Bukowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bukowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos, 2014

"Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır." 


İnsan bir kere tanıştı mı, uzun süre ayrı kalamıyor Bukowski'den. Beni en çok etkileyen tarafı nedir, henüz buna net bir cevabım yok; ancak Sait Faik'le ara verdiğim Bukowski yolculuğuma, hayatının son yıllarında yazdığı günlüklerden oluşan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi ile devam ediyorum. Malum, daha önce Bukowski'den Ekmek Arası ve Kahramanın Yokluğu'nu okuyup burada da yazmıştım. Kaptan bir arkadaşımın uzun yola çıkmadan önce bana okumam için verdiği Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli bu kitaba ise itiraf ediyorum ki, bir süre başlamak istemedim. Hem ismi hem de günlük şeklinde yazılması biraz mesafeli yaklaşmama neden oldu sanırım. Hata yaptığımı, kitabı 'şöyle bir karıştırmak' için elime alıp bir çırpıda birçok yerin altını çizerek okuyup bitirdiğimde anladım. 

Parantez Yayınları tarafından basılan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Bukowski'nin 28.08.1991 ile 27.02.1993 yılları arasında, yani ölümünden bir sene önce, kaleme aldığı günlüklerden oluşuyor. Kitabın içinde ayrıca, Robert Crump'ın çizimleri de yer alıyor. Bukowski bu yıllarda artık yazarlığının doruklarında, ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Pulp'ı yazmakta, maddi anlamda çok da sıkıntısı kalmamış, yaşarken de tanınır hale gelmiş; yani kelimenin tam anlamıyla "olmuş" bir durumdadır. Namıdiğer Pis Moruk yazdıklarına, hayata dair yaptığı çıkarımlara, düşüncelerine sonuna kadar güvenmekte, sadece yazmayı, tek başınalığını, kedilerini ve -tam emin olamamakla birlikte- eşi Linda'yı sevmekte, insanların genelinden hoşlanmamaktadır. Hoşlanmadıklarına tüm yazarlar, şairler, hipodromdaki bahisçiler, biletçiler, yolda onu tanıyıp onunla konuşmak isteyenler, gazeteciler ve hatta biz de dahiliz. Öyle ki bunu, daha günlüğün başlarındaki şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz: "En iyi okur ve insan beni yokluğuyla ödüllendirendir." 

Elbette, bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra öleceğini bilmiyordu; ama ömrünün son dönemlerinde olduğunun oldukça farkındadır Bukowksi. Bunu, sürekli yaşlılıktan, ölümden ve hayatın manasızlığından bahsetmesinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ölümden bahsederken, tam da kendinden bekleneceği üzere, ölümden korkmadığını da görüyoruz. 30.09.1991 tarihli günlüğünde diyor ki: "Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz." Ölüme bu kadar yakınken ona bu derece olgun ve umursamaz yaklaşabilmek, herhalde çok az insanın başarabildiği bir şeydir. Ölüme bakış açısı konusunda Bukowski'nin kendimi bulduğum cümleleri ise 24.08.1992 tarihli günlüğünde yer alıyor: "Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orada değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş  değil." Evet, gerçekten bu olacak iş değil. Ben öldükten sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi -aslında evet, dünya için benim yokluğum çok da büyük bir 'şey' değil- dönmeye devam edecek olmasını çocuksu bir şımarıklıkla kabul edememiş şahsımın, bu cümlelerde kendini bulması hiç de anormal değil.

Kitapta aslında ölümün yanında hayatla ilgili de bolca nokta var Bukowski'nin değindiği. Hayatın ne olup ne olmadığı, tuzakları, insanların yaşayışları ya da nasıl yaşamaları gerektiği, paranın hangi durumlarda sorun edilebileceği (çok fazla ya da çok azsa sorun teşkil edermiş), kedilerin neden insanlardan daha iyi göründüğü (günde yirmi saat uyudukları içinmiş), yetmiş yaşındayken tırnak kesebilmenin bir mucize olduğu, ölümün bekleyene de beklemeyene de geleceği, olmayan bir şeyin geliştirilemeyeceği, bu yüzden içinde yaşadığımız sistemden ne köy ne de kasaba olabileceği, bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şeyin olmadığı, insanın kendini boş bir testi gibi hissettiğinde intiharı bile düşünemeyeceği, bazı dönemlerde dükkanlardaki tüm gömleklerin gerizekalılar tarafından tasarlanmış olduğu, ihtişamın devinimde ve 'hodri meydan' diyebilmekte ve insanlığın neredeyse tamamının kalın bir b.k parçası olduğu gibi konularda birçok tespiti var kendisinin ve tabii ki birçoğuna da hak verirken buldum kendimi. Kitabın arka kapağında da ölümden ziyade, devinime, bugüne, bugünün önemine işaret eden kısım alıntılanmış: Kimseyle yarışmıyorum ve ölümsüzlüğe dair düşüncelerim yok. (...) Ölümün canı cehenneme. Her şey bugün, bugün, bugün." Katıldığım her cenaze ya da aldığım her ölüm haberi sonrasında bu dünyadaki tüm çekişmelerin, hırsların, uğraşların boşuna olduğunu anlayıp, kendimi hiçbir şey için yıpratmamaya karar verip, iki gün sonra bunu tamamen unutan biri olarak, Bukowski'nin şu cümleleri unuttuklarımı yine hatırlattı: "Bu kadar insan ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz. Ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor."

Kendine, yalnızlığına, yazılarına bu derece güvenen, canının istediği şekilde yaşayan, dünya üzerinde tek imrendiği şey kedileri olan bu adama, yazılarını her okuduğumda ayrı bir hayranlık duyuyorum. Yazımın başında Bukowski'nin beni neden bu derece etkilediğini henüz bulamadığımı söylemiştim. Bu yazı sırasında sanırım nedeni buldum: Ben de onun kadar güçlü olabilmek istiyorum. Onun kadar güçlü olmak ve kendine yetebilmek, en ufak bir şeyde desteğe ihtiyaç duymamak istiyorum; ancak bu kısa kitabın kısa yorumu olan yazımı yine de, onun kendine olan güveniyle değil, olmak istediğiyle bitiriyorum: "Bir daha dünyaya gelsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli". Biz insanlar fazlasıyla öfkeli ve sabit fikirliyiz gerçekten. Kim bilir, belki çok istemeye devam edersem bir sabah uyandığımda kendimi bir kedi olarak bulabilirim.

12 Kasım, 2013

"memnuniyetim artar belki

 devam edersem ama şimdi

 umudum yok ve yorgunum"


"Ekmek Arası" ile başlayan Charles Bukowski yolculuğuma, "Kahramanın Yokluğu" ile devam etmek istedim. Alkım'da elim yine Bukowski kitaplarına gittiğinde, arka kapak yazısından en çok etkilendiğim bu olduğu için tercih ettim kitabı. Oldukça iddialı, direkt ve aslında 'gerçek'ti arka kapakta okuduklarım.
"İzahı güç."
"Kahramanın Yokluğu" Bukowski'nin  ölümünden sonra kitaplaştırılmış deneme ve hikayelerinden oluşuyor. Aşka, tutkuya, şiire, edebiyata ve tabii ki alkole bol miktarda yer var bu kitapta. 
Bu deneme ve hikayelerde, Bukowski şiiri ve yazıyı 'dolaptan tıraş bıçağını aldığımızda onu gırtlağımıza saplamaktansa onunla dikkatlice sakalımızı kesmemizi sağlayan', aklımızı kaçırmamızı engelleyecek tek şey olarak görüyor ve ancak bu duruma geldiysek yazarlığı bize tavsiye ediyor.
Kira, yemek, iş gibi hiçbir derdi olmayan aptal ördekler gibi olmak istiyor bazen, çünkü çok yorgun; "Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum." diyebilecek kadar yorgun. Bu noktada belki alakasız olacak ama, yorgun olsam da olmasam içimde hep var olan kedi olma isteği güçlü bir şekilde yeniden beliriyor. Ev kedisi ya da sokak kedisi fark etmiyor; seni seven ve besleyen birileri elbet çıkıyor ve onlar sana sadece senin istediğin kadar yaklaşabiliyorlar. İşte bu yüzden sıklıkla kedi olmak isterim ben. Neyse, konumuz şu anda bu değil. 
Hiçbir şey istememe mertebesine geldiğim zamanlara denk geldiğinde Bukowski benim için bir yandan tehlikeli bir yandan da ilham verici olabiliyor. Garip bir ortak çizgide yürüdüğümü hissediyorum onunla birlikte "yüreğim kendi midesini kusuyor". Okurken ben de onun gibi intiharın "düşünen insanın başvurduğu bir yöntem" olduğuna karar veriyorum. Aşk pek çok olabilse de intihar tek oluyor ve bu yüzden Bukowksi intiharı daha asil buluyor. Haklı bence. Ama cesaret istiyor. Hiç doğmamış olmak daha kolay ve tercih edilebilir sanki.  
Çok karanlık gibi gözükse de aslında bir yandan da eğlenceli yazılar yer alıyor "Kahramanın Yokluğu"nda. Ama yine de bence Bukowski'ye yeni başlayacaklar için  ilk üçte değil de sonlarda okunması daha uygun olacaktır.
Kitaba adını veren "Kahramanın Yokluğu"ndan bir kısımla sonlandırmak istiyorum bu kısa sayılabilecek yazımı:
"Hüzün. Hüzün o kadar büyük ki, başka bir şeye dönüşür - bir bardağa örneğin. Hüzün bir şeydir, delilik başka bir şey. Bu yüzden odana gider, kıçındaki boku siler ve delirmeye karar verirsin."

Beni tanıyanlara not: Korkmayın, iyiyim. En azından idare edebiliyorum. :)

30 Eylül, 2013

"Başka birine güvenmekte hesap yoktu, iş yoktu insanlarda."
         Sert bir kitap "Ekmek Arası"; gerçekler kadar, hayat kadar sert. Onu bu derece çarpıcı yapan da acıtan, iliklerimize kadar hissettiğimiz bu sertliği ve direktliği aslında.

         Charles Bukowski'nin hayatından kesitler sunduğu "Ekmek Arası"nda, 'mutlu görünen, gülen, konuşan' insanlarla kurmak zorunda kaldığımız tuhaf, güvensiz ilişkileri görüyoruz. Maddi durumumuz iyi değilse, yeterince sevgi görmediysek, hele bir de suratımızda geçmek bilmeyen iri sivilcelerimiz varsa, okuldaki oyunlara dahil edilmenin, kızlar tarafından beğenilmenin, anne-babaya-öğretmenlere kendimizi kabul ettirmenin, kısacası hayata tutunmanın ne kadar zor olduğunu okuyoruz. Hayatla girilen büyük ve acımasız kavgada; patlayan dudaklardan, açılan kaşlardan, akan oluk gibi kandan, şiddeti hissediyoruz suratımızda. Birileri bize çirkin olduğumuzu söylemiştir ve o zamandan beri 'gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler' olmuşuzdur işte. Belki de tutunmak istediğimiz, bir parçası olmayı arzu ettiğimiz ama bir türlü kuralına uygun bir şekilde yaşamayı beceremediğimiz bu hayatta; fiziksel üstünlüğü, gücü ve şiddeti, ayakta kalmanın, kendini kabul ettirmenin tek yolu olarak görüyoruz çaresizlikle.
Geleceğime baktığımda gördüklerim hiç iç açıcı değildi.

         Bunca sertlik ve acımasızlık içinde 'şey'lerden duyduğumuz korku gidiyor bizden önce, sonra da öfkemiz. Ama o şeyleri kabullendiğimiz için olmuyor bu. Kabullenemiyoruz, sadece iğreniyoruz; hem başımıza böyle şeyler geldiği için kendimizden hem de başımıza gelmesine sebep veren her ne ise, ondan iğreniyoruz. Ama yine de 'kimseyi aldatmayan ahmaklar'ın bağışlanabilir olduğunu okuyoruz; asıl 'aldatanlar üzüyor' ya insanı.
         Seçimlerimizi 'hep kötü ile daha kötü arasında' yapmak zorunda olduğumuzu görüyor ve biliyoruz ki, seçimimiz ne olursa olsun bir parçamız daha gidiyor bizden en sonunda. Mutlu olmayı asla beceremiyor ve "mutsuz olamayacak kadar bedbaht" hissediyoruz kendimizi. Ancak gücümüz o kadar yok ki, intihar bile çaba gerektirdiğinden yapamıyoruz. "Beş yıl uyumak" ya da kaçıp 'hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımız bir yer'e saklanmak istiyoruz. Rahatsız edilmediğimiz, bizden herhangi bir şey yapmamızın istenmediği, bir şeylere alışmak, bir şeyleri kabul etmek, birilerine hesap vermek, kendimizi dezavantajlı hissetmek zorunda olmadığımız, mücadele gerektirmeyen bir yerlere saklanmak...  
          Kim bilir, belki sevilmektir aslında şu hayatta tek ihtiyacımız olan. Bizi olduğumuz gibi kabul edip, bıkmadan ve bırakmadan sevecek biri(leri) tarafından sevilmek...