Diyar Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diyar Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Ağustos, 2014

Philip K. Dick'ten Kıyamet Sonrası Sorunsalı:
Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?

2000 yılına girmeden günler öncesini hatırlıyor musunuz? Milenyum yılları başlayacak diye büyük bir heyecan vardı. Buram buram doksanlar kokan günler sanki bir anda yok olup uçan arabalar aniden gökyüzünde dolaşacaktı. Bankalar ve bilgisayarlar çökecekti. Geçmişin bütün sorunları hiçbir iz bırakmadan gelecekte çözülecekti. Jules Verne ya da Ay’a Seyahat’ten beri izlediğimiz ve okuduğumuz bütün gelecek senaryoları bize uzak gibi gelen yakın bir gelecekte bir bir gerçekleşecekti. Ama hiçbiri beklediğimiz gibi olmadı. Hatta ben bozuk rus salatası yüzünden 2000 yılının ilk gününde hasta bir şekilde bütün gün yattım. Bir-iki yıl sonra ise hiç hayal etmediğimiz bir geleceğin içinde yuvarlanırken bulduk kendimizi.

Bu hayallerin hepsi insanlığın tarih boyunca kurduğu gelecek algısının yansımalarıydı. Ancak bugün sahip olduğumuz teknolojik imkanlara, geçirdiğimiz toplumsal değişimlere ve yaşadığımız siyasal gelişmelere yönelik tavrımıza bakınca, insanlığın kafasındaki gelecek ile yaşanılan gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın yarattığı bir dalga sanki üzerimize doğru geliyor. Çevresi, elindekileri, algıladıkları değişip değiştirilirken, insan her seferinde varlığı ile ilgili aynı soruları bıkmadan sorup duruyor. Cevabı ortada yok ve her gelen yeni nesil tarihi birikime rağmen o soruları bırakıldığı yerden sırtına alıp adeta sıfırdan başlıyor. Her gelen yeni nesil sorular ile farklı şekilde başa çıkıyor. Bir 50 yıl içinde yaşanması ne yazık ki mümkün olabilecek bir gelecekte, nükleer bir dünya savaşının ardından dünya tozla ve radyasyonla kaplı olduğunda hâlâ varlığımız ile ilgili aynı soruları sorarken bulursak kendimizi, bununla nasıl başa çıkacağız? İşte, Philip K. Dick'in bilimkurgu türündeki eseri kıyamet sonrası bir zamanda insana dair bu tür sorgulamaların üstesinden gelmeye çalışıyor.

Eser, kıyamet sonrası dünyada eko-sistemin ve pek çok canlı türünün nükleer bir dünya savaşı sonrası yok olduğu bir gelecekte geçiyor. Sağ kalan hayvan sayısı bir hayli sınırlı ve bir hayvan sahibi olmak bir statü göstergesi haline gelmiş. Hayatta kalmış pek çok hayvan türü, günümüzde ev ya da arabaya sahip olmak gibi, statüsü ile beraber mutluluk getirdiğine inandığımız tüketim nesnelerine dönüşmüş. Ana karakterimiz Rick Deckard, elektrikli bir koyuna sahip olmasına rağmen gerçek-canlı bir hayvana sahip olma motivasyonu ile çalışan bir Android avcısıdır. Teknolojik açıdan baya ilerlemiş olan Android’ler tıpkı insana benzemektedirler. Hatta yerleştirilen hafıza ile sahte bir geçmiş ile yüklü olup Android olduklarının farkında bile değillerdir. Onları insanlardan ayıran temel nokta empati yeteneğinden yoksun olmalarıdır. Bu sayede de uygulanan testlerde Android oldukları tespit edilir. Kullanım süreleri 2 yıldır ve bu süreden sonra “yok edilmeleri” yani ana karakterimizin deyimiyle “emekli” edilmeleri gerekir. Rick, 6 tane kaçak Android’i bulup emekli etmesi için verilen görevi yerine getirmeye çalışırken bir yandan da insan ontolojisine ve gerçeklik algısına dair sorgulamaların içinde buluyor kendini.

