29 Haziran, 2014





Evvel Zaman ile tanışalı çok olmamıştı doğru zamanda doğru yerde beni bulduğunu düşündüğüm kitaplardan biri olduğuna ikna olduğumda. Bunun üç nedeni vardı sanırım. Birincisi, kitabın Nuri Bilge Ceylan’ın (NBC) şiirsel başyapıtı Bir Zamanlar Anadolu’da’nın (BZA) yaratım süreci üzerine olması. İkincisi, kitabın yazarının Ercan Kesal olması. Radikal ve BirGün’deki yazıları ve Peri Gazozu* adlı kitabındaki öyküleriyle hikâye-anlatıcısı; Üç Maymun, Vavien, Ben O Değilim, Küf, Yozgat Blues filmlerinde oyuncu olarak karşımıza çıkan, beni ise en çok Bir Zamanlar Anadolu’da’daki muhtar rolüne hayat verme biçimi ile mest eden Kesal.
Üçüncü neden, bu maceranın (buna bir macera diyebiliyoruz yer yer) günlük yoluyla okura sunulması idi. Söz konusu tür film güncesi olduğundan, film üzerinden yazarın okuru kendi dünyasına bir buyur edişi de denebilir buna. Zira, senaryo yazımı, oyuncu seçimi, mekân belirleme, çekim vb süreçlerde ekip olarak iş çıkarmanın öğretici ya da zorluk yaşatan taraflarına değinmesinin yanı sıra, Kesal bu süre zarfındaki kaygılarını, ümitlerini, hayallerini, korkularını, tereddütlerini de paylaşıyor bu sayfalarda.
Sunuş bölümünde, yıllar önce Anadolu’da görev yapan çiçeği burnunda bir hekim iken çıktığı gece yolculuğunun BZA’da anlatılan hikâyenin aslında çıkış noktası olduğundan bahsetmesinin yanı sıra, gömülü bir ölüyü bulmaya adanmış o tuhaf – bir yanıyla da tekinsiz mi demeli – yolculuğu güç ilişkilerini açığa çıkaran, insanı zaafları, çelişkileriyle ve itinayla sakladığı yaralarıyla anlatan katmanlı bir film senaryosuna dönüştürene kadar günbegün kat ettikleri mesafeyi antropolojik bir çalışma yöntemiyle “üzerine uyumadan yazdığı” noktası dikkat çekiyor.
Kesal, mekânlar (İstanbul, Paris, Avanos, Keskin), zamanlar (geçmiş, bugün, gelecek) ve kimlikler (senarist, oyuncu, hekim, hastane yöneticisi, doktora öğrencisi, baba, oğul, eş) arasında gidip geldiği yaklaşık altı buçuk aylık yorucu ve zorlayıcı bir dönemin notlarını güncesine kısa, öz, sarih bir dilde tutuyor. Güncenin sayfalarında ilerledikçe, Kesal’in çekim sürecinde kimi zaman yönetmen perspektifinden, kimi zaman setteki diğer oyuncuların performansı üzerine gözlemde bulunarak sürekli notlar almasından ve ayrıntılara verdiği özenden bilgiyi biriktirerek ilerleyen, öğrenmeye meraklı, düşünen-karşılaştıran-uygulayan, farkındalık duygusu sağlam, iyi niyet ve inancını kaybetmeden yoluna devam edebilen bir yazar olduğunu düşünüyoruz.
Kitabının amacını, “sinema, zaman, bellek ve bilinç kavramlarının tartışılmasına katkıda bulunmak” (bu kavramları tam olarak ne manada kullandığını “Anadolu’da Hekimlik” bölümünde derinleştiriyor) olarak belirleyen Kesal’ın bu anlamda sadece bir yaratma sürecini kayıt altına aldığını söylersek meseleyi eksik anlatmış oluruz sanıyorum ki. Onun için bu, geçmişi bir süreliğine şimdiki zamanda misafir edip bunun üzerinden zamansız ve evrensel bir hikâye yaratma yolculuğu. Yirmi beş yıl önce filmdeki otopsi sahnesinin de çekildiği Keskin’deki hastanede göreve başladığı döneme, ideallere, hüsrana uğramalara ve tanıştığı insanlara ve onda bıraktıkları izlere de ziyaret bir nevi. Güncenin Kesal’in yazdığı 1985 tarihli “Keskin” başlığı taşıyan bir şiirle açılıp ve akabinde o dönemden kalma, hastanenin önünde çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafının bizi karşılaması da bu ziyaretin işaretleri olsa gerek. Tabi Kesal için bu, gençlik yıllarına yolculuk olma yönü taşısa da Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’la birlikte girdikleri yaratma/ yazım süreci, senaryonun gelişimi yönündeki yapıcı eleştirileri Keskin’den çıkan bu hikâyenin evrensellik kazanmasında belirleyici olmuş görünüyor. Özellikle, günce sayesinde, NBC’nin Cannes’da ödül alan son filmi Kış Uykusu’nun senaryosunu kimi geceler sabahlara kadar tartışarak birlikte yazdığını söylediği eşi Ebru Ceylan’in BZA’da senaryoya ne şekilde kritik katkılar sunduğuyla ilgili bilgilenmiş oluyoruz.
Bu noktada, Evvel Zaman’ın sadece bir film güncesi olarak değil, farklı zaman ve mekânlara ait metinleri biraraya getiren/ birbirine bağlayan, metinlerarası özelliği ile dikkat çeken bir kitap olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Bu metinlerden ilki, Kesal’in Keskin’de göreve ilk atandığı günlerde ciddi bir kararlılıkla tutmaya başladığı günlük. Hem birinci bölümde hem de kitabın sonundaki Ekler’de bu günlükten tadımlık parçalar var. Özellikle, sonda tam siz “film bitti!” derken 80’lerdeki idealist genç bir hekimin günlüğünün ilk sayfalarını okumaya başlatmak hem hoş bir sürpriz, hem de hayat ve gaileleri karşısında olur ya kendini güçsüz hisseden genç beyne biraz ilham aşısı olabilir. İkinci metin, daha önce de adı geçen “Anadolu’da Hekimlik” başlıklı birinci bölümde Kesal’in de kadrajda olduğu dört farklı görsel metin, mesela biri aşı kampanyasından (s.9), biri bir bozlak gecesinden (s.11) iki fotoğraf. Üçüncü olarak, “Setteyiz” başlıklı dördüncü bölümde yine Keskin’de ancak bu kez 2009 yılında bir film setinde çekilmiş kamera arkası fotoğraflar görüyoruz. Üç ayrı zaman ve mekândan metni biraraya belli bir seçim yaparak bir günce aracılığıyla getiren Evvel Zaman’ın kendisinin de kâğıt üzerindeki bir senaryo ve o senaryonun filme dönüşmüş hali ile doğrudan göbek bağının olması ve bunu da açıkça ismiyle andırması kitabı okuma biçimlerini genişletip derinleştiriyor. Belki de tam da bu nedenle, kitap bittiğinde sanki sadece zamanda ve mekânda bir yolculuğa çıkmamış, daha fazlasını yaşamışım, filmdeki karakterlerin; karakteri oynayan oyuncunun; Kesal'in ve yönetmen NBC'nin zihin dünyalarına da girmişim duygusuyla bitirebilirsiniz kitabı.
Kitabın ardından merakımı celbeden ve aslında Kesal’in kendisine yöneltmek icap eden soru: günceyi yayıma hazırlama aşamasında olmuşsa ne tür bir yeniden yazım, ekleme-çıkarma sürecinden geçmiş orijinal metin acaba?
Evvel Zaman’a açılışta atfettiğim önemin dördüncü bir nedeni daha vardı. Bitirmeden eklemeli. Kitaba sonundaki günlükten başlamıştım, şu cümlelerde kaldı aklım bir süre: “Eksikliklerimin üzerine üzerine gitmezsem, onlardan gittikçe daha çok korkacağımı ve yanlışlarıma, eksikliklerime yenileceğimi çok iyi biliyorum... Öyleyse yapılacak tek şey var = çalışmak, çok çalışmak, daha çok çalışmak.”
O hâlde şöyle demeli belki de: insanın korkuları olabilir, insan geç kalmış da olabilir ya da sadece öyle hissediyordur, tereddütler yaşayabilir. Önemli olan direnmek ve çalışmaktır, ama Kesal’in dediği gibi gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancıyla...
Tam da bu nedenle, Kesal “sinemayı hayatı gibi ciddiye alan samimi ve sahici sinema tutkunlarını” davet ederken Evvel Zaman’a, benden de hayatı sinema gibi okuyabilen ya da en azından buna heves edenlere gelsin bu kitap.







