31 Ağustos, 2014





Hiç okuduğunuz bir roman karakteri  "ah gerçek hayatta da böyle biri olsa" dedirtecek kadar sizi kendine hayran bıraktı mı? 
Beğenmeyen Okumasın ekibi olarak kimi kişiliğiyle kimi muhteşem dış görünüşüyle okuyucunun kalbinde yer etmiş, aşık olunası roman karakterlerini derledik! Yazımızın sonuna ise sizler için bir bonus ekledik, bakmadan geçmeyin! 



Mr. Darcy- Aşk ve Gurur

Yakışıklı ve zengin Mr. Darcy sırf bu özellikleri ile bile rüyaları süslüyor olabilir, tamam. Ancak bize göre onun bu kadar sevilmesinin sebebi jön olmasından değil, önceleri ukala ve hissiz bir adamken tam bir beyefendi ve aşk adamına dönüşmesinden kaynaklanıyor. Hadi itiraf edelim, Mr. Darcy eğer baştan sona aynı, duygulu, düşünceli, nazik adam olsaydı, birçoğumuz kendisine sıkıcı derdik değil mi? 



Behlül - Aşk-ı Memnu

"Ne? Behlül mü?" dediğinizi duyar gibi olduk. Kadınların efendi, düzgün, normal adam yerine; arızalı ve kaypak adamlara aşık olma isteklerini tamamiyle karşılayacak bir karakter. Yakışıklı ve kazanova... Gerisini kim takar? Not: Bihter Ziyagil'in ardından halen yas tutuyoruz...



Komiser Nevzat

O bir İstanbul aşığı. O bir Müzeyyen Senar hayranı. O katillerin acımasız düşmanı. Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi ve diğer bazı romanlarının ana karakteri Komiser Nevzat’tan bahsediyoruz. Eşi ve kızı öldürülmüş, onları devamlı kalbinde taşıyan ama meyhane sahibi Evgenia ile de gönül ilişkisi olan en güzel sevgilerin insanı. Eski zamanların hatta melodramlardaki karakterlerin naifliğini taşıyan, insanlığa ve aşka inancımızı tazeleyen Komiser Nevzat, kalbimizi çalan en önemli roman karakterlerinden. Yaş itibariyle listemizdeki diğer karakterlere göre bayağı büyük sayılabilecek Komiser, görmüş geçirmiş ve olgun aşkın en önemli temsillerinden. Sizce de aşk yaştan bağımsız, saf duyguların gönüller arasındaki paylaşımı değil mi zaten?


Not: Komiser Nevzat iki önemli oyuncu – Uğur Yücel ve Altan Erkekli – tarafından canlandırıldı ama açıkcası hayal gücümüzde canlandırmak daha iyi diye düşünüyoruz.



Bir gönülde iki kadın, tutku ve saf sevgi arasında sıkışmış bir erkek. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği eserinin ana karakteri Tomas, hovardalığı ve geniş gönüllülüğü ile tam bir gönülçelen. Desteklemediği politik sistem için çalışmak istemediğinden doktorluk kariyerini bir kenara koyup cam silicilik yaparak da saygımızı kazanan bir karakter. İtiraf etmek gerekirse romandan sonra filmi seyredince insan bir kere daha aşık oluyor kendisine Daniel Day-Lewis sağolsun. Gözlerine kurban olduğum, Allah özene bezene yaratmış :)


Kim demiş dış güzellik önemli değil diye? Hadi itiraf edelim, kusursuz fiziksel güzelliği ile kadınları (hatta erkekleri bile) kendisine aşık edebilen Dorian'dan etkilenmemek hiç de kolay değil. Üstelik bir de ekstrası var: Bu adam hiç yaşlanmıyor! Evet, bir yerden sonra kalbi çürüyor olabilir; ama olsun bazen "beyinsiz, güzel bir yaratık; kışın, seyredecek çiçeğimiz kalmadığı zaman, yazın da aklımızı serinletecek bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman burada olmalı." Sen "beyinsiz" kısmını üstüne alınma sevgili Dorian!


Raif Efendi - Kürk Mantolu Madonna


Dış güzellik elbet önemli ama onun kadar önemli olan bir şey de, kırık bir kalbin bitmeyen sevgisidir. 'O'nu bulduğuna inandıktan sonra ona sıkıca sarılmaktır. Sadakattir, hayatına devam eder gibi yaparken, diğerleriyle bir aradaymış gibi görünürken bile hep 'o kişi'yi sevmektir. Kendi iç dünyasında yaşamak, 'saadeti israf etmekten korkmak'tır. Ruhunun farkında olmak, gerçek sevginin hayatta sadece bir kez başa gelebileceğine inanmak ve sevdiği zaman da 'bütün dünyayı sevebilecek kadar çok' sevmektir. Raif Efendi işte budur, böyledir. Böyle birini buldu mu hiç düşünmeden aşık olunmaz da ne yapılır? 


Jay Gatsby - Muhteşem Gatsby

Evet kesinlikle muhteşem sıfatını hak eden bir adam Gatsby. Sevdiği için her şeyi yapmayı göze alan cesur ve aşık bir adam. Aynı zamanda sabırlı ve beklemeyi de bilen biri. Onun için Daisy tarafından sevilmek ve Daisy ile  birlikte olabilmek her ne kadar önemliyse de, sadece Daisy'nin mutlu olması için bile pek çok insanın yapamayacağı şeyleri bir an bile düşünmeden yapan bir adam o. Sevgisi belki biraz takıntılı ve hastalıklı gibi gelse de, aşka sadık olabilen nadir insanlardan biri.

   
Holly Golightly - Tiffany'de Kahvaltı

Holly; güzel, çekici, alımlı, çocuksu, saf, bağlanmaktan korkan hatta aşk ile birine bağlanmanın kafese kapatılmaktan farksız olduğunu düşünen, elindekini kaybetmeden onun değerini anlamaya yanaşmayan bir kadın. Canlı, hayat dolu, savruk, başına buyruk, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven bu kadına ilk görüşte vurulmamanız çok zor. "Sevgilim" diyerek yanınıza gelip, sigarasını yakmak için sizden ateş istediği anda onun çekim alanına girmişsiniz demektir. Ve bu alandan çıkmanız hiç de kolay olmaz. 



Esmeralda - Notre Dame'ın Kamburu

İsmi Türkçede her ne kadar esmer bir kadını çağrıştırsa da kumral olan Esmeralda'ya ilk bakışınızda onun, bir insan mı, bir peri mi yoksa bir melek mi olduğuna karar veremezsiniz. Aynı anda hem Phebus, hem Quasimodo hem de Frollo'nun ona aşık olması da bize aslında ne kadar güzel olduğu gösterir. Sadece "Belle" ile bu üç erkeğin ona olan aşkını dinlemeniz bile Esmeralda'ya aşık olmanıza yetecektir. 


Uzun boylu ve zarif genç bir kadın. Alışılmamış bir güzelliğe sahip olan Salomé, fiziksel güzelliğinin ötesinde; akıllı, güçlü, cesaretli ve hatta küstah. Geleneksel "kadın" algısını yerle bir ederek karşılaştığı tüm erkeklerin bir anda aklını ve kalbini -her ne kadar asıl amacı bu olmasa da- çalmayı başarabiliyor. Onun etkisinden ve çekim alanından kurtulmaksa hiç de kolay olmuyor.






Küçük Prens-Küçük Prens

Çoğumuzun çocukken tanıyıp kalbinde yer edinen ilk roman karakteri Küçük Prens'tir. Sebebi sarı saçları, kendi küçük Astroid'i ile yıldızların arasında yer alması ya da prens olması değildir. Hatta o, masallardaki beyaz atlı prenslerden daha gerçektir. Başımızı kaldırıp yıldızlara baktığımızda orada bir yerde olduğuna inanırız. Çünkü bir kitapta sevme duygusunu samimi ve en saf hali ile bize hissettirip kalbimizin derinliklerine eken O'dur. Hayata daha farklı bakmaya öğretip ufkumuzu yıldızlara kadar genişletmiştir. Belki çocuk aklımızla ilk okuduğumuzda onu çok anlamadık ama büyüyüp yetişkin aklımızla okuyunca yine onu çocuk kalbimizle sevdik.


Güzel Remedios-Yüzyıllık Yalnızlık

Güzelliği ile ün salan Gabriel Garcia Marquez karakteri adeta gökten düşmüş bir melek gibidir. Ancak dış görünüşe aldanıp aşık olmak her zaman mutluluk getirmez. Macondo'nun gelmiş geçmiş en güzel kadını olan Remedios karşısında, erkekler aşklarından ölüp biterler. Safça dursa bile onunla konuştuğunuzda çok mu zeki yoksa aklı gidik mi tam anlayamazsınız. Erkekler güzelliğine aşık olurken o bu dünyanın bütün basitliklerinden sıyrılmış bir şekilde yaşamakla meşguldür.       


Yazının bonusu:





Peki aşık olacağınız roman karakteri gerçek olsa nasıl olurdu? 
Bunun cevabını görmek için Ruby Sparks (Hayalimdeki Aşk) adlı filmi izlemenizi tavsiye ederiz! 
Yazar olan Calvin son romanında kendisinin seveceğini düşündüğü bir dişi karakter yaratır ve adını Ruby koyar. Fakat bir hafta sonra Ruby kanlı canlı salondaki kanepede oturuyordur! Calvin kelimelerinin nefes alan bir canlıya dönüştüğünü görünce ne yapacağını şaşırır. 








                

30 Ağustos, 2014



Tomris Uyar 15 Mart 1941’de İstanbul’da doğmuş, 2003’te ise vefat etmiş maalesef. Çok genç bir yaş sayılır. Kendisi, zamanında Boğaziçi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat dersleri vermiş. İlk çevirisi “Şekerden Bebek” (Tagore’dan) Varlık’ta, ilk öyküsü “Kristin” Mart 1965’te Türk Dili’nde çıkmış. Kendisinin öyküde benimsediği temel öğe “yoğunluk, içtenlik ve sahicilik” (s. 107). Öykülerinde küçük burjuvaların yaşamlarına dair yazmış, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu kitabın son sözüne bakacak olursak. Mesela benim dikkatimi hep “Yürekte Bukağı” kitabı çekmiştir. Bu kitabı gerçekten okumak isterdim. Metal Yorgunluğu adlı hikaye kitabının son söz kısmında şöyle der:

“Yürekte Bukağı’da gittikçe yozlaşan bir ortamda ve bu ortamla beslenen hastalıklı toplum düzeninin yüreklerine geçirdiği bukağıdan kurtulmaya çalışan, yeni değerler geliştirmeye çalışan insanları görürüz.” (s. 108)


Ben de kendisiyle Hazal sayesinde tanıştım. Bana “Metal Yorgunluğu” kitabını hediye etti. Bense bu kitabın içinde sadece iki öyküye vuruldum. Diğerlerine niçin vurulmadığımı açıklamaya vaktim olacak mı bilmiyorum. Kendisini neden önceden tanımadım diye hayıflandım. Ama öykülere tarafsız yaklaşamadım. 
Öncelikle genel anlamda neler hoşuma gitti neler beni biraz sorgulattı, onu anlatayım. Hikayelerde hayaller ile gerçekler iç içedir. İç ses dışa vurmuştur ama birden gerçek ses ortaya çıkar, okuyucu donup kalır. Fransız filmlerinin sonunda donup kalan izleyici gibi. “E şimdi?” derken hikayenin aslında duygusal bir yoğunluk ve diyaloglarla zenginleşmiş içeriğinin sona erdiğini fark ederiz. 
Mesela "Dön Geri Bak" hikayesi beni en çok etkileyen hikayelerden biridir. Hikayenin ana karakterinin sonu bellidir ilk cümleden: “Nesrin Öldü”. Ama hikayelerinde mesele bir sonuca varmak değil, mesele bir merak yaratmak ve o merakı arada güçlü diyaloglarla ve dizelerle yavaş yavaş körüklemek. En son paragrafta insan anlıyor, karakterin hüznünü, özlemlerini, tutkularını, yaşanmışlıklarını ve yaşan(a)mamışlıklarını, yaşanıp da akıldan çıkamayanları... Hani gelip gidip etrafında döndüğümüz anılar vardır, sık sık ziyaret ederiz onları. Vazgeçilmez bir şekilde beynimiz hep o noktalara odaklanır... İşte birçok karakterde Tomris Uyar da bunu yansıtmış. Statik olduğunda karakter, insan üzülüyor, çünkü genelde hikaye ve hayat dolu karakterler. Etrafındaki herkesin (mesela mahallenin en güzel kadını, 1. Dünya Savaşı'ndan bir gazi, herkesin saygı duyduğu belki pek eğitimli olmayan ama insanlığıyla tanınan, sıradanlığının içinde aslında çok özel anıları olan), geçmişe dönüp de bakan karakterler. 
“Hayatın dalaşı, gürültüsü, küfürleri, şarkıları, güçlükleriyle bilenmiş, elleri kaba işlere girip çıkmış, sevmeyi yaşamaktan öğrenmiş, yaşayarak öğrenmiş, bildik Mustafa’yı gerçekten sevdiğini düşündü en son. Koyu bir su aktı toprağa.” (s. 29)

Metal Yorgunluğu adlı hikayeye de bayıldım... Resimlerle desteklediği bu hikaye duru bir dille anlatılmış. Daha çok birinci kişinin ve ana karakterin ağzından. Orada şöyle der: 
“Bendeniz bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak.” Hayat hikayesini anlatır, savaş zamanında nasıl silah dökümünde çalıştığını, "günah işlediğini" ama bunu gençlerin özgürlüğü için yaptığını. Yine de hikayesini ağlayarak anlatmaz Ferdi Bey. Kendini acındırmak gibi bir derdi yoktur, artık dünya işlerinden el ayak çeksem de rahat etsem, der. Böyle demez tabii, Tomris Uyar’ın dili güzeldir. Sırf metal yorgunluğu olsa neyse, ama gönül yorgunluğu da vardır Ferdi Bey’in. Bu çok katmanlı hikayeyi çok sevdim Nesrin’in hikayesinden sonra. 

Bazı hikayeler ağırdır, dil anlamında değil. Okur ve bir kenara koyarsınız kitabı, ben şimdi bu hikayeyi hazmedeyim, dersiniz. İşte Tomris Uyar’ın hikayeleri de böyle. Belki hepsi değil ama Metal Yorgunluğu kesinlikle öyle. Hikaye seviyorsanız size kesinlikle tavsiye ederim Tomris Uyar ile tanışın, tanışmadıysanız eğer. Tanıştıysanız bazı hikayeleri bir defa okuduğunuzda, kaçırdığınız bir şey olabilir, onu göz ardı etmeyin... Yeri geldiğinde bir daha okuyun. Bir hikaye bir hayattır. Bir hikayede bazen insan az ve öz, gözlerimizle göremediğimiz, hep hissettiğimiz ama dokunamadığımız o güzel karmaşayı sadeleşmiş bir biçimde bulur. Ve bazen bir hikaye okumak insanın bir şeylere bakış açısını değiştirebilir, bir düğümü çözer.
Hikayeseverlere duyurulur...
 

20 Ağustos, 2014


Yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Vedat Türkali’nin romanlarını biraz sonra yorum yazacağım kitabını okuyana kadar okumamıştım. Türk Edebiyatı'nın en önemli kalemlerinden birini bu zamana kadar okumamış olmak da benim utancım olarak burada dursun. Aslında kendisinin senaryolarına daha fazla hâkimiz her halde, tanıdık hikâyeler bizim için. Mesela “Fatmagül’ün suçu ne?”

Güzel bir Ege kasabası Selimiye'den

Yalancı Tanıklar Kahvesi, 60’ların sonundan 80 darbesine kadar olan bir zaman aralığında geçiyor. Türkiye tarihine damgasını vurmuş bu dönemde yaşanmış, Maraş ve Çorum katliamları gibi belleklerde yer edinmiş olayları kitabı okurken tekrar hatırlıyorsunuz.


Kitabın ana kahramanı Muhsin, en yakın arkadaşı Salih’in de yönlendirmesiyle sol görüşü destekleyen bir devrimci. Kitabın bölümleri de Muhsin’in hayatında yaşadığı önemli değişikliklere göre ilerliyor. İlk bölümünde - aslında kitabın geneline de hakim olan - Muhsin’in kafa karışıklığına ve ciddi ilişkiye yanaşmayan aşkı Reyhan’la ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Salih’in vurulması ve babasının ölmesiyle kişiliğinde yeni çalkantılar yaşayan Muhsin’in memleketine dönüşü ve orada insanlarla olan iletişimi sonucu yaşadığı değişim takip ediyor bu süreci.
Muhsin’in kafa karışıklığı hayatının her yerine yansıyor. Ne politik görüşünde, ne özel hayatında karşı cinsle olan ilişkilerinde bir karara varıp ve bu kararın da arkasında durmak gibi bir duruş sergileyebiliyor. “Kendine bir yol bulman gerek,” önerisine “O yolu göstersene bana” diyerek cevap veren bir karakter. Ağa çocuğu olarak hiçbir maddi sıkıntı çekmemiş ve ailesinin – özellikle de annesinin el altından - gönderdiği paralarla hayatını devam ettirirken Salih ile sınıf tartışmaları yapıyor. Babasının zenginliğinden hoşlanmadığını söylerken bunu köylüye nasıl anlatacağını bilemiyor ve “Güzel de, neyi, nasıl anlatacaktı; bilmiyordu ki. Bu topraklar sizin mi diyecekti!” diye düşünüyor.
Muhsin’in kitap boyunca iletişim içinde olduğu kişiler de farklı politik görüş ve bakış açılarını yansıtıyorlar. Kısaca, küçük bir Türkiye panoraması diyebiliriz. Solcu Salih, her şeyin en doğrusunun kendi düşündüğü gibi olduğunu savunan ve devrimi onların yapması gerektiğini düşünen, bir nevi tutucu diyebileceğimiz bir insan. Nedim Hoca hem kültürel birikimi hem de halkla empati kurabilmesi açısından aklın sesini temsil ediyor kitapta. Sahip olduğu kitapçı Fide de ismiyle de yansıtıldığı gibi özgür ve demokratik düşüncenin aşılandığı  “Ekmek, kitap çalanlara ceza olmaz! Ülkeyi çalıyorlar, kitap çalanla mı uğraşacağız?” ile belirttiği gibi kitap çalınmasına ses çıkarmayan bir yüce gönül. Rüştü ise halkın dinle olan ilişkisini farklı bir gözle yorumlayan ve antikapitalist müslümanlık çizgisinde olan bir dost olarak farklı bir ses. Özellikle Rüştü’nün sözleri entelektüel hezeyanlarımız içindeki bizlere bir tokat gibi çarpıyor bence: “En güçlü inancının karşısına dikileceksin; o da gelecek! Aklın alıyor mu?” “Doğru benim dediklerimdir!” diye kesin yargıyla girdin mi tartışmaya, yerinde sayar durursun! Bu bizim temel eksiğimiz”. Nedim Hoca da bu noktada kendisi “Bu din sorununda biz terse düştük Muhsinciğim. Bir türlü barışamadık bu halkla. Yalnız sen, ben değil, toptan yalnız kaldık! En doğruyu söyledik, kaç kişi geldi yanımıza?” sözleriyle eleştirerek akıl tarafını yeniden öne çıkartıyor. Hocanın her cümlesi bir motto aslında: “Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe tartışmalarına kalkışmayın halkla...Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini gösterin!”
Zevkle okuduğum kitabın en sevdiğim yönü, Türkiye’nin belki de en devinimli siyasi dönemini insani bir bakış açısıyla anlatması. Ülkenin yaşadığı çalkantıyı insanların gözünden okumak dönemi daha iyi anlamamı sağladı. Sadece siyasi görüş değil, Muhsin’in kadınlarla olan ilişkisi de okumayı zevkli hale getiren bir nokta. En sıkıntılı noktalarda bile kadınlara dair iç sesi ve cinsellik ile ilgili düşünceleri kitabın gerçek insani yönü de diyebiliriz aslında. Diğer beğendiğim bir yön ise şimdiki zamanla kurduğum bağlantı. Siyasetin çürümüşlüğü, bireysel alan olan dinin kamusal bir konu haline getirilmesi kendi içimde de sorguladığım ve yanıt bulamadığım konular. Tabi içime sinmeyen noktalar da mevcut. Biri, şive kullanımı. Kitapta Ege şivesi kullanımının çok fazla karikatürize edildiğini düşünüyorum. Muhsin’in köyündeki insanlarla olan diyaloglarının bu zorlama şive nedeniyle bana uzak kaldığını söyleyebilirim. Burada aslında kitap boyunca “Yüzeysel bilgiler, yarım yurum, sığ kafalarıyla koca koca savlara kalkışan ünlü aydınlarlaydı sorunu,”cümlesinde olduğu gibi eleştirilen uzak aydın duruşu sergilenmiş gibime geldi. Muhsin gibi ancak uzaktan bakabiliyoruz insanlara bu yüzden. Çok doğru bir eleştiri yapılırken, eleştirilen şey kitapta tekrar vücut bulmuş.

PS: Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyormuş. Adliye karşısındaki kıraathanede davanın seyrine göre fikir değiştiren ve tanıklık yapan kişiler mevcutmuş. Gerçekliğin yalanla birbirine girdiği bir diğer nokta işte.

PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)

17 Ağustos, 2014



  "Oh Captain, My Captain" ya da Robin Williams'a Veda


"Kopar goncaları henüz vakit varken
Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır, uçar gider 
O gonca sana gülücükler saçarken bugün 
 Gelince yarın, sararır solar, boynunu büker"


Bu hafta yazmak için seçtiğim kitap aslında Japon öykü yazarı Ryunosuke Akutagava'ya ait Rashomon'du. Ancak 11 Ağustos'ta Robin Williams'ın aramızdan ayrılışı nedeniyle, ki kendisinin benim için çok derin ve büyük bir anlamı vardır, bu yazıyı Ölü Ozanlar Derneği üzerine yazmaya karar verdim.


Ölü Ozanlar Derneği, 1989 yılında vizyona girmiş bir film aslında. Bilinenin aksine film kitaptan uyarlama değil. Hatta 1990 yılında Akademi tarafından "En İyi Özgün Senaryo Ödülü"ne layık görülmüş. Ama öte yandan da aynı sene içinde filmin kitabı da yayımlanmış. Filmin senaryosunun yazarı ile kitabın yazarı farklı insanlar. Tom Shulman, kendi hayatından esinlenerek senaryoyu yazmış. Konuya ilişkin çok fazla bilgi bulunamasa da, filmin kitap versiyonunu yazan ise N. H. Kleinbaum'dur. Özgün senaryo, film ve kitap arasında bazı nüanslar bulunsa da temel olarak geçen konu, kişi ve olaylar birbirine çok yakın. 


Ölü Ozanlar Derneği, çok sert eğitim anlayışına sahip, "Gelenek", "Onur", "Disiplin", "Yetkinlik" ilkelerini benimsemiş, sadece erkek öğrencileri kabul eden Welton Akademisi'nde geçiyor. Okul, bir asırdır verdiği katı eğitimle üniversiteye pek çok başarılı öğrenci yetiştirmesiyle ün salmıştır. Dersler büyük bir ciddiyet ve disiplin içinde işlenmektedir ve öğrencilerin müfredat ve okulun belirlediği boş zaman etkinlikleri dışında bir işle uğraşmaları yasaklanmıştır. Tüm bu "düzen" okula yeni gelen ve aynı zamanda da okulun eski bir mezunu olan edebiyat öğretmeni Mr. Keating (Robin Williams) ile değişmeye başlar. Geleneksel eğitim yöntemlerinin dışında, öğrencilerin kendilerini keşfetmesine olanak sağlayan ve "Carpe Diem" anlayışını onlara aşılayan Mr. Keating bir anda öğrencilerin en gözde öğretmeni olmayı başarır. Öğrenciler en başlarda Mr. Keating'in yöntemlerini garipseseler de sonrasında, eski okul yıllarından "Ölü Ozanlar Derneği"ni keşfederek onun yolundan gitmeye karar verirler. Bu derneğin amacını Mr. Keating şu sözlerle anlatır;

"Ölü Ozanlar Derneği yaşamın iliğini özümsemek amacıyla kurulmuş bir dernekti. Her toplantımızda yinelediğimiz bu cümleyi Thoreau söylemiş. Küçük bir gruptuk, Eski bir mağarada toplanırdık. Sırayla Shelly, Thoreau, Whitman'dan şiirler okur, kendi dizelerimizi söylerdik; hepimiz kendimizi bu anın büyüsüne kaptırırdık." 


Derslerden artakalan zamanlarında ormanın içindeki gizli mağarada toplanan gençler, hem şiirin insanı kuşatan cazibesini, hem de kendi amaç ve arzularını keşfetmeye başlarlar. Ölü Ozanlar Derneği üyesi olan Neil Perry çok başarılı bir öğrencidir ve bu süreç içinde tiyatro yapma tutkusunun farkına varır. Yakınlarındaki bir okulda yapılan tiyatro seçmelerine, babasına karşı çıkmak pahasına, katılır ve kazanır. Oyuncu olmak onun için artık hayatının yegane amacı haline gelmiştir ancak bunu babasına anlatması (babasının da bu tutkuyu anlaması) mümkün değildir. Bu nedenle her şeyi büyük bir gizlilik içinde yapar. Ancak babası bir şekilde oyunda yer alacağını öğrenir ve şiddetle karşı çıkar. Babasının tüm karşı çıkışlarına rağmen Neil Perry oyunda yer alır ve büyük bir başarı gösterir.

Neil dışında da hayatında değişiklikler yaşayan öğrenciler vardır. Örneğin Knox Overstreet, Chris adında bir kıza aşık olmuştur ve ona olan aşkını ifade edip onunla birlikte olmak için elinden geleni yapma cesaretini "Carpe Diem" ile bulur. Bir diğeri ise okula o sene ailesinin zoruyla kaydolan Tedd Anderson'dur. Tedd'in ailesi onula hiç ilgili değildir, tek istedikleri aynı okuldan mezun ve çok başarılı bir öğrenci olan ağabeyinin izinden gitmedir. Ağabeyinin gölgesinde olmak, ailesinden yeterli destek ve ilgiyi görememek, aynı zamanda sevmediği bir okula uyum sağlayıp tutunmaya çalışmak Todd için çok güçtür. Todd, hassas ve yetenekli bir genç olmasına rağmen tüm bu nedenlerden ötürü, içine kapalı ve utangaçtır. Mr. Keating ise Todd'un içinde gizli olan yeteneğin farkındadır ve bunu ortaya çıkarması için onu zorlamaktadır. Bir gün edebiyat dersinde onu şiir okuması için sınıfın önüne çıkarır ve tüm bakışları, gülüşmeleri görmezden gelerek içindekileri dışa vurmasını sağlar. Yaşadığı bu deneyim Todd için çok önemli bir adım olmuştur. Ve bu adım için Mr. Keating'e çok şey borçlu olduğunun da farkındadır. Maalesef her şey bu kadar güzel gitmez. Ön bilgi vermemek için daha fazla detaya girmeden toparlamam gerekirse, yaşanan talihsiz olaylar nedeniyle Mr. Keating okuldan ayrılmak zorunda kalır. Bu istenmeyen ayrılık karşısında, onu seven ve öğrettiklerini benimseyen öğrencileri, ona yakışır şekilde veda ederler.



Ölü Ozanlar Derneği benim için yeri apayrı olan bir film ve romandır. Her ne kadar romanı önce okumuş olsam da, Robin Williams'ın da etkisiyle filmin bendeki yeri daha önemlidir. Sistemi eleştirmeyi ve özgür düşünmeyi öğreten idealist bir öğretmen özlemi yaratmıştır. Aynı zamanda beni Whitman ve  Thoreau ile de tanıştırmıştır. Ölü Ozanlar Derneği her ne kadar sonrasında "eğitim sistemi eleştirir gibi yapan ama aslında düzenin dışına çıkanların cezalandırılacağı alt metnine sahip" diye eleştirilse de, bana göre bu insafsız bir eleştiridir. Şöyle ki; talihsiz olayların yaşandığı, çocukların kabuklarına çekildiği ve eski düzendeki hayatlarına devam ettiklerini gösteren bir sonla bitmiş olsa da , o gençlere verilen "özgür düşünce ve anı yaşa" ilkeleri içlerine yerleşmiştir. Aynı zamanda yaşanan son her ne kadar istemesek ve beğenmesek de gerçeğe uygundur. Büyük değişimler ve devrimler zaman gerektirir, acı çektirir, sancılıdır. Bu açıdan ben filmi ve kitabı gerçeğe uygun ama umut vadeden bir yerde görüyorum. 

Kitaptan altını çizdiğim yerlere gelince;

"Eğer bir şeyden eminseniz, buna bir de başka bir açıdan bakmaya zorlayın kendinizi.Aptalca veya yanlış olduğunu düşünseniz bile yapın bunu. Bir şey okurken yalnızca yazarın düşüncelerini dikkate almakla kalmayın, bu konuda kendinizin de ne düşündüğünü tartın. Kendi benliğinizin sesini bulmaya çalışın çocuklar. Ve buna başlamak için ne kadar çok beklerseniz, onu bulmanız o kadar güçleşir. Thoreau demiş ki: 'İnsanların çoğu sessiz bir umutsuzluk içinde yaşamlarını sürerler!' Neden buna boyun eğelim? Yeni yollar aramaktan asla kaçınmamalısınız." (53)

"Bu yarışta şansım az, ama ben yine de korkusuzca çarpışacağım" (61)

"Bir insan ne başarabileceğini görmek için, tamamen yalnız kalmalıdır." (61)

"Şiiri sözcüklerle sınırlamayın. Müzikte, bir fotoğrafta, bir yemeğin hazırlanış biçiminde esin kaynağı olan herhangi bir şeyde karşımıza çıkabilir ama yine de kesinlikle sıradan değildir. Gökyüzü veya bir kızın gülüşü, konu ne olursa olsun yazın ve sonunda şiirinizin kurtuluş gününü, kıyamet gününü ya da herhangi bir günü anımsatmasını sağlayın. Önemli olan yazdığınız şiirin bizi aydınlatması, bizi heyecanlandırması, bir esin kaynağı olması ve kendimizi bir nebze ölümsüz hissetmemizi sağlamasıdır, gerisi boş." (63)




ve son olarak Whitman'dan

"Ah ben! Ah Yaşam!
bütün bu sorulara tekrar tekrar sorulan,
bu sonsuz akıp giden trenlere,
vefasızca şehirleri delilerle dolduran.
ne olmalı yanıtım, Ah ben, Ah yaşam?

Yanıt

sen burlardasın -yaşam ve kişilik var olsun diye
bu güç oyun sürüp giderken, sen de katılırsın belki bir gün, kendi dizelerinle"






Son not:
Bu yazı Mr. Keating'i canlandıran usta oyuncu ve ilk aşklarımdan Robin Williams'ın anısına yazılmıştır. Onu çok özleyeceğim. Oynadığı pek çok karakterle hayatımda o kadar önemli bir yer elde etti ki, şimdi bir boşluk hissediyorum.
Ölü Ozanlar Derneği'ni, Ölü Ozanlar Derneği yapan Robin Williams'tır benim için. O umut dolu gözlerle öğrencilerine bakarken, benim içim de umut dolar. Hayatın ne kadar kısa olduğunu, bu kısıtlı süre içinde gençlik rüyalarını yitirmenin aslında yaşamı yitirmek anlamına geldiğini ve bu nedenle "anı yaşama"nın ne denli önemli olduğunu size fark ettirir. Hayata başka açılardan bakmak gerektiğini söyleyip masanın üstüne çıkması, benim için de eşi bulunmaz bir derstir. Okuldan ayrılmak zorunda kaldığında ben de kendimi en az o çocuklar kadar suçlu, utanç içinde ve rehbersiz kalmış hissederim.

Keşke aramızdan ayrıldığını hiç öğrenmeseydim de, benim için o dünyanın bambaşka bir köşesinde halen yaşıyor ve gülümsüyor olsaydı. Sadece Ölü Ozanlar Derneği de değil, Good Will Hunting, Patch Adams, Mr Doubtfire, Hook, Fisher King gibi filmlerde canlandırdığı karakterlerle de yeri doldurulmaz bir seyir ve hayat deneyimi yaşattı bana. Tüm bunlar için ona teşekkür etmek istiyorum. Onsuz bir dünya eksik olurdu, iyi ki vardı, benim için filmleriyle var olmaya devam edecek. Seni çok özleyeceğim "Oh captain, my captain". Seni seviyorum Robin Williams.

16 Ağustos, 2014


“Belki mucizelere inanmak hasta ruhların en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır.”

Aslında bir arkadaşıma hediye olarak aldığım, kendisine ulaştıramayınca “bari ben okuyayım” deyip uyutmayacak kadar nemli ve sıcak bir İstanbul gecesinde okumaya başladığım ve başladığım gece bitirdiğim bir kitap oldu Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı adlı romanı. Bugüne kadar Mine Söğüt okumamıştım. Daha doğrusu, "okumam gereken yazarlar" başlıklı bir hayli uzun hayali* listemin içinde bulunup bir türlü okumaya fırsat bulamadığım, Cumhuriyet’teki yazılarını takip ettiğim birisiydi Mine Söğüt. İlk romanı olan Beş Sevim Apartmanı deneyimimden sonra ise diğer kitaplarını da muhakkak okumam gerektiğini düşündüğüm bir yazar oldu benim için.

YKY, Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli
Cinperi Yalanları 
Beş Sevim Apartmanı, ya da tam ismiyle Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Cihangir’in Pürtelaş Mahallesi’nin “tuhaf” bir apartmanının ve bu binanın içinde yaşadığı düşünülen beş akıl hastası ile yine hasta bir psikiyatristin cinlerle ve perilerle yoğrulmuş bir hikâyesi. Romanların özetini yaparken genellikle oldukça cüretkâr davranmama rağmen, bu yazıda içerikle ilgili internette bulabilecekleriniz dışında fazla bir bilgi vermek istemiyorum; zira bu kitabı merak ede ede okuyacaksınız ve muhtemelen sonunda da bir sürpriz ile karşılaşacaksınız. Burada, “muhtemelen” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü eğer psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili bilginiz varsa sonlara doğru sizi bekleyen sonu tahmin edebilme ihtimaliniz var. 

Roman, ana karakterimiz Doktor Samimi’nin yaşam öyküsü ve Beş Sevim Apartmanı’nın geçmişteki hüzünlü ve efsunlu denebilecek hikâyesiyle başlıyor. Küçüklüğünden beri en yakın arkadaşları cinler ve periler olan Doktor Samimi, bu yaratıklarla arası bozulunca onları yok etmek gayesiyle deneyler ve çalışmalar yapmak istiyor. Bu doğrultuda, Beş Sevim Apartmanı’nı satın alıyor ve ortak sorunu cinler ve periler olan beş akıl hastasını hastaneden çıkararak bu apartmanın farklı katlarına yerleştiriyor. Ve sonrasında kitap, bu hastaların kendilerinin kurguladığı yaşam öyküleri, gerçek yaşam öyküleri ve Doktor Samimi’nin tuttuğu günlüklerle ilerliyor. Başlangıçta cinleri ve perileri yok etmeye kararlı olan Samimi, roman ilerledikçe onlar tarafından ele geçirildiği ve onlardan kurtulma olasılığının bulunmadığı noktasına doğru gidiyor.

Örneğin serüvenin başındaki günlüklerde, “Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz," diye cinleri yok edeceğinden emin bir biçimde yazıyorken sonrasında,“Yenilgi. Artık tüm bedenim simsiyah” demeye başlıyor. Ve evde bir yangın çıkıyor…

Kitapta en sevdiğim nokta, beş hastanın cin-peri yalanlarıyla süslü hikâyeleri ile gerçekte var olan hikâyelerinin psikolojik olarak birbirine bağlanması oldu. İnsan psikolojisinin kişinin kendi öz hikâyesini - travmalarla çevrili olsun ya da olmasın - nasıl bir biçimde yeniden yazabileceği konusunun en güzel ve aynı zamanda en hastalıklı örneklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Hastalardan biri olan Yusuf’u ele alalım. Gerçek hikâyesinde Yusuf ilgisiz ve zengin ebeveynlerinin dikkatini çekmek için kendisine defalarca zarar veriyor, son kertede akıl hastanesine yatırılacağını öğreniyor; böylece tamamen terkedileceğini düşündüğünden sinirlerine hâkim olamayıp babasının demir ökçeli ayakkabısıyla annesinin kafasına defalarca vurarak onu öldürüyor. Ancak o, kendi yaşam öyküsünü çok farklı anlatıyor. Yusuf’a göre Yusuf, yoksul bir ailede dayak yiyerek büyüyen bir çocuktur, babasıyla ilgili hatırladığı tek şey de kendisine tekme attığı demir ökçeli ayakkabılarıdır. Babası bir gün ölünce, annesi kendisini parasızlıktan- ve tabii istemediğinden- yetimhaneye terk ediyor. Ve Yusuf yetimhaneden kaçarak annesini öldürüyor. Ancak, Yusuf bunu kendi rızasıyla yapmadığını, bunu ona cinler ve perilerin yaptırdığını söylüyor. Kısaca, kitaptaki her kişi kendi tarihini yeniden yazıyor ve bunu yaparken de çeşitli imgeler farklı anlamlar ile her iki hikâyede de kendini gösteriyor. Aynı Yusuf’un anlatısındaki demir ökçeli ayakkabı gibi…

Kitabın bana göre zekice kurgulanmış bu hikâyelerinde iki ortak nokta da göze çarpıyor ki bu iki noktanın - yazar gözünüze sokmasa da - kitabın ana fikri olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yalnızlık/eksiklik… Doktorumuz Samimi de dâhil her karakterin en önemli ortak özelliği çocukluk zamanlarından kalma anne-baba eksikliği, anne-baba sevgisizliği ve ilgisizliği, anne-babaya ilişkin travmalar. Doktor Samimi’yi halası büyütmüştür, Yusuf’un anne-babası ilgisizdir, Elif oğlan yerine kız bebek olarak dünyaya geldiğinden babası tarafından kabul görmemiştir, Melike babasını hiç tanımamıştır… Bu yoksunluk durumunun çocuk beden ve zihinlerde açtığı yaralar ise bizi ikinci ortak noktaya götürüyor: cinler ve periler. Her karakter cinler ve periler ile arkadaştır ve hikâyeleri boyunca karakterlerimiz ne zaman kötü bir şey yapacak olsa, bunların cinlerin ve perilerin emri olduğunu söylemektedir. Yani aslında hikâyedeki cinler ve periler, bizim yüzleşmekten kaçındığımız “kendimiz” olmaktadır. Belki bu romanda cinler ve periler çoğu zaman cinayet gibi büyük bir kötülüğün sorumluluğunu alıyor, hasta bir ruhu temsil ediyor. Ancak roman bittiğinde şunu düşünüyorsunuz: Hepimizin yüzleşmekten korktuğu, ortada bir suç olmasa dahi hoşumuza gitmeyeni başkasının hatasıymış gibi göstermekten çekinmediği bir “kendisi” ve hatta “kendileri” yok mudur? Ve zaten öz hikâyemizi de buna göre yeniden oluşturmuyor muyuz?

İnsan hiçbir zaman anlattığı insan değildir ve roman da hiçbir zaman sadece aktardığı olaylardan ibaret değildir. İşte bu sebeple, Mine Söğüt’ün kitabını bitirdiğimde yazarın anlattığı olaydan ziyade ne anlatmaya çalıştığı ile daha çok ilgilendim ve imgeleri uzun uzun düşündüm. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki imgeler üzerine kafa yorarken kitabın bu başarılı kurgusuyla beyaz perdeye de uyarlanabileceği aklımın bir köşesinden geçti. İnternette zaten böyle bir planın da hâlihazırda var olduğunu gördüm, umarım ortaya iyi bir sonuç çıkar...

Mine Söğüt 
Yazıyı bitirmeden evvel iki önemli meseleyi daha vurgulamak gerekiyor. İlki, kitabın kapağına ilişkin... Karikatürist Bahadır Baruter, ki kendisi aynı zamanda Mine Söğüt’ün eşiymiş, gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış. İkincisi ise, yukarıda hiç değinmediğim ama kitaba ismini de veren, olay örgüsünün içine karıştırılmış rüya tabirleri. Bence onlar olmasa da kitap değerinden büyük bir şey kaybetmez, ama olmaları da değişik bir tarz yaratmış denilebilir. En beğendiğimle yazıyı sonlandırayım:

“Rüyasında kendini âşık gören kimse aklını
yitirecek demektir. Rüyada aşk, şuur dünyasının kralıdır.
İçine girdiği ruhu isterse atlıkarıncalarla gezdirir,
isterse dipsiz uçurumların kasvetine düşürür. Nasıl isterse…”


Not: Doğaüstü yaratıklar hakkında Dr. Samimi’ye katılıyorum. Siz onlara inandığınız sürece onlar var oluyorlar. O bakımdan, eğer var edeceksiniz romanı gece okumamanızı tavsiye ederim. 

*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.  


09 Ağustos, 2014

Philip K. Dick'ten Kıyamet Sonrası Sorunsalı:
Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

2000 yılına girmeden günler öncesini hatırlıyor musunuz? Milenyum yılları başlayacak diye büyük bir heyecan vardı. Buram buram doksanlar kokan günler sanki bir anda yok olup uçan arabalar aniden gökyüzünde dolaşacaktı. Bankalar ve bilgisayarlar çökecekti. Geçmişin bütün sorunları hiçbir iz bırakmadan gelecekte çözülecekti. Jules Verne ya da Ay’a Seyahat’ten beri izlediğimiz ve okuduğumuz bütün gelecek senaryoları bize uzak gibi gelen yakın bir gelecekte bir bir gerçekleşecekti. Ama hiçbiri beklediğimiz gibi olmadı. Hatta ben bozuk rus salatası yüzünden 2000 yılının ilk gününde hasta bir şekilde bütün gün yattım. Bir-iki yıl sonra ise hiç hayal etmediğimiz bir geleceğin içinde yuvarlanırken bulduk kendimizi.

Bu hayallerin hepsi insanlığın tarih boyunca kurduğu gelecek algısının yansımalarıydı. Ancak bugün sahip olduğumuz teknolojik imkanlara, geçirdiğimiz toplumsal değişimlere ve yaşadığımız siyasal gelişmelere yönelik tavrımıza bakınca, insanlığın kafasındaki gelecek ile yaşanılan gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın yarattığı bir dalga sanki üzerimize doğru geliyor. Çevresi, elindekileri, algıladıkları değişip değiştirilirken, insan her seferinde varlığı ile ilgili aynı soruları bıkmadan sorup duruyor. Cevabı ortada yok ve her gelen yeni nesil tarihi birikime rağmen o soruları bırakıldığı yerden sırtına alıp adeta sıfırdan başlıyor. Her gelen yeni nesil sorular ile farklı şekilde başa çıkıyor. Bir 50 yıl içinde yaşanması ne yazık ki mümkün olabilecek bir gelecekte, nükleer bir dünya savaşının ardından dünya tozla ve radyasyonla kaplı olduğunda hâlâ varlığımız ile ilgili aynı soruları sorarken bulursak kendimizi, bununla nasıl başa çıkacağız? İşte, Philip K. Dick'in bilimkurgu türündeki eseri kıyamet sonrası bir zamanda insana dair bu tür sorgulamaların üstesinden gelmeye çalışıyor.

Eser, kıyamet sonrası dünyada eko-sistemin ve pek çok canlı türünün nükleer bir dünya savaşı sonrası yok olduğu bir gelecekte geçiyor. Sağ kalan hayvan sayısı bir hayli sınırlı ve bir hayvan sahibi olmak bir statü göstergesi haline gelmiş. Hayatta kalmış pek çok hayvan türü, günümüzde ev ya da arabaya sahip olmak gibi, statüsü ile beraber mutluluk getirdiğine inandığımız tüketim nesnelerine dönüşmüş. Ana karakterimiz Rick Deckard, elektrikli bir koyuna sahip olmasına rağmen gerçek-canlı bir hayvana sahip olma motivasyonu ile çalışan bir Android avcısıdır. Teknolojik açıdan baya ilerlemiş olan Android’ler tıpkı insana benzemektedirler. Hatta yerleştirilen hafıza ile sahte bir geçmiş ile yüklü olup Android olduklarının farkında bile değillerdir. Onları insanlardan ayıran temel nokta empati yeteneğinden yoksun olmalarıdır. Bu sayede de uygulanan testlerde Android oldukları tespit edilir. Kullanım süreleri 2 yıldır ve bu süreden sonra “yok edilmeleri” yani ana karakterimizin deyimiyle “emekli” edilmeleri gerekir. Rick, 6 tane kaçak Android’i bulup emekli etmesi için verilen görevi yerine getirmeye çalışırken bir yandan da insan ontolojisine ve gerçeklik algısına dair sorgulamaların içinde buluyor kendini.

Her kitap içine girdiği türün özelliklerine bağlı olarak beklenti yaratır. Bilimkurgu kitapları ise okuyan kişide hayal gücünü coşturacak bir içerik görme beklentisi doğuruyor. Kitap bu konuda pek çok ilginç ayrıntıya sahip. Okuyucular bu konuda tatmin olacaktır. Ancak teknolojik gelişmeler ya da insanlığın dünyayı sürüklediği felaket bir yana, bu eserde varlığımıza dair sorular ve içinde olduğumuz gerçeği algılamak konusunda yaşanılan çıkmazlar daha ön planda duruyor. Bunu görünüşte tıpa tıp insana benzeyen Android’lerin robot olduklarının bile farkında olmadığı bir dünyada, insanların kendi varlığının gerçekliğini hissetmek için gösterdiği çabada fark ediyorsunuz. Gerçek-canlı hayvan sahibi olmak konusundaki saplantı ya da bir Mesih’in izinden pek çok insanın çoklu bilinç üzerinden birbirini hissetmesini sağlayan empati kutularının kullanılması gibi kitapta geçen noktalar bu çabaya örnek oluyor. Bütün bu çabaların hepsi bir şekilde insanlar tarafından yaratılıp çaresizce kullanılırken; yazar okuyucuyu ne kadarının sentetik, ne kadarının gerçek olduğuna dair daha derinden bakmaya yöneltiyor. Bütün bunlar günümüzde de yaşadığımız günlük buhranların başka versiyonlarına benzediğinden aslında ne kadar bilimkurgu olsa da bugün için de geçerli olan sorgulamalar yapmış oluyorsunuz. Bir de insan gibi davranan, kendi isteği ile seçimler yaptığını sanan ama aslında sahte bir hafızaya sahip programlanmış Android’ler var. Onların üzerinden de bu analizleri yaptığınızda sorun daha çarpıcı hale geliyor. Hatta bu sayede şu an bile Android’ler ile çevrilmiş olduğumuzu hissedebilirsiniz.

Kitabın anlatmak istediklerinden bağımsız olarak üzerinde durmak istediğim birkaç nokta var. Şöyle ki, kitabı okumaya 2-3 kez başlayıp yarıda bıraktım. Kitabın ilk 10-15 sayfası bir türlü beni yakalayamadı. Ancak bunu geçince 289 sayfalık kitabı bir günde bir solukta bitirdim. O nedenle başta biraz sabır gösterirseniz sonra karşılığını alacaksınız. Bir de yayıncı Altıkırkbeş ile ilgili bir yorum yapmak isterim. Kitaba dalıp giderken sık sayılacak şekilde basım hataları ya da eksik basılmış noktalama işaretleri görmek gerçekten sinir bozucu. Bu nedenle okurken arada bir asabiyetle dikkatiniz dağılabiliyor. Umarım sonraki baskılarda bu hatalar düzeltilir.

Kitaptan çokça bahsettim ancak yazar daha çok ilgiyi hak ediyor. Eğer henüz yazar Philip K. Dick’i duymadıysanız eminim eserlerinden uyarlanmış filmlerin en azından birini biliyorsunuzdur. Azınlık Raporu (Minority Report), A Scanner Darkly, Totall Recall ve yazısını yazdığım eserden uyarlanan Blade Runner (Bıçak Sırtı) gibi pek çok film, yazarın kitap ve öykülerinden çekilmiş. Yazar türlü uyuşturucu ve psikolojik sorunlarına rağmen çok sayıda kaliteli ve klasik sayılabilecek bilimkurgu eseri yayınlamış. Hatta yazar Ursula K. Le Guin’e ve pek çok yönetmene de ilham olmuştur. Eserlerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise bu eserinde de yaptığı gibi bir anda gerçeklik ile oynaması. Aniden gerçeklik algısında bir atlama yapıyor ve okuduğunuz kısım gerçek miydi yoksa karakterin hayali miydi tam anlamıyorsunuz. Ayrıca eserlerinde arka planda kurulu bir sistemin eleştirisi oluyor. Bu bir polis devleti de olabilir, güçlü bir şirket ya da otoriter bir hükümet de. Eğer bilimkurgu alanındaki kitapları keşfetmek istiyorsanız Philip K. Dick'in eserleri ile başlamanızı tavsiye ederim. Çünkü felsefik ve sosyo-politik temalar ile  bilimkurguyu robotlar ya da uçan arabalar okumaktan öte bir noktaya taşıyor.

02 Ağustos, 2014

"Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır." 


İnsan bir kere tanıştı mı, uzun süre ayrı kalamıyor Bukowski'den. Beni en çok etkileyen tarafı nedir, henüz buna net bir cevabım yok; ancak Sait Faik'le ara verdiğim Bukowski yolculuğuma, hayatının son yıllarında yazdığı günlüklerden oluşan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi ile devam ediyorum. Malum, daha önce Bukowski'den Ekmek Arası ve Kahramanın Yokluğu'nu okuyup burada da yazmıştım. Kaptan bir arkadaşımın uzun yola çıkmadan önce bana okumam için verdiği Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli bu kitaba ise itiraf ediyorum ki, bir süre başlamak istemedim. Hem ismi hem de günlük şeklinde yazılması biraz mesafeli yaklaşmama neden oldu sanırım. Hata yaptığımı, kitabı 'şöyle bir karıştırmak' için elime alıp bir çırpıda birçok yerin altını çizerek okuyup bitirdiğimde anladım. 

Parantez Yayınları tarafından basılan Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, Bukowski'nin 28.08.1991 ile 27.02.1993 yılları arasında, yani ölümünden bir sene önce, kaleme aldığı günlüklerden oluşuyor. Kitabın içinde ayrıca, Robert Crump'ın çizimleri de yer alıyor. Bukowski bu yıllarda artık yazarlığının doruklarında, ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Pulp'ı yazmakta, maddi anlamda çok da sıkıntısı kalmamış, yaşarken de tanınır hale gelmiş; yani kelimenin tam anlamıyla "olmuş" bir durumdadır. Namıdiğer Pis Moruk yazdıklarına, hayata dair yaptığı çıkarımlara, düşüncelerine sonuna kadar güvenmekte, sadece yazmayı, tek başınalığını, kedilerini ve -tam emin olamamakla birlikte- eşi Linda'yı sevmekte, insanların genelinden hoşlanmamaktadır. Hoşlanmadıklarına tüm yazarlar, şairler, hipodromdaki bahisçiler, biletçiler, yolda onu tanıyıp onunla konuşmak isteyenler, gazeteciler ve hatta biz de dahiliz. Öyle ki bunu, daha günlüğün başlarındaki şu cümlesinden rahatlıkla anlayabiliyoruz: "En iyi okur ve insan beni yokluğuyla ödüllendirendir." 

Elbette, bu kitabı yazdıktan kısa bir süre sonra öleceğini bilmiyordu; ama ömrünün son dönemlerinde olduğunun oldukça farkındadır Bukowksi. Bunu, sürekli yaşlılıktan, ölümden ve hayatın manasızlığından bahsetmesinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ölümden bahsederken, tam da kendinden bekleneceği üzere, ölümden korkmadığını da görüyoruz. 30.09.1991 tarihli günlüğünde diyor ki: "Yakında öleceğimi biliyorum ve bunu çok garipsiyorum. Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz." Ölüme bu kadar yakınken ona bu derece olgun ve umursamaz yaklaşabilmek, herhalde çok az insanın başarabildiği bir şeydir. Ölüme bakış açısı konusunda Bukowski'nin kendimi bulduğum cümleleri ise 24.08.1992 tarihli günlüğünde yer alıyor: "Bensiz bir dünya tasavvur etmeye çalıştım geçen gün. Hayat her zamanki gibi sürüyor ve ben içinde değilim. Ne tuhaf, çöp kamyonu gelip çöpü alıyor ve ben orada değilim. Gazete kapının önünde yerde duruyor ve ben eğilip almıyorum çünkü yokum. Olacak iş  değil." Evet, gerçekten bu olacak iş değil. Ben öldükten sonra dünyanın hiçbir şey olmamış gibi -aslında evet, dünya için benim yokluğum çok da büyük bir 'şey' değil- dönmeye devam edecek olmasını çocuksu bir şımarıklıkla kabul edememiş şahsımın, bu cümlelerde kendini bulması hiç de anormal değil.

Kitapta aslında ölümün yanında hayatla ilgili de bolca nokta var Bukowski'nin değindiği. Hayatın ne olup ne olmadığı, tuzakları, insanların yaşayışları ya da nasıl yaşamaları gerektiği, paranın hangi durumlarda sorun edilebileceği (çok fazla ya da çok azsa sorun teşkil edermiş), kedilerin neden insanlardan daha iyi göründüğü (günde yirmi saat uyudukları içinmiş), yetmiş yaşındayken tırnak kesebilmenin bir mucize olduğu, ölümün bekleyene de beklemeyene de geleceği, olmayan bir şeyin geliştirilemeyeceği, bu yüzden içinde yaşadığımız sistemden ne köy ne de kasaba olabileceği, bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şeyin olmadığı, insanın kendini boş bir testi gibi hissettiğinde intiharı bile düşünemeyeceği, bazı dönemlerde dükkanlardaki tüm gömleklerin gerizekalılar tarafından tasarlanmış olduğu, ihtişamın devinimde ve 'hodri meydan' diyebilmekte ve insanlığın neredeyse tamamının kalın bir b.k parçası olduğu gibi konularda birçok tespiti var kendisinin ve tabii ki birçoğuna da hak verirken buldum kendimi. Kitabın arka kapağında da ölümden ziyade, devinime, bugüne, bugünün önemine işaret eden kısım alıntılanmış: Kimseyle yarışmıyorum ve ölümsüzlüğe dair düşüncelerim yok. (...) Ölümün canı cehenneme. Her şey bugün, bugün, bugün." Katıldığım her cenaze ya da aldığım her ölüm haberi sonrasında bu dünyadaki tüm çekişmelerin, hırsların, uğraşların boşuna olduğunu anlayıp, kendimi hiçbir şey için yıpratmamaya karar verip, iki gün sonra bunu tamamen unutan biri olarak, Bukowski'nin şu cümleleri unuttuklarımı yine hatırlattı: "Bu kadar insan ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz. Ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor."

Kendine, yalnızlığına, yazılarına bu derece güvenen, canının istediği şekilde yaşayan, dünya üzerinde tek imrendiği şey kedileri olan bu adama, yazılarını her okuduğumda ayrı bir hayranlık duyuyorum. Yazımın başında Bukowski'nin beni neden bu derece etkilediğini henüz bulamadığımı söylemiştim. Bu yazı sırasında sanırım nedeni buldum: Ben de onun kadar güçlü olabilmek istiyorum. Onun kadar güçlü olmak ve kendine yetebilmek, en ufak bir şeyde desteğe ihtiyaç duymamak istiyorum; ancak bu kısa kitabın kısa yorumu olan yazımı yine de, onun kendine olan güveniyle değil, olmak istediğiyle bitiriyorum: "Bir daha dünyaya gelsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli". Biz insanlar fazlasıyla öfkeli ve sabit fikirliyiz gerçekten. Kim bilir, belki çok istemeye devam edersem bir sabah uyandığımda kendimi bir kedi olarak bulabilirim.