Her kitap içine girdiği türün özelliklerine bağlı olarak beklenti yaratır. Bilimkurgu kitapları ise okuyan kişide hayal gücünü coşturacak bir içerik görme beklentisi doğuruyor. Kitap bu konuda pek çok ilginç ayrıntıya sahip. Okuyucular bu konuda tatmin olacaktır. Ancak teknolojik gelişmeler ya da insanlığın dünyayı sürüklediği felaket bir yana, bu eserde varlığımıza dair sorular ve içinde olduğumuz gerçeği algılamak konusunda yaşanılan çıkmazlar daha ön planda duruyor. Bunu görünüşte tıpa tıp insana benzeyen Android’lerin robot olduklarının bile farkında olmadığı bir dünyada, insanların kendi varlığının gerçekliğini hissetmek için gösterdiği çabada fark ediyorsunuz. Gerçek-canlı hayvan sahibi olmak konusundaki saplantı ya da bir Mesih’in izinden pek çok insanın çoklu bilinç üzerinden birbirini hissetmesini sağlayan empati kutularının kullanılması gibi kitapta geçen noktalar bu çabaya örnek oluyor. Bütün bu çabaların hepsi bir şekilde insanlar tarafından yaratılıp çaresizce kullanılırken; yazar okuyucuyu ne kadarının sentetik, ne kadarının gerçek olduğuna dair daha derinden bakmaya yöneltiyor. Bütün bunlar günümüzde de yaşadığımız günlük buhranların başka versiyonlarına benzediğinden aslında ne kadar bilimkurgu olsa da bugün için de geçerli olan sorgulamalar yapmış oluyorsunuz. Bir de insan gibi davranan, kendi isteği ile seçimler yaptığını sanan ama aslında sahte bir hafızaya sahip programlanmış Android’ler var. Onların üzerinden de bu analizleri yaptığınızda sorun daha çarpıcı hale geliyor. Hatta bu sayede şu an bile Android’ler ile çevrilmiş olduğumuzu hissedebilirsiniz.

Kitabın anlatmak istediklerinden bağımsız olarak üzerinde durmak istediğim birkaç nokta var. Şöyle ki, kitabı okumaya 2-3 kez başlayıp yarıda bıraktım. Kitabın ilk 10-15 sayfası bir türlü beni yakalayamadı. Ancak bunu geçince 289 sayfalık kitabı bir günde bir solukta bitirdim. O nedenle başta biraz sabır gösterirseniz sonra karşılığını alacaksınız. Bir de yayıncı Altıkırkbeş ile ilgili bir yorum yapmak isterim. Kitaba dalıp giderken sık sayılacak şekilde basım hataları ya da eksik basılmış noktalama işaretleri görmek gerçekten sinir bozucu. Bu nedenle okurken arada bir asabiyetle dikkatiniz dağılabiliyor. Umarım sonraki baskılarda bu hatalar düzeltilir.

Kitaptan çokça bahsettim ancak yazar daha çok ilgiyi hak ediyor. Eğer henüz yazar Philip K. Dick’i duymadıysanız eminim eserlerinden uyarlanmış filmlerin en azından birini biliyorsunuzdur. Azınlık Raporu (Minority Report), A Scanner Darkly, Totall Recall ve yazısını yazdığım eserden uyarlanan Blade Runner (Bıçak Sırtı) gibi pek çok film, yazarın kitap ve öykülerinden çekilmiş. Yazar türlü uyuşturucu ve psikolojik sorunlarına rağmen çok sayıda kaliteli ve klasik sayılabilecek bilimkurgu eseri yayınlamış. Hatta yazar Ursula K. Le Guin’e ve pek çok yönetmene de ilham olmuştur. Eserlerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise bu eserinde de yaptığı gibi bir anda gerçeklik ile oynaması. Aniden gerçeklik algısında bir atlama yapıyor ve okuduğunuz kısım gerçek miydi yoksa karakterin hayali miydi tam anlamıyorsunuz. Ayrıca eserlerinde arka planda kurulu bir sistemin eleştirisi oluyor. Bu bir polis devleti de olabilir, güçlü bir şirket ya da otoriter bir hükümet de. Eğer bilimkurgu alanındaki kitapları keşfetmek istiyorsanız Philip K. Dick'in eserleri ile başlamanızı tavsiye ederim. Çünkü felsefik ve sosyo-politik temalar ile  bilimkurguyu robotlar ya da uçan arabalar okumaktan öte bir noktaya taşıyor.

09 Temmuz, 2014

Kuzeyden seslenen öyküler...

Herkesin edebiyat alanında tutkunu olduğu, vazgeçemediği bir tür, yazar ya da dönem vardır. Bunu okurken bile aklınıza hemen çeşitli türler veya isimler geldi değil mi? Hatta eminim çoğunuzun kafasından geçenler benimki ile aynı. O da Gabriel Garcia Marquez ve onu okumamla tutkunu olduğum büyülü gerçeklik. Ciddi anlamda taktığım için Marquez'in yazdığı her bir cümleyi okumak gibi bir amaç edinmiştim kendime. Okudukça yarattığı dünyada daha fazla zaman geçirmek istiyordum sanırım. Öyküleri ile başladım ve yıllara göre ayırıp okudum pek çok kitabını. Blog için de bir dosya hazırlamayı çok istiyordum. Ancak ölümünün ardından henüz okumadığım kitaplarını elime almakta biraz daha temkinli oldum. Galiba seri halinde acele ile hepsini bitirmek istemiyorum artık. Neyse adı geçince konudan bayağı bir saptım. Kısacası demek istediğim, büyülü gerçeklik konusunda algıda seçiciyim. 

Hal böyle olunca, bilim kurgu ile büyülü gerçekliği harmanlayan ve üstüne üstlük Ursula K. Le Guin'in tavsiye ettiği bir kitabın Aylak Kitap'ta tanıtımını görünce resmen algıda nokta atışı yaptım! 
Karin Tidbeck

Bilim-kurgu ve fantazya alanlarında adaylık ve ödülleri bulunan İsveçli genç yazarın ilk İngilizce eseri olan kitap, çeşitli kısa öykülerden oluşuyor. Tanıtımlardan dolayı büyük bir beklentiye girdiğim için okurken hep nasıl bir tat alacağıma odaklandım. Bu nedenle de "hmm... içine büyülü gerçeklik mi koydunuz? biraz fazla keskin mi olmuş sanki?", "hıh şimdi fantazyanın tadı geldi" şeklinde okudum. Ancak bunu ilk bir kaç öyküden sonra anında bıraktım çünkü birden kuzeyin soğuk suları damağımdaki tüm tatları temizledi. İşte o zaman bilmediğim mekanları, isimleri ve kültürleri ilk kez tanımanın verdiği merakla okudum. Bu noktadan sonra da yukarıda bahsettiğim türler kendi özlerinden kopup bana İskandinav postunda göründü. 

İskandinav kültürü, melankolisi ve insanlarının bıraktığı izlenimler bir yana, öykülerin anaerkil yapısı ve doğayı kapsayıcı hali Ursula K. Le Guin'in tavsiyesini boşa çıkarmadı. Bütün bunlar arka planda ya fantastik bir gölge ya da tekinsiz bir gerçeklik olarak önüme çıktı.

Öyküler kendilerini tekrarlamıyor ve yer yer şekil açısından değişiyor. Her bir öykü sonrası neyle karşılaşacağınızı bilmeden bir diğerine geçiyorsunuz. Ama genel çerçevede hepsi sanki tek bir kadının tüm hayatı boyunca yaşadıklarından ve hayal ettiklerinden parçalar oluşturuyor. Buna uyumlu şekilde de öyküler biçim değiştiriyor. Bir öyküde genç bir kızın babasına mektuplarını okurken bir diğer öyküde efsanelerdeki karakterleri gerçeklikte arayan küçük bir kızın peşinde tepelerde dolanıyorsunuz. Sigorta ofisinde çalışan bir kadının telefonunu her açışında varlığının boyut değiştirdiğini okurken başka bir öyküde zepline aşık bir adam nasıl olur acabayı hayal etmeye çalışıyorsunuz. Dediğim gibi her bir öyküde farklı bir kurgu çıkıyor. Bu açıdan kitabın hafif deneysel bir çabası varmış gibi hissettim. Ancak esas olarak yazar dil engelini çeşitli kurgular ile aşarak hissettirdikleri üzerinden İskandinav kültürünü size yaşatıyor.
Son olarak yazar son sözde melankoli kelimesinin İsveççe "svarmod" ifadesi ile kullanıldığından bahsediyor. Yani "insanın varoluşun gerçeklerini umutsuzca kabullenmesi anlamına" geliyor. Bu kabul ediş Tidbeck'in ellerinde büyülü ama tekinsiz bir gerçeklik olarak biçim alıyor. Bu biçimin gelecekteki eserlerinde nasıl olgunlaşacağını umarım okuma şansımız olur. 





15 Haziran, 2014

Bir Göçebenin Hikayesi: Knulp


Daha çok Siddharta adlı eseri ile bilinen Nobel Ödüllü yazar Hesse’nin, okuduğunuzda unutamayacağınız bir karakteri ile sizleri tanıştırmak istiyorum: Knulp.

Kitabın üç öyküye bölünmüş ilk kısmında Knulp hakkındaki izleniminiz hayatını göçebe olarak yaşayan ve her gittiği yerde eski dostları tarafından sıcak bir şekilde karşılanan güler yüzlü, kibar, çekici bir adam şeklinde oluyor. Ancak Hesse bununla kalmıyor ve gittikçe karakterin iç dünyasına doğru sizi çekmeye başlıyor. O zaman aslında Knulp’un göründüğü gibi olmadığını, kalmak ile gitmek arasında bir iç çekişmede olduğunu, kendini ve seçimlerini sorgulayıp iç huzuru aradığını görüyorsunuz. Bu çekişmeler ise toplum düzeyinde bizim için uygun görülen ile kendimiz için uygun bulduğumuz ya da bulmadığımız noktasında gerçekleşiyor.

İlk öyküde Knulp hastahaneden yeni çıkmıştır ve eski bir dostunda kalmaya gider. Yerleşik bir düzeni olan, evlenmiş ve düzenli bir işe sahip olan bu dostunun yaşam şekli ile kendi yaşam şeklini sorgulamaya başlar. Ancak bu sadece bir karşılaştırma ile sınırlı kalmaz. Toplum karşısında seçtiği hayat tarzını sürekli açıklamak durumunda olmasının yarattığı bir baskı içinde yaşayan Knulp gelecek vaat eden biridir; doktor ya da öğretmen olabilecekken böyle göçebe bir hayat sürmek istemesine kimse anlam veremez. İnsanların bu tavrı Knulp’un da zaman zaman bu çerçeve içinde tanımlanmasına neden olur.

“Bu haliyle tıpkı, bir ev halkı arasında yaşamasına izin verilen, herkes onun evdeki varlığına hoşgörüyle davranıp göz yumarken, kendisi ev halkının yaşam yükü altında ezilmiş çalışkan bireyleri arasında aylak aylak dolaşıp tasa ve kaygıdan uzak, beyler gibi lüks bir hayat süren sevimli bir kediye benziyordu.”

Kitap boyunca onu sevgi ile karşılayan eski dostları Knulp'u yeri geldiğinde yaşam şeklinden dolayı eleştirme fırsatını hiç kaçırmaz. Her karşılaştığı arkadaşı bir yorumda bulunur. İnsanların eleştirilerine yol açan durum, dostlarının Knulp için daha iyiyi istemelerinden kaynaklanmaz. Asıl eleştiri yüksek potansiyeli olan bir bireyin neden bu potansiyelini toplum için kullanmayı seçmeyip göçebe bir hayat sürerek sadece kendi için yaşamayı tercih etmesine dayanmaktadır. Yazar Almanya’daki Protestan ve akılcı yaşam biçiminin bu baskıyı yarattığını ve Knulp'un hayattaki kendi rolünü ararken ancak bir noktaya kadar buna duyarsız kalabileceğini gösteriyor.
" 'Cumartesi akşamını yaptık. Bütün bir hafta canını dişine takıp çalıştıktan sonra, bu akşamın insana ne hoş geldiğini bilemezsin sen.'
'Yo, ama düşünebilirim,'  diye cevapladı Knulp gülümseyerek."
Knulp ne şekilde yaşarsa yaşasın kendisine, giyimine ve temizliğine bakan, bu konuda titizlik gösteren birisidir. Bu özelliği çevresi tarafından övülürken bir yandan da yerilir. Toplum kalıpları dışında yaşıyorsan ve çalışmayıp avarelik yapıyorsan, en azından görüntü olarak da kötü görün ki insanlar sana acıyıp hayat şekline tahammül edebilsin! İnsanlar, hayatlarına başka bir şekilde yaşamanın mümkün olmadığı inancı ile katlanıp ellerindeki ile mutlu olmaya çabalıyorlar. Knulp bu hali ile ortaya çıktığında ise onların mutsuzluklarına ayna oluyor, başka bir şekilde yaşamanın da mümkün olabileceğini gösteriyor.
" 'Şıklığı da hiç bırakmazsın elden!' dedi. 'Açlıktan nefesi kokan birisinin nihayet, ne diye hep bir kont gibi giyinip kuşanmak istersin bilmem.' "
Her ne kadar insanlar onun yaşam şekline saygı duymayıp eleştirip üzerine bir de öneriler sunsa da Knulp böyle bir şeyi başkalarına yapmayı asla uygun bulmaz. Evinde kaldığı dostunun eşi onunla beraber olmak isteyince bu durumdan rahatsız olur ve haber vermeden evden ayrılır. Bir an için eşi konusunda arkadaşını uyarmayı düşünür ama vazgeçer.
“Ama başkalarının işine burnunu sokmaktan hoşlanmayan biriydi; insanları olduklarından daha iyi, daha akıllı kimselere dönüştürmek gibi bir gereksinim duyduğu yoktu.”

“İnsanların budalalıklarına seyirci kalabilirdi, onlara gülüp geçebilirdi ya da acıyabilirdi, ama onları izledikleri yoldan döndürmeyi doğru saymıyordu.”
Knulp’un hayat bakışına göre herkes kendi için uygun olanı kendi keşfetmeli ve bununla beraber herkesin tercihine saygı duymalı. En azından onun çevresinden beklentisi bu şekildedir.

“Neyin gerçek olduğunu, yaşamın aslında nasıl bir düzene uygun olarak akıp gittiğini herkesin kendi kafasından bulup çıkarması gerekiyor, kimse kitaplardan öğrenemez bunu, ben öyle düşünüyorum.”

Kitabın ikinci öyküsünü okuyunca ilk öyküde tanıştığımızdan farklı bir Knulp vardır karşımızda. Anlatıcı da Knulp gibi göçebedir ve hatta onunla beraber yolculuk etmektedir. Ayrıca 3. öykü yani Knulp’ın kendisi ve geçmişi ile yüzleştiği öyküye çok güzel bir şekilde köprü kuran bir geçiş öyküsüdür. Hayatla ilgili kafasındaki soruların su yüzüne çıktığı ama henüz bunların üzerinde pek de samimiyetle durmadığı zamanlardır. Knulp’un iç huzuruna kavuşmasını sağlayan hayata karşı sunduğu bakış açısını güzelliğe, sevgiye ve mutluluğa dair verdiği betimlemelerde yakalarız. Knulp kendi hayatı, pişmanlıkları ve mutlulukları için yaptığı içselleştirmeyi bu betimlemelere yansıtır.

“Benim için donanma gecesinden güzel şey yoktur. Böyle bir gecede mavi ve yeşil maytaplar görürsün, gece karanlığında dalıp yükselir havada; en güzel olduğu an ufak bir eğri çizer, yok olup gider; seyrederken sevinç de duyarız, korku da. Derken ikisinden de eser kalmaz geride. Donama fişeklerinin havada yükselip kaybolması daha uzun sürse, o kadar güzel olmazdı. Sence de öyle değil mi?”

Son öyküde hastalığı iyice ağırlaşan Knulp ilkokuldan doktor arkadaşına rastlar. Ona sahip çıkıp bakan doktor, hastahaneye yatırılması gerektiğini söyler. Knulp ise memleketini son kez görmek için yola çıkmıştır ve hastahaneye yatacaksa bunun kendi köyünde olmasını rica eder. Ricasını kırmayan doktor sayesinde Knulp tekrar memleketine geri döner. Ancak hastahanede yatmak yerine köyünün her bir noktasına dokunarak zamanını geçirir. Burada geçmişi ile yüzleşir, göçebe bir yaşam tercih etmesine neden olan olayı anlatır. Yine toplumun uygun gördüğü ile yaşamayı tercih ettiği arasındaki çelişkiye girip kendini, tercihlerini sorgulamaya başlar.

“Gerilerde kalmış uzun bir dizi oluşturan göçebelik yılları artık gözünde küçülüp önemini yitirirken, çocukluğun o gizemli çağı yeni bir pırıltı ve büyüyle öne çıkmıştır.”

Üstün yeteneklere sahip olmasına rağmen bunu faydalı bir şekilde kullanmaması kısaca “bir baltaya sap olmayışının” sürekli yüzüne vurulması artık bir noktadan sonra kendisini de bu konuda suçlamasına neden olur. Geçmişte yaşadığı olaylardan ders çıkarmadığı için kendisini suçlar.

Öykünün sonunda hasta halde ormanda yürürken Tanrı ile konuştuğu kısımda bütün bunlara cevap bulur. Aslında Tanrı’dan ziyade kendi kendisiyle hesaplaşmaktadır. Ve önceki kısımlarda hayata karşı gösterdiği bakış açısı, insanları değiştirmekten ziyade olduğu gibi kabul etme anlayışı kendi üzerinde de etkisini gösterir. Uzunca bu konuda kendi ