikaye, bulunduğu bölgenin en yetkili kişisi olan bir sulh yargıcının, sivil savunmanın en önemli departmanından gönderilen bir albaydan, “barbarların” imparatorluğa karşı bir isyan planı hazırladığı haberini almasıyla başlar. Hemen ardından bölgenin dört bir yanında geniş çaplı bir soruşturma başlatılır ve beraberinde işkencelere ve çeşitli zulümlere istemeyerek, zaman zaman da kendi yöntemleriyle karşı çıkarak ve isyan ederek tanıklık eder yargıç. 
Bu kitabında hikayesini yalın ve akıcı bir dille anlatır Coetzee. Özellikle mekanların ve olayların tasvirlerini çok iyi bir şekilde yapar. Yazarın anlatım tarzının bir başka etkileyici yanı ise hikayenin baş kahramanı olan sulh yargıcının, görevi ve vicdanı arasında yaşadığı gelgitler ve yoğun iç münakaşalarının anlatıda merkezi bir rolünün olması. Durumlar üzerinden yapılan psikolojik analizler ve rüya sahnelerinin detaylı anlatımı yargıçla beraber okuyucuyu da kendine yönelik bir iç yolculuğa çıkarır ve yazar, böylelikle anlattığı konunun farklı açılardan derinlemesine analizini sunar.
Çağımızın en önemli yazarları arasında sayılan J.M. Coetzee, Nobel Edebiyat ödülünü 2003 senesinde almıştır. Barbarları Beklerken kitabı ise Penguin yayınevi tarafından 20. yüzyılın en iyi kitapları arasına seçilir. Aynı zamanda Coetzee’nin bu kitabından esinlenerek Philip Glass tarafından hazırlanan bir opera gösterisi de bulunmaktadır. 

28 Nisan, 2013


“Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler?”

Hikaye trafikte tek başına araba kullanmakta olan bir adamın aniden kör oluşuyla başlar. Kendisine yardım etme bahanesiyle arabasıyla kendisini eve bırakan ancak niyetinin arabayı çalmak olduğu ortaya çıkan adam da körlük bulaşıcı bir hastalık gibi aniden kör olur. Bir sonraki  de ilk kör olan adamı muayene eden doktor olacaktır. Artık sadece beyaz bir sistir gördükleri. Bu olaylar körlüğün bir veba gibi bulaşıcı hale gelmesiyle ve dalga dalga yayılmasıyla devam eder.
Asıl olaylar ise hükümetin bu bulaşıcı körlüğe bulduğu çözümle başlar. Bütün körler eski bir akıl hapishanesine hapsedilir, dışarı çıkmak yasaktır. Bu yasağa uymayanlar ölümle cezalandırılacaktır. İçeridekiler ihtiyaçlar hükümetin yolladığı malzemeler ile karşılanır, düzen de mikrofondan yapılan anonslar ile sağlanmaya çalışılır.
En başta her şey daha kontrol altında gibi gözükür. İlk içeri giren ekip tarafından doktor lider olarak seçilmiştir ve onun kontrolü ile içerideki düzen sağlanmaktadır. Bu insanlar arasında orada bulunma nedeni farklı olan biri vardır; doktorun eşi. Kendisinin de kör olacağını düşünerek hastaneye girdiklerinde halen görme yeteneği kaybetmemiştir ama eşinin yanında olmak istediği için kör taklidi yapacaktır.
Hastanedeki insanların sayısının artmasıyla problemler ve sınırlı kaynağın paylaşımına dair kavgalar baş göstermeye başlar. Çeteler düzen üstündeki hakimiyetlerini arttırırlar ve anarşi baş gösterir. Cinayetler, tecavüzler kendini güçsüz görenlerin daha da sessizleşmesine neden olur. Ancak bu sessizleşme onların olaylardan korunmasını sağlamayacaktır. Güçlüler ayakta kalmaya devam etmek için baskıları arttırırlar ve hayatını sürdürebilenler de onlar olur. Bu noktada belki de en şanssız insan doktorun eşidir. Bütün vahşete ve şiddete şahittir, diğerlerinin körlük hali onları bu acımasızlığı görmekten korur. Ancak bu görme durumu belki de bir şans olarak değerlendirilebilir. Çünkü doktorun eşi çetenin liderini öldürerek gidişatta bir sarsıntıya yol açacaktır.
Bu kaos sonucunda koğuşlar çıkartılan yangın ile hastanedekiler dışarı çıkmak durumunda kalırlar. Dışarı çıkıldığında ise beklenmedik bir tablo ile karşılaşırlar. Şehir berbat bir haldedir. Cesetler, onları yiyen köpekler, çöplerde yiyecek arayan insanlar. Doktorun eşi bunları gören tek insan olarak kör olmayı diler. Şehirdeki  kaostan uzaklaşmak için yanına aldığı birkaç kör insan ile evine dönen doktorun eşi, eski düzeni kurmanın adımlarını atar. Zaman geçtikçe de insanlar görmeye başlarlar.
Nobel ödüllü yazar Jose Saragamo’nun orijinal adı “Ensaio sobre a cegueira (Essay on Blindness)” olan bu büyülü gerçeklik üslubuyla yazılmış romanında körlük metaforu ile –kulüp üyelerimiz arasında bu konuda bir kararsızlık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim- iktidar ve bunun karşısında körlük ile kendini sorumluluktan soyutlayan insanın eleştirisini yapıyor. Düzen adı altında görmek ve bakmak arasındaki farkın ve konfor alanının oluşması, hastaneye kapatılan insanlarda çok iyi gözlemleniyor. Doktorun eşinin kör olmaması ve bütün vahşeti görmesi, belki de hikayenin ana ekseni. “Görmek” yetisine sahip bu insan, düzen adı altındaki kaosa son veren ve değişimi yaratan insan olarak Platon’un mağarasından çıkmayı başaran insanı anımsatıyor. En başta görmesine rağmen sessiz kalan bu kadın, kendisi tek kişiyken bir fark yaratamayacağını düşünerek kör taklidi yapıyor aslında. Ancak görmekten kendini alamadığı olaylar, dayanma gücünü azaltıyor ve öldürme eylemini işleyecek noktaya götürüyor kadını. Roman körlük metaforunu gayet iyi işleyerek şu anki insanın felsefi ikilemini –görmek ve bakmak-gayet iyi anlatıyor. Ancak romanın sonu itibariyle eleştirmeden de geçemeyeceğim. Sanırım “birdenbire görmeye başlamak” durumu romanın büyülü gerçeklik üslubu ile açıklanmalı. İçinde bulunduğumuz bir dünyada böyle bir şey yaşamak ne yazık ki imkansız.