[*] Daha önce blogda Kesal’ın bu kitabı üzerine yazılmış bir yazı Gözde arkadaşımızdan: http://www.begenmeyenokumasin.com/2014/04/peri-gazozu.html

28 Haziran, 2014

Marina Lewycka 1946 yılında Almanya'da bir mülteci kampında dünyaya geldi ve bir yaşındayken ailesiyle İngiltere'ye göç etti. Ukrayna kökenli yazar Sheffield'de (İngiltere) yaşıyor, fakat bolca yolculuk ediyor. Kendisinin Türkçeye çevrilmiş iki kitabı var: "Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi" ve "İki Karavan". Ben birincisini okudum ve daha çok sorularımı bu kitap üzerine yoğunlaştırdım. Okuması gayet kolay ve eğlenceli bir kitap. Ayrıca İki Karavan'ı da okumaya başladım, ki kitap göçmen işçilerle ilgili. 

Kendisi hakkında daha çok bilgi edinmek isterseniz web sayfasını ziyaret edebilirsiniz: http://marinalewycka.com/

Yazarı evinde ziyaret ettim ve kendisiyle kitapları üzerine konuştuk. İşin içine biraz aile bağları, biraz siyaset, biraz da sevdiğimiz yazarlar girdi. Hem İngilizce hem Türkçe yayınladığımız bu röportajdan umarım zevk alırsınız.


Şah: İlk sorum şu: Göçmen ve mülteci kökenli bir aileden geliyorsunuz. Size genel olarak hayatta ve yazarlık konusunda ilham veren şeyler neler? Siyasi görüşleriniz ve göçmen geçmişiniz kurgunuza nasıl bir katkı sağlıyor?
Marina Lewycka: Bu çok geniş kapsamlı bir soru. Göçmen olmanın bir yazar için büyük bir avantaj olduğunu düşünüyorum çünkü toplumu dışardan gözlemleme olanağınız var. Bu toplumun içinde yetişmiş birine göre daha farklı bir perspektife sahip oluyorsunuz. Biraz daha eleştirel bakma şansınız olduğu gibi diğerlerinin hafife aldığı ya da fark etmediği şeyleri gözlemleyebiliyorsunuz.
İlk kitabım "Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi" daha çok İngiltere’ye mülteci olarak gelen ailem üzerineydi. Dolayısıyla göç konusuna da değinmiş oldu fakat kitap daha çok eşi ölünce kendisine göre çok daha genç olan bir kadınla evlenen yaşlı bir adam hakkında. Adamın kızları babasının evlenmiş olduğu kadına katlanamazlar fakat aynı zamanda birbirlerine de katlanamazlar. Bu kitabım Türkçeye çevrildi.

İkinci kitabım "İki Karavan" dünyanın çeşitli yerlerinden Kent şehrine çilek toplamak amacıyla gelen bir grup göçmen işçiyle ilgili. Bu romanı yazdığım sırada batıya göç eden yeni nesil Ukraynalılarla ilgilenmekteydim. Şunu fark ettim ki eğer ailem önceden gelmiş olmasaydı (1942’de Ukrayna’dan ayrılıp 1947’de İngiltere’ye geldiler) tüm bu ekonomik durumu iyi olmayan ve batıya göç etmek için can atan Ukraynalılar gibi olacaktım ben de. Kent’e giden trende birisi bana İngiltere’de çalışan Ukraynalılar hakkında bir broşür verdi (Kent bu arada İngiltere’nin Bahçesi olarak bilinmektedir). Trende ayrıca Doğu Avrupa dilini konuşan bir sürü genç vardı ve ben de merak edip onlarla konuşmaya başladım. Elma ve çilek toplayıcıları olduklarını öğrendim. Bu da benim hikayemin başlangıcı. 

Şah: Bu tecübeleri bir araya getirmeniz ne kadar zamanınızı aldı?
ML: Kent`te uzun bir süre kaldım çünkü orda yaşayan arkadaşlarımı ziyaret ediyordum ve gözlerim ve kulaklarım açık geziniyordum. Fakat ayrıca öğrenciyken de Kent’te çilek toplamışlığım var.

Şah: Gerçekten mi?
ML: Öğrenciler için böyle yaz işlerini üstlenmek çok yaygındı. Bu işler eskiden İngiliz öğrenciler tarafından yapılırken şimdi göçmen işçiler tarafından yapılıyor. Aslında çok zor bir iş.

Şah: Birinci soruma yakın bir soru soracağım, iki farklı kimlik taşıyorsunuz: Birisi ailenizden ve geçmişten gelen kimliğiniz, diğeri ise İngiltere’de büyümüş olmanın size verdiği bir kimlik. Siz bu farkları nasıl uzlaştırıyorsunuz?
ML: Bence tüm bu kimlik sorunsalı son zamanlarda çok gözde büyütülen bir hal aldı, neden bu konu bu kadar moda oldu anlamıyorum.
Kimlik son on yılda çok revaçta olan bir kavram. Bense bir kimliğim olduğunu düşünerek büyümedim. Ben sadece bendim. Kimim, neden burdayım, diye düşünmedim sadece hayatımı yaşamaya devam ettim. Benim özellikle can sıkıcı bulduğum mevzu şu: İnsanlar kimlikten daha çok ulusal kimliği kast ediyorlar veya etnik ya da dini kimlikten laf açıyorlar. Bence benim kimliğim çok daha geniş: Ben neslimden bir insanım, bir kadınım ve bir anneyim, bir yazar ve sosyalistim, çok farklı bir sürü kimliğim var. Sadece “Sen Ukraynalısın veya sen İngilizsin” demek beni tanımlamak için yeterli değil. Kimliğimin bir parçası ama tüm kimliğim bu değil. İnsanlar beni bu küçük alana sıkıştırmaya çalıştıklarında gerçekten de rahatsız oluyorum.

Şah: Çok kısıtlı bir bakış açısı. Bu soruyu hazırlarken kimlik kelimesini kullansam mı kullanmasam mı ben de kararsız kalmıştım.
Yine genel bir soru olacak: Genç yazarlara, yeni yazmaya başlayanlara veya yazmak için can atanlara, farklı bir işi olduğu halde yazar olmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz? Çünkü sizin de farklı bir mesleğiniz vardı.
ML: Evet farklı bir işim vardı fakat hiçbir zaman tam zamanlı çalışmadım. Her zaman kendime haftanın bir iki gününü ayırdım. Belki de bu yüzden kariyerimde çok fazla ilerleyemedim. Fakat benim de yazar olmam çok uzun bir zaman aldı. Kitabımın basımı kabul edildiğinde, 57 yaşındaydım. Bu nedenle senelerce gizlice yazdım. Kendime sakladığım bir uğraştı bu.
Eğer birileri bir şeyler yazmak istiyorsa ne kadar erken başlarlarsa o kadar iyidir. Çünkü sadece taslak üzerine düşünürken ve kelimeleri kağıda dökmeden nelerin yanlış gidebileceğini gerçekten göremezsin. Şimdi bile fark ettiğim bir şey bu, bir kitabı kafamda kurabilirim, fakat ancak bir paragraf yazmaya başlayınca sorunların nerden çıkabileceğini kestirebilirim. Bu yüzden yazmaya başlamak çok önemli. Bir taslak yazıldığında veya 40.000 kelimeye ulaşıldığında bir kursa gitmekte fayda var. Bu kurstan önce kişinin kendi başına bir şeyler yazması da mühim. Eğer kendi sesinizle deneyimlemeden bir kursa giderseniz o kurs beklediğiniz kadar faydalı olmayacaktır.

Şah: Ben de yaratıcı yazarlık kursuna gittim Türkiye’de ama bir müddet bir şeyler yazdıktan sonra.
Zamanınızı çok almak istemem. Diğer mülakatlardan öğrendiğim üzere "Ukrayna Traktörlerinin Kısa Tarihi" yarı biyografik ve yarı hayal gücü. Merak ettiğim bir nokta şu oldu. Kız kardeşiniz kitabınıza nasıl bir tepki verdi?
ML: Çok karmaşık. Kızkardeşim kitaba pek sevinmedi ve aslında benden bazı değişiklikler yapmamı istedi ve ben de bu değişiklikleri yaptım.

Şah: Taslak üzerinde mi?
ML: Evet taslak üzerinde.

Şah: Peki hala yakın bir ilişkiye sahip misiniz veya kitap bir dönüm noktası mı oldu sizin için?
ML: Hayır, maalesef, her şey kitapta gerçek hayattakine göre daha mutlu bir biçimde sonuçlandı.

Şah: Kitabınızda anladığım üzere bazen okuyucuları endişelendiriyorsunuz fakat onları çok da endişelendirmek istemiyorsunuz. Hep baba karakteri ve Valentina konusunda endişelendim. Mesela Valentina’nın sınırdışı edilmesi ihtimali göç çalışan biri olarak beni endişelendirdi. Fakat hep bir umut vardı ve sonuçta da umutlu bir yaklaşım sergiliyorsunuz.
ML: Ben de karakterlerim için endişeleniyorum (İkimiz de gülüyoruz).
Özellikle ikinci kitabımda işçi göçmenler çok daha tehlikeli hayatlar yaşıyorlar. Ben de “Eyvah şimdi onları nasıl bu durumdan çıkaracağım? Kitabın sonuna kadar onları yaşatmam lazım” diye düşünüyorum. Onlar için endişeleniyorum evet. Zor olan şey de endişe ile umut arasındaki dengeyi bulabilmekte ki hikaye ilerlesin ve aynı zamanda okuyucuyu yeterli seviyede gerginlikle okumaya devam ettirmek lazım.

Şah: Evet gerçekten de kitabı gerginlik ve aynı zamanda umutla okumaya devam ettik. Aynı şekilde gerginliğin söz konusu olduğu siyasi konularda, Ukrayna ve Rusya meselesinde mesela umutlu bir yaklaşımınız var mı yoksa daha gerçekçi bir yaklaşıma mı sahipsiniz?
ML: Ukrayna sorusu çok garip. Ukrayna 1989`da bağımsızlığını kazandı. Ailemle beraber Rusya`da yaşarken, çocukluğum boyunca Ukrayna bağımsız bir ülke değildi, Rusya`nın bir parçasıydı. Fakat aynı zamanda kendimi sadece Ukraynalı değil Rus olarak da görüyordum. Şimdi olduğundan daha büyük bir fark yoktu o zaman. Sonuç olarak Ruslara karşı düşmanca bir bakış açısı taşımıyorum. Sadece Stalin`e karşı böyle hislerim var ve bunun sebebi de ailemin onun elinden çok çekmiş olması fakat Ruslar aynı zamanda bizim arkadaşlarımız, komşularımızdı. Biz bir aile gibiydik. Teyzem bir Rus ile evlendi, ve bir başka kuzenim de Rusya`ya yaşamaya gitti. Şimdi Doğu Ukrayna`da olan bazı kuzenlerimin çocuklarının hepsi Rusya`da çalışıyor. Onlar Rusya ile daha yakın ilişkiler içinde olma fikrini savunuyorlar. Ben de onları Ukrayna ve Rusya arasındaki bu husumet içine itmek istemiyorum. Ben zaten böyle bir düşmanlığın düzmece olduğunu düşünüyorum, bence bu gerçek değil.

Şah: Fakat bir yandan da Putin’i suçlamak çok kolay olsa gerek, bir başka mülakatınızda belirttiğiniz üzere tarihi olarak Kırım hep sorunlu bir konuma sahip.  
ML: Putin bir diktatör ve Rusya’nın Putin ile gitmekte olduğu yönden rahatsızlık duyuyorum. Fakat batı Putin’i bir köşeye sıkıştırıyor ve bu da durumu kötüleştiriyor. Onu bir kutuya sıkıştırmaya çalışıyorlar NATO aracılığıyla ve o da kaslarını esneterek gücünü göstermeye çalışıyor.  Fakat maalesef Putin’e karşı olan tüm iç muhalefet çökmüş durumda. Açıkçası insanların içerden samimi bir muhalefet ile Putin’e “Ne yapıyorsun? Daha mantıklı bir danvranış biçimi sergilemelisin” demeleri lazım. Putin NATO’nun el uzatmasından endişe ediyor. Böyle giderse içerden desteklenmeye de devam edecek. Maalesef bu gerçek. Sen de Türkiye NATO ile benzer bir konuma sahip olduğu için anlıyor olmalısın.

Şah: Evet anlıyorum. Belki bu yüzden biraz daha farklı bir bakış açısına sahibim. O kitabı okuduğum için hep ordan örnek veriyorum. Ludmilla daha çok doğayı, bitkileri ve hayvanları temsil ediyor, daha çok korunma altına alınmayı, muhafaza etmeyi fakat baba figürü daha çok ilerleme, teknoloji, gelişme ve bunun gibi öğeleri temsil ediyor. Siz kendinizi hangisine daha yakın görüyorsunuz? Komik durumları yazarken bu diyalektik size yardımcı oluyor mu?
ML: Bu bence yıllar öncesine dayanan kadın ile erkek arasındaki ayrımı simgeliyor. Erkekler bilimin ve teknolojinin dünyasında çalışırken, kadınlar daha çok evde ve doğayla meşgul, en azından benim ailemde durum böyleydi. Annem doğaya çok yakındı, ve bana doğanın değerini öpretti. Bana bahçeyle uğraşmayı, çiçeklerin ve hayvanların isimlerini ve bugüne kadar koruduğum birçok şeyi. Babamsa bana satranç oynamayı, mantıklı bir şekilde tartışmayı öğretti. Bir ara fen bilgisinde çok iyiydim.

Fakat bu kadın ve erkek arasındaki yıllar öncesine dayanan ayrım o nesle ve o zamana özgü bir şey. Şimdi bunun modası geçti. Bizim zamanımızda kadın ile erkeğin toplumdaki rollerinin o kadar ayrıştığını düşünmüyorum. Aslında zamanında benim babamın kızkardeşi uçak mühendisiydi. Size onun fotoğrafını göstereyim, gerçekten göz kamaştırıcı.  

(Siyah beyaz resmi almaya gitti, resimdeki kadın çok güzel ve çok zevkli bir elbise giymiş, ayrıca bakışları bir bilim kadının bakışlarına benziyor, yeni bir şeyler icat etmeye hevesli bir bilim kadını.)

Açıklıyor: Bu benim halam, gördüğünüz üzere çok zarif ve onun uçak mühendisi olduğunu bu ftoğraftan çıkaramayabilirsiniz. Ama o zamanlar çok başarılı bir mühendismiş. Ayrıca katlanabilen bir uçak icat etmiş, kanatları kapanabilen.

Şah: Ailenizle gurur duyuyor olmalısınız.
ML: Evet duyuyorum.

Şah: Bir de kitapta baba tarafından yazılan traktörlerle ilgili kitaba bayıldım.
ML: Aslında onu ben yazdım. O da traktörler hakkında bir kitap yazdı ama kitabı çok sıkıcıydı. Kitabı krank mili ve vites kolları üzerineydi, fakat ben yüzyılın tarihini anlatmak için traktör motifini kullandım.

Şah: Şiirle de ilgileniyordunuz ve şiir yazıyordunuz. Hala yazıyor musunuz ve en çok hangi şairleri seviyorsunuz?
ML: 10 senedir şiir yazmıyorum. Eskiden çok yazardım ve keşke daha fazla yazabilseydim. Çünkü şiir kelimeleri ekonomik olarak kullanmak ve bir düşünceyi ufak bir alana sığdırmak için çok iyi bir yöntem. Romanda ise o kadar çok boş alan var ki, rahatlamak ve düşüncelerinizi yaymak istiyorsunuz. En sevdiğim şairler üniversitede üzerine çalıştığım 16. Ve 17. Yüzyıl şairleri. Andrew Marvell, John Donne ve tabii ki Shakespeare. Ayrıca Chaucer’ı çok beğeniyorum, kendisi "İki Karavan" isimli kitabımın da ayrıca ilham kaynağı olmuştur. Kısaca 16. Ve 17. Yüzyıl İngiliz şairleri benim en sevdiklerim. Ama bilmiyorum Türk okuyucular bunlara aşikar mıdır?

Şah: Sanırım Türkiye’de herkes Shakespeare’ı bilir ama diğerleri konusunda bir şey diyemem.
ML: Ayrıca Akhmatova’yı da çok beğeniyorum, bence o fantastik bir şair. Rus ve hatta çevrilince bile şiirleri özünü koruyabiliyor. 

Şah: Sizce yazarlar siyasi görüşlerini kitaplarında yansıtmalı mı?
ML: Sanırım siyasi bir görüşe sahip olan birisinin bir şeyleri telkin etmeden yazması çok zordur. Bu şu an İngilitere’de demode bir durum, özellikle de bir kadın yazarsa. George Eliot, benim için bir yazarın nasıl yazması gerektiğini gösteren bir model, kendisi siyasi fakat çok gizli bir biçimde. Ayrıca fakirlik hakkında yazan Charles Dickens da espri ve incelikle yazıyor. Bence insan ne yazmalı meselesinden öte, ne yazabileceğin daha önemli. Mesele bir bunu yapasan iyi olur, bunu yapmazsan iyi olur meselesi değil, zaten yazarak yapacağını yaparsın. (Gülüyoruz)

Şah: Kitaplarınızda hissettiğim bir şey, ben sizin doğaya, dünyaya, ve sosyal ilişkilere bakışınızı, daha doğrusu içindeki siyaseti görebiliyorum. Fakat eğlenceli bir üslupla.
ML: Kendi düşüncelerimdense karakterlerimin düşüncelerini yazmamayı zor buluyorum, ama eminim ki düşüncelerim bir şekilde yansıyordur. George Eliot’ı okudunuz mu?

Şah: Hayır, maalesef. Hangisi ile başlamalı?

ML: "Mart Ortası" ile başlamalısın. Birçok kişi sana bunun İngilizcedeki en büyük roman olduğunu söyleyecektir. Tabii ki küresel edebiyat düşünüldüğünde Tolstoy gibi birisi, hem de sağlam siyasi görüşlere sahip bir yazar olarak tartışılmaz bir yere sahip. Ama İngiliz Edebiyatı’nda George Eliott ile kimse boy ölçüşemez.


Şah: Keele’de felsefe ve İngilizce çalıştınız. Kendinizi Rus Edebiyatı’na mı yoksa İngiliz Edebiyatı’na mı yakın görüyorsunuz? Belki böyle bir ayrım yapmıyorsunuz, ama Rus edebiyatında en beğendiğiniz yazarlar kimler? Sizce Rus edebiyatı Ukrayna’da baskın mı?

ML:Ben büyürken sadece edebiyat vardı. Rusça mı Ukraynaca mı diye düşünmedim hiç. Fakat daha çok Rus edebiyatı okudum, çünkü yönetici elit sınıfının çoğu Rus’tu ve kitaplar da onların hikayelerini anlatırdı. Okuduğum Ukraynalı şairler arasında Taras Shevchenko vardı ki kendisi çok iyi bir şairdir, fakat çok vatanseverdir ve şiirleri de vatanseverlik ve anayurt üzerinedir ki bunlar pek de benim harcım değil (İkimiz de gülüyoruz). Diğer ünlü yazarlar ise Gogol ve Bulgakov’dur ki onlar harika mizahçıdırlar. Fakat onlardan etkilendiğimi söyleyemem. Çünkü onları okuduğumda daha yeni yazmaya başlamıştım. Birçok yazardan birçok şey öğrenebilirsiniz, onları okuyup “hm demek olayları böyle bir araya getirmiş, demek böyle kurgulamış” diyerek analiz edebilirsiniz. Fakat bunu Tolstoy gibi harika bir yazar içe yapamazsınız, dikişleri göremezsiniz Tolstoy’da. Dostoyevski’yi de beğenmekle beraber biraz ağır buluyorum.


Şah: Dostoyevsky biraz ağır va karanlık bence de. Tolstoy mesela Anna Karenina’da karakterlerine fikirlerini söyletir. Levin mesela gider işçileriyle çalışır.
ML: Tolstoy’un yaptığı gibi.

Şah: Evet, o zamanın tüm konuları üzerine düşünmüş, mesela Kırım Savaşı var o sırada Osmanlı ile, karakteri aracılığıyla Tolstoy bununla ilgili fikirlerini ve iç karmaşasını paylaşır.

ML: Ve Tolstoy bununla yakayı sıyırabilmiş (ikimiz de gülüyoruz)

Fakat komik olan şey şu, aslında Tolstoy’un o günkü konularda paylaştığı siyasi fikirleri şu an çok daha geri planda. İnsanlar onun toprak sahibi ve köylü arasındaki ilişkiden bahsederken neye vurgu yaptığını bilmiyor. 100 sene sonra karakterlerin gücü ve onların karşılaştıkları etik durumlar ön planda.


Şah: Sizce bu fikirler yaşamadı mı?
ML: Hayır yaşamadı. Fakat o zaman için önemli değildi demek değil bu. Fakat biz Tolstoy’un karakterleri ve onların geçmişleriyle daha çok ilgilendiğimiz için affedilebiliriz.

Şah: Tekrar tekrar geri dönüp okuduğunuz kitaplar var mı?
ML: Tekrar okumaya vakit ayıramıyorum çünkü daha okumadığım çok şey var. Mesela Dickens’ın hepsini okumadım. Bence Dickens harika bir yazar ama çok gençken, onun saçma ve çocukça olduğunu düşünürdüm. Dickens’ı bitirmek benim için öncelik olacak gibi görünüyor. George Eliott tekrar okuduğum tek yazar. Tüm kitaplarını okudum fakat asıl beğendiklerim "Mart Ortası" ve "Floss’taki Değirmen" bence harika iki kitabı. Sanırım Jane Austen’ı tekrar okudum fakat bir noktadan sonra kitaplar birbirine karışıyor.

Şah: Ben de aynı şeyi düşündüm, benzerlermiş gibi geldi bana.
ML: Daha okumadığım çok klasik var. Philip Roth’un tüm kitaplarını okumadım mesela ki kendisini çok beğenirim. Birçok kişi bana kitap yorumları yazmam için kitap yolluyor fakat bunlar her zaman okumak istediğim kitaplar değiller. Yine de okuyorum. Sonra bir klasik okusaydım daha iyi olurdu, diyorum.

Şah: Anlıyorum, sorularım bu kadardı.
ML: Güzel, harika, tebrikler!

 In English:

Sah: My first question is about being an author and coming from a migrant and refugee origin family what are the things that inspire you the most in life and in writing and how do political views and migrant views inspire your fiction?
ML: That is quite a broad question. I would say that being a migrant can be an advantage for a writer because you see the society from the outside. You have a different perspective to somebody who has grown up inside the society. It may make you more critical, but sometimes it can also make you more humorous as you observe things about a society which other people take  for granted and don’t notice.

My first book A Short History of Tractors in Ukrainian was  mainly about my family, who came to England as refugees, so inevitably it touched on the question of migration, but it mainly the story of an old man who, when his wife dies, marries a much younger woman. His two daughters can’t stand the new wife, but they also can’t stand each other.  This book is also translated into Turkish.

My second book, Two Caravans is about a group of migrant workers from all over the world,  who come to pick strawberries in Kent. By the time I came to write it I was interested in the new generation of Ukrainians who had migrated to the west. I realized that if my family hadn’t come when they did  (they left Ukraine in 1942 and they came to England in 1947) then I would be like all of these young Ukrainians who are poor and very desperate to come to the west. I started to think about what experiences I would have had, what experience do migrant workers have who come to the west? A lot of the ideas in the book happened by chance, as you can imagine. Someone gave me a leaflet about Ukrainians working in Britain and then I was on the train in Kent, which is known as the Garden of England, where there were a lot of young people who were talking in all these Eastern European languages so I got very curious and started to talk to them. It turned out they were apple pickers and strawberry pickers. And that was the start of my story.

Sah: How much time did you spend then there collecting all these experiences of others?
ML: I spent quite a lot of time in Kent because I had friends down there I was visiting and I was going around my ears and my eyes open. But when I was a student, I had been in Kent and I had been strawberry picking. 

Şah: Really?
ML: It used to be common for students to do these summer jobs. But these jobs that used to be done by British students are all done by migrant workers now. It is actually very hard work.

Sah: And … yeah actually this question is similar to the first question, having two different identities one that comes from your family and your past, one growing up in the UK. How do you reconcile these differences?
ML: I think that the whole question of identity is something which has been blown up very much recently, I don’t know why it has become a fashion .
Identity seemed to become very fashionable in the last ten years. I grew up without thinking I have an identity. I was just me. I didn’t ask who am I, why am I here, I just got on with my life. And I find it slightly annoying that when people talk about identity mean national identity, or they talk about religion or ethnicity. But I think my identity is much broader than that: I am a person of my generation, and a woman, and a mother, and a writer and a socialist, I have a lot of different identities. And to just say that “You are Ukrainian, or you are English” doesn’t sum me up at all. It is part of my identity but it is not my whole identity.  I find it quite irritating that the people want to narrow me down to this little field.

Sah: It is a very limited way of looking at it. When I was preparing this question, I thought maybe I should not use the word identity.

This is again a general question, what are your suggestions to young authors, or new authors, or who start to write, who are maybe desperate to write, who are also dealing with other jobs but also want to become writers, because you also had another job… 

ML: I had another job, but I never worked full time. I always left myself one or two days a week. And because of that I didn’t advance in my career as much as I might have done. And it also took me very long time to become a writer. I was 57 when my book was accepted, so for years and years and years, I wrote in secret . It was something that I did on my own.
I think that if people want to write, the important thing is that they start immediately,  because if you are thinking about writing you won’t really know what the problems are until you start to put the words on the page. I find that even now, I can think about a book in my head, but as soon as I start to write even one paragraph, I really understand what the problems are going to be. And so the important thing is to start. When you’ve done a draft or maybe when you’ve done 40,000 words it is a good idea to go to a course. A course is very helpful but you need to start writing on your own first. If you go into a course without really having experimented with your own voice then the course wouldn’t be very helpful for you.

Sah: I went to creative writing course in Turkey actually, after some writing experience … 

I don’t want to take too much of your time. So I have learnt from other interviews that A Short History of Tractors in Ukrainian, is half autobiographical and half imagination that you have added into it. But if it is too private please do not answer. How was the reaction of your sister to it?
ML: It is very complicated. My sister wasn’t very happy with the book and actually she did ask for some changes and I did make the changes she had asked for.

Şah: With the draft?
ML: She did see the draft, yes.

Sah: But I guess I mean you still have a close relationship or the book was a turning point?
ML: No sadly, the things ended much more happily in the book than in real life, I am sorry to say.

Şah: So what I felt in your book, you sometimes make the readers worry a little bit but you don’t make them too much worry either. Because I was worried about the father, and Valentina, and even Valentina what if she gets deported, and everything, as a person studying migration etc. But then you are hopeful as well and you have this hopeful approach in the end.
ML: Well, I worry about my characters too. (Laughter).
Especially in the second book, where they were living much more dangerous lives as migrant workers. I would think “Oh Gosh, how am I going to get them out of this situation? Because they have to survive until the end of the book.” So it is true that I do worry for them. The difficult thing is to find the right balance between anxiety and hope so that you carry forward, and at the same time there must be enough tension to keep you reading.

Sah: Yes that tension kept us reading, hope also kept us reading. Do you have this kind of hopeful approach or this right kind of tension as you call in terms of the political issues as well, like the relationship of Russia Ukraine and Ukraine’s future or do you have a more realistic perspective on the political side?
ML: The question of Ukraine is an odd one. Ukraine only became independent in 1989. So most of my childhood, when I was living at home with my parents, Ukraine wasn’t an independent country, it was part of Russia. And so I didn’t just think of myself as Ukrainian but also Russian. My family was Ukrainian but we had close family links to the Soviet Union as it was then. There wasn’t such a strong difference then as there is now. As a result I don’t feel antagonistic towards Russian people.  I feel antagonistic towards some political figures, such as Stalin because my family suffered very badly at his hands, but at the same time many Russian people were our friends, they were our neighbors, they were like family . My auntie married a Russian, and my other cousin went to live in Russia. Some of my cousins who are now in Eastern Ukraine, their children are all working in Russia, so they would like to have a closer relationship with Russia. I don’t want to push them to this antagonism between Ukraine and Russia, I think it is almost like a concoction I don’t believe it is real.

Sah: When I speak to my friends how they approach Ukraine, and Putin is like this or that, but on the other hand to blame Putin is the easy way, as you said in one of your interviews about the historical context of Crimea and everything.
ML: Putin is a dictator, and I hate the direction that Russia is taking under Putin. But the way the West is pushing Putin into a corner is making him worse. They are boxing him in, trying to surround him with NATO bases, and he is showing how strong he is by flexing his muscles. Unfortunately all the domestic opposition to Putin has collapsed. I would prefer for there to be a genuine opposition to Putin at home, who would say “look what are you doing? Let’s have a reasonable way of behaving.” But while Putin is so afraid of the encroachment of NATO. he is going to carry on getting popular support. ,Unfortunately that is true. You must understand because Turkey has a similar position in NATO…

Sah: Yes it has definitely, I think so. Maybe that is why I have a different perspective as well. 

And because I read that book I am always giving examples from it. I thought that Ludmilla represents more like nature, plants, animals and preservation, while the father represents progress, technology, constant improvement, kind of… and which one do you feel closer to? Does this dialectic help you writing these comedic situations?
ML: I think really it is a sort of age-old dichotomy between men and women. Men work in the world of science and technology, and women are more at home in the world of nature, certainly that was the case in my family. My mother was very close to nature, and taught me the value of nature.  She taught me gardening, the names of the flowers and animals, and all sorts of things which I have guarded, whereas my father taught me to play chess, to argue logically, and I used to be very good at science at one time.
But the distinction between men and women  very much belonged to their generation and their time. It seems old-fashioned now. I wouldn’t think that in our time there is such a clear distinction between the roles of men and women in society. Actually even at that time my father’s sister an engineer and also an aircraft engineer. In fact I am going to show you her photo, which is very glamorous.
(She went to take the photo which is black and white, the woman in the photo is very beautiful, elegantly dressed and also has the looks of a scientist who is determined to invent new things…)

She continues: This is his sister when she was mature and you can see she was very elegant, not how you would imagine an aeronautics engineer to be, but she was a a successful engineer in her time. She invented a folding aero plane which is actually an aero plane that folds its wings.

Sah: Oh my god! So nice, you must be proud of your family.
ML: I am very proud of them, yes. 

Sah: I like the book that is written by the father. 

ML: But actually I wrote it. He did write a book about tractors but not that book. His book was very boring, it was all about crankshafts and gear levers, but I used the motif of the tractor to tell the history of the century.


Sah: You were interested in poetry, you were writing poems. Are you still writing poetry and which poets do you like the most?
ML: Hm I haven’t written any poetry for about ten years. I used to write a lot of poetry and in a way I wish I wrote more because it is a very good way of using words economically and compressing a thought into a very small space whereas with a novel you have so much room, it is tempting to relax and spread out your thoughts. My favorite poets are still the ones whch I studied at the university which are the English poets of the 16th and 17th century. Andrew Marvell, John Donne, and of course Shakespeare himself. I also adore Chaucer, who was part of the inspiration behind Two Caravans. So 16th-17th Century English poetry is what I like best. But I can’t imagine many of your Turkish readers would be familiar with that. 

Sah: Yes in Turkey they would all know Shakespeare I guess, others I don’t know very well. 

ML: I am also a great fan of Akhmatova, I think she is fantastic. A Russian poet… and even in translation she comes out well. 


Şah: Do you think that authors should represent their political views in their works? 

ML: I think that having a political view makes it very difficult to write without preaching.. It is very unfashionable in England at the moment, it is especially unfashionable for a woman writer to have opinions of any sort. George Eliot, is my absolute model of how a writer should write, and she is also very political, but in a subtle way. Also Charles Dickens who writes about poverty with great humor and grace. I don’t think it is a matter of what you should write, it’s a matter of what you can write. It’s is not what you should or should not do - you just do it (Laughter). 


Şah: Because what I have felt in your books, I understand what you think about what you think about nature, world, social relations, I mean, I see the political in it. But in a humorous way. 

ML: I try hard to write the views of my characters, not my own views but I am sure that my views come through it after all. Have you read George Eliot? 

Sah: No unfortunately not. Which shall I start with?
ML: You should start with Middlemarch. Very many people will tell you it is greatest novel in the English language. Possibly in terms global literature somebody like Tolstoy, who was also very political, would have the edge, but in terms of English literature, nobody quite beats George Eliot. 

Sah: So having studied English and Philosophy in Keele, do you feel closer to Russian literature, or English literature, maybe you don’t make such a distinction but who are your favourite writers from Russian literature? Do you think that Russian literature had a dominating effect in Ukraine?
ML: When I grew up there was just literature, I did not think this is Russian, this is Ukrainian. But what I read was largely Russian literature, because most of the ruling elite were Russian so it was their stories that came across in the literature. The only Ukrainian poet I read was Taras Shevchenko who is a fine poet but he is very patriotic and the poems about patriotism and the mother country, aren’t quite my cup of tea (laughter on both sides) The other great Ukrainian writers are Gogol and Bulgakov who are great humorists. But I can’t say that I was influenced by them because I started reading them when I had already started writing myself. With a lot of writers, you can learn from them – you read them and you can see “oh this is how they do it, this is how it is put together, you can analyze it. But you can’t even do it with a really great writer like Tolstoy, everything is so seamless. Dostoyevsky I also like but not as much, I find him a bit harsh.

Sah: Dostoyevsky is harsh and darker I would have thought. Tolstoy for instance he gives, we always focus on Anna Karenina but he gives his ideas on contemporary issues on this character. The one how is the farmer (Levin), he owns land and works with his workers. 

ML: Which is also what Tolstoy did. 

Sah: Yes, he thinks about all these contemporary issues of the time, which is about Crimea as they had the war with the Ottomans, it was I think 1912-1913. He gives his opinions about it within that character.
ML: He could get away with it. (Laughter and silence)
The funny thing is that the novels survive, even though Tolstoy’s political opinions about the very specific points of the day are largely irrelevant now. People don’t know what he is referring to when he writes about these relationships between the Lander and the serfs . But a hundred years later what has survived is the strength of the characters and the moral dilemmas they face. 

Sah: So you think that the views of the time didn’t survive. 

ML: No they didn’t. But that doesn’t mean they weren’t important at the time. But we can be forgiven not being as interested in that as in the characters and histories that Tolstoy writes about.


Sah: So are there books that you re-read, turn back and re-read carefully again and again?
 ML: I don’t do very much re-reading, because there is so much that I haven’t yet read; I haven’t read all of Dickens for example. I think that Dickens is a great writer but when I was young, I thought he was ridiculous and childish. So finishing Dickens would be a priority for me.  George Eliot is the only writer I re-read. I have read all her books,  but the ones I like best are , Middlemarch and the Mill on the Floss. I think these are two very great books.. I think I have probably re-read all of Jane Austen, but they do tend to blur into one after a bit.

Şah: Yes I had the same thing, same feeling like they are kind of similar.

ML: There are other classics that I haven’t read. I haven’t read all of the Philip Roth for instance that I like very much. Lots of people send me the books for comments and they are not necessarily the books I want to read, but I read them anyway. And then I think I would much rather be reading a classic. 


Sah: I understand. My questions are finished. 

ML: Good, excellent, well done.