Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz, 2014

27 Mart 1889 Kahire doğumlu olan Yakup Kadri bireycilikten çok toplumculuğu savunan bir yazar olarak, Schopenhauer, Nietzsche ve İbsen gibi yazar ve düşünürleri önemsemekteydi. Kendisi 1920’de Kiralık Konak, 1921’de Nur Baba, 1922’de Okun Ucundan adlı eserlere imza atmıştır. 1932’de Anadolu’da çalıştığı sırada yine ünlü romanlarından biri Yaban’ı yazdı. Ankara romanı ise 1934’te yayımlandı. Kendisi değişik Avrupa şehirlerinde diplomat olarak da çalışmıştı. Yine bu dönemde yazdığı bir monografidir Atatürk isimli kitabı. 


Kitapta belki de en çok hoşuma giden cümleler aşağıdaki alıntılar oldu, ki bunu bugün hâlâ yaşadığım İtalya’da veya İngiltere’de, genel olarak ziyaret ettiğim her Avrupa ilinde hissetmekteyim. Her ne kadar modernizasyon teorisine inanmasam da, tarihin düz ve yükselen bir çizgi gibi ilerlediği görüşüne pek yüz vermesem de, sanki Yakup Kadri gibi, Türkiye ile İngiltere arasında adeta bir 100 yıl varmış gibi gelir. Yakup Kadri 1000 yıl var gibi hissettiğini söyler Atatürk kitabında mesela.

Kendi hürriyetini kazanma sevdasını şöyle dillendirir: 

Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Bununla hiçbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik bir gün kendi topraklarında bitecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? O milli kahraman nerede idi? O bir türlü meydana çıkmıyordu. (s. 16)

İşgal altındaki İstanbul’a dair de şunları söyler: 

Gün geçmiyordu ki, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir istihza ve ağır bir hakaretle karşılaşmayayım.(s. 29) 


Elbette yenik düşen her milletin karşılaştığı bir tavırdır bu. O zamanlar İstanbul işgalinde olanları biraz da esprili bir dille Halikarnas Balıkçısı çok güzel anlatır. Her ne kadar Halikarnas Balıkçısı’nın üslubu çok hoşuma gitse de Yakup Kadri’nin yazarken elinden hiç bırakmadığı ciddi dili nedense beni hiç rahatsız etmez. 
Nenin ve kimin mesuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu? O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?... Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti milliyeye müstenit, bila kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek. (s. 69)

Kimi zaman Mustafa Kemal’in aslında mücadeleden evvel pek de popüler olmadığını vurgular kitabında:
Mustafa Kemal’de muhiti tarafından tanınmamış, takdir edilmemiş ve kah istihza kah istihfaf (küçümseme), kah şüphe ve zan altında kalmış bir takdir edilmemiş dehanın dramı vardı. (s. 41)

Memleketin halinden bahseder, sanki bugünü andırır gibi, belki sadece öznelerin yerini değiştirebiliriz: 

Müdafaai Hukukçu' mebuslar, iki muarız safa ayrılmışlar, bir Mustafa Kemal lehinde, diğeri aleyhinde, hep didişip duruyorlardı. Eski İttihatçılar küçük fakat kuvvetli bir klik halinde bu iki cereyan arasında durmaksızın kendi oyunlarını oynamakta idiler. Hacılardan, hocalardan, şeyhlerden ve ağalardan mürekkep diğer bir zümre de her çekişmeden fırsat kollayarak milleti, Ortaçağın karanlıklarına itmek istiyordu. (s. 49)

Nutuk’tan alıntılar yapar o zamanki değişik çözümleri anlatırken. Mesela kimisi Amerika'nın himayesini, kimisi İngiltere mandası olmayı kabul ediyordu. Kimisi ise mahalli halas (yerel ayrılıklar) fikrini savunuyordu. Şu sözlerini alır Atatürk'ün Nutuk kitabından: 

Ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların istinat ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü; esassızdı. Hakikat halde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir anayurt kalmıştı. Son mesele bunun taksimini teminle uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi medlulu kalmamış birtakım bimana elfazdan ibaretti.

Elbette burada bir avuç Türk kadar bir avuç Kürt de vardır. Fakat Türk milliyetçiliği diğer milliyetçiliklerin üzerini örtmektedir. Yakup Kadri etnik farklılıklara değinmemiştir. Kimi zaman objektif bir görüş belirtmenin zor olduğu burda ortaya çıkmaktadır. 

Atatürk her zaman eleştirilen bir şahsiyet değildi, adına övgü dolu kitaplar yazılıyordu. Ancak dış medya onu eleştiriyordu, çünkü bir iç eleştiri demokratik olmayan bir ortamda mevcut değildi. Eğer o bir prens ise Makyavelist terim ile, o zamanları yaşayanlar için korkulan bir prensti sevilenden çok. Bu mesele şimdi eleştirilen ve kimi zaman sevilen kimi zaman nefret edilen prens halini almıştır. Fakat Atatürk’ü eskiden eleştirmeyip de şimdi yeni yeni eleştirmeye başlayanlara da sormak lazım gelir. Ondan önce Atatürk’e ve milli mücadeleye methiyeler düzenler, acaba neden birdenbire onu bugün eleştirme gereği duymaktadırlar?


Yakup Kadri ve Atatürk

Benim anladığım kadarıyla Yakup Kadri Atatürk’ü sadece övmekle kalmamış, aynı zamanda kendisine yakın olma fırsatını yakalamıştır. İçki masalarında beraber zamanları geçmiştir ve bunları Yakup Kadri yazmaktan çekinmemiştir. Yakup Kadri’nin de belirttiği üzere “Paşa çok içiyor” dedikodularına karşılık Atatürk daha fazla ve daha alenen içmiştir. Bir yandan da unutmamak lazım ki bir noktada Nazım’ı sofrasına çağırmıştır Atatürk. Ve yanlış hatırlamıyorsam Saime Göksu ve Edward Timms'in yazdığı Romantik Komünist adlı biyografiye bakacak olursak Nazım “onun içki sofrasına konuk olmayı” reddetmiştir. Yakup Kadri ise bu içki sofralarını ballandıra ballandıra anlatmıştır: 

Atatürk’ün sefahatlerinde Atatürk’ün kötü iptilalarında bile Homerik bir destan rüzgarı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimi havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun; daima Olempus tepesindeki ‘bezm’ler (içki meclisleri) gibi zaman ve mekan mikyasın dışına taşardı. 

Elbette Yakup Kadri’nin bu benzetmesi fazlasıyla hayal gücü ürünü ve fazlasıyla övgücüdür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin dilini beğensem de, kitabı çok akıcı bulsam da (ki kitapta Farsça ve Arapça kelimeler de Türkçeye çevrilmiş ve parantez içinde belirtilmiştir) bazı kısımlarda bu tarz abartılar yer almaktadır. Atatürk’e hiçbir negatif eleştiri getirmemiştir. 1970’lerde yazdığı bölümlerde bile. Yakup Kadri'nin tutarlılığını tüm kitaplarında ve anılarında görebileceğimi tahmin ediyorum.

Maalesef Dersim Katliamı ve Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalaması unutulacak mevzular değildir. Yakup Kadri bunlara hiç değinmemiştir. 

Bunları unutmamakla beraber yine de belirtmek isterim ki din konusunda Atatürk vizyonu geniş bir liderdir. Dinle ilişkiyi akılcılığa dayandırmıştır, hilafeti ve saltanatı kaldırmanın gerekliliğini görmüştür. Ve yine Yakup Kadri’nin Nutuk’tan alıntı yaptığı üzere, buna karşı çıkanların “kafası kesile” demiştir: 

Mesele, zaten emri vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde gene hakıkat usuli dairesinde, ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal, bazı kafalar kesilecektir. (s. 161)

Fakat bu astığı astık kestiği kestik yön Yakup Kadri tarafından ele alınmamıştır, Yakup Kadri Nietzsche’nin “übermensch” fikrinden etkilendiğinden, Atatürk’ü de bu şekilde görmektedir. Aynı zamanda kitapta Atatürk’ün diğer totaliter liderlerle bir arada değerlendirilmekten rahatsızlık duyduğunu belirtmektedir. Yazar Atatürk'ü hem sevmekte hem de ondan çekinmektedir ki bir lideri bu kadar takdir etmeden bu yazılar yazılamaz.

Her şeye rağmen akıllı bir askerdir, İngilizlerin Yunanlıların yardımına koşmayacağını görmüştür. Yakup Kadri ona sorduğu zaman, “bağımsızlık mücadelesini vermeye nasıl cesaret ettiniz harap ve bitap bir haldeyken memleket?”diye, Atatürk “Bu azmi bana veren önce Türk askerinin fedakarlığına inancım; sonra da galip devletlerin bu harpten son derece yorgun ve bezgin çıktıklarını görüşüm ve Yunanlılar uğruna yeniden savaşa atılamayacakları kanaatine varışım ve tek başına Yunanlılarla nasıl olsa boy ölçüşebiliriz umudumdu” (s. 134) şeklinde cevap vermiş. 

Sayfa 143’te yazdığı üzere de Eski Arap harflerinin ortadan kaldırılması için Atatürk 6 ay mühlet vermiş, İsmet İnönü 6 sene gerekir derken. Tüm bu devrimler Yakup Kadri’nin altını çizdiği devrimler. Elbette memleketin her yerinden gönderilen mektupların ve zarfların üstünde Latin harfi, içindeyse yazılı olarak Arap alfabesi bulunmaktadır, yazarın da belirttiği üzere. Halk bir anda böyle bir değişime adapte olamamıştır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de yaklaştığı bugünlerde bu kitabı okumak ve bunun üzerine yorum yazmak da istedim, ama daha çok Atatürk’ün dinle olan ilişkisine de bir örnek vermek istedim. Eğer bu konuya bir göz atmak isterseniz bu websitesini tavsiye ederim: http://www.oxfordislamicstudies.com/article/opr/t236/e0083

Burada da belirtildiği üzere dinin kör bir inançtan çok akıl yoluyla varılan entelektüel ve bireysel bir inanış olduğunu savunmuştur. Dini bugün elinden bırakmak istemeyenler, kullananlar, dillere pelesenk edenler, hiçbir şey için olmasa da belki biraz da olsa Atatürk’ü bu yönü için takdir etmeliler. Kadınlarda okuma oranının yüzde 93, erkeklerde yüzde 99 olduğu ülkemizde (2012 TÜİK), başkalarının özgürlüğünün acı bir lokma olmaması için akılcı olmak, duygusallığı bir kenara bırakmak ve hayatımızı dine göre şekillendirmekten öte kendi anlayışımızı oluşturmak tarihe karşı bir boyun borcudur diye düşünüyorum. Kafamız kesileceğinden değil, geleceği düşündüğümüzden. 

Yakup Kadri’yi de akılcılığı seçen her okuyucuya, o zamanları daha iyi anlamak isteyenlere tavsiye ederim. Kitabı okurken sizi rahatsız edecek unsurlar olduğunu kabul ediyorum, aşırı övgüler mesela. Özellikle de eleştirel bir bakış açısına sahipseniz bu sizi daha da huzursuz edecektir. Ama bir konu hakkında bilgi sahibi olmak aynı zamanda sancılı ve empati gerektiren bir süreçtir. Her şeyi eğrisiyle doğrusuyla konuşmak ise cesaret gerektirir.


26 Nisan, 2014



13 Kasım 1918 günü başlamıştı işgal. Henüz ne kağıda dökülmüş ne de bu tarihten birkaç gün önce, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda dile getirilmişti oysaki İstanbul’un başına gelecek olanlar. Aksine bir de bu antlaşma sırasında İtilaf Devletleri’nin İstanbul’da askeri gücünün olmayacağına dair bir söz verdiğini biliyoruz.

Aslına bakılırsa o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş Avrupa merkezli bu küresel savaşın “galipleri” olarak İtilaf Devletleri’nin İstanbul işgali için kendilerine göre “haklı gerekçeleri” zaten hazırdı.

O gün Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelen işgal güçleri, 55 gemiden oluşan deniz filosunu Haydarpaşa önünde demirlemişti. Ardından fiiliyatta eski İstanbul’un Fransız,  Pera, Galata ve Şişli’nin İngiliz ve Üsküdar’ın da İtalyan askerlerinin kontrolü altında bulunduğu bambaşka bir İstanbul dönemi başlamıştı. Bundan yaklaşık iki yıl sonra, 16 Mart 1920’de Müttefik Yüksek Konseyi tarafından alınan bir kararla bu fiiliyat bir “resmiyet” kazanacak, böylelikle işgal güçlerinin yetkileri arttırılacak ve İstanbul’un işgalinde yeni bir döneme girilecekti. (İstanbul’daki işgal, 6 Ekim 1923’de işgal askerlerinin tamamen İstanbul’u terk etmesiyle sona ermiştir.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kendine göre toplumsal anlamda yozlaşmış, alafrangalığa özenen monden (sosyete) hayatların hüküm sürdüğü, bir tarafta işgalcilerin, bir tarafta da işbirlikçilerin bulunduğu bir zümrenin hayatına adeta okuyucuyu dahil ederek anlattığı işte bu işgal İstanbul’unu, Tevrat’ta adı geçen, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore kentlerine benzetiyor. Bu vesileyle, Türk edebiyatında benzer dönemde yazılan edebi eserlerde – ve hatta Karaosmanoğlu’nun diğer eserlerinde de- görüldüğü üzere, Yakup Kadri bir kere daha “milli kültür” ve Batı etkisine dair duyulan endişeleri sıklıkla dile getirmiş oluyor. 

Aslında 1928 senesinde yayımlanan bu romanı okurken, bu romanın, İstanbul’un işgal dönemini ve çılgın yirmiler olarak da geçen -kentli, modern bir kültürün baskın olduğu- caz çağını yaşayan bir yazarın kaleminden çıktığının farkında olmak gerekir. Ve yine bu kitabı okurken, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal belirsizliğine dair endişeler taşıyan, Mütareke döneminde ve sonrasında siyasette aktif bir şekilde yer almış, Yusuf Akçura ve Halide Edip Adıvar’ın da içinde bulunduğu, I. Dünya Savaşı’nın Anadolu’da yarattığı yıkımları incelemek ve raporlamak için kurulan Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirilmiş bir yazarın bakış açısının bu kitabın anlatısına ne kadar hakim olduğunu göz ardı edemeyiz.

Belki burada Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nun çalışmaları sırasında Halide Edip’le aralarında geçen bir konuşmayı da hatırlamak gerekir yeniden. Halide Edip’in, Ateşten Gömlek isimli romanının önsözünde kitabın isim babasına, Yakup Kadri’ye ithafen yazmış olduğu yazıdan öğrendiğimiz kadarıyla, Anadolu’nun o dönemde içinde bulunduğu durumu işaret ederek -ve bu kitabında da yine bir atıfta bulunduğu- bir “Ateşten Gömlek” tanımlamasını yapıyor Yakup Kadri. Bu tanımlamada idealize edilen bir Anadolu imgesi ve burada henüz söylenmemiş olsa da onun tam karşısında konumlandırdığı yozlaşmayı simgeleyen İstanbul yer alır. Aynen bu romanında gördüğümüz gibi, Yakup Kadri’nin anlatılarında bir “nereye gitsek bir ateşten gömleğe dönen derimizle beraber götürürüz” diyerek ruh halini tasvir ettiği Anadolu insanı vardır bir de zevk ve sefahat düşkünlüğünün hüküm sürdüğü, Anadolu’dan bihaber bir İstanbul hayatı.

Bütün bunların ötesinde, bu kitabı, İstanbul’un monden hayatına karşı önyargılarla dolu, Yakup Kadri’nin, ahlaki değerler açısından bu hayatı sorguladığı ve doğu-batı sorununu kadınsılık-erkeksilik ikiliği üzerinden inşa ettiği anlatım tarzından bağımsız bir şekilde düşünürsek aslında işgal İstanbul’unun çok merak edilen bir dönemine tanıklık ederken bulabiliriz kendimizi.

            İstanbul sosyetesinden Leyla İngilizlere karşı büyük bir düşmanlık besleyen, eğitimini Fransa ve Almanya’da tamamlamış dayısının oğlu Necdet’le nişanlıdır. Fakat aynı zamanda dönemin sosyetesinin bilinen simalarından, her kadının hayran olduğu bir İngiliz asker, Captain Gerald Jackson Read de Leyla’nın ilgisini cezbetmektedir ve kısa sürede bu ikili arasında yakın bir ilişki başlar. Leyla, İstanbul’un sosyete alemlerinde bu İngiliz askerle birlikte boy gösterir. Bu süreçte Necdet ise Leyla’yı kıskanmakta ve yeniden kendisiyle beraber olmasını istemektedir. Fakat Leyla bu gösterişli ve eğlenceli hayattan kolay kolay kopamaz. Böylelikle Leyla’nın hikayesi aracılığıyla biz de işgal İstanbul’unun sosyete alemine uzun ve sürükleyici bir yolculuğa çıkarız.

Sodom ve Gomore’de Yakup Kadri, aynı dönemde Anadolu’dan tamamen ayrı gördüğü bir şehri, işgal İstanbul’unu, işgal İstanbul’unun sosyete hayatını ve bu hayatın içindeki ilişkileri uzun uzadıya anlatır bize. Bu kitap bir yandan işgal güçlerinin ve devrimden sonra gelen Rus sığınmacıların şehrin sosyete hayatını nasıl büyük ölçüde şekillendirdiği gösterir. Bir yandan da İstanbul sosyetesinin baş döndürücü bir hızla bu yeni eğlence kültürüne ayak uydurduğundan bahseder ve özellikle işgal askerlerinin bu hayatın vazgeçilmez kahramanları olduğunu söyler.

Eğer siz de Cumhuriyet’in ilanından hemen önce yaşanan bu canlı sosyete hayatını yakından tanımak, bir yanda Rus kadınlara manikür yaptıran erkeklerin bulunduğu, monden flörtlerin yapıldığı, şuh kahkahaların işitildiği, asri kadın modasının, saç şekillerinin sergilendiği sosyete ortamlarını yaşamak, bir yandan da işgal İstanbul’unda bir gece yarısı kendinizi Beyoğlu’ndaki Maksim Bar’da, Rus bir kadın garson tarafından hizmet edilirken bulmak ya da bir partiye katılıp cazband eşliğinde çılgınca dans edip, başka bir partinin açılışında “hip hip hurrah” demek istiyorsanız, Sodom ve Gomore mutlaka okumanız gereken bir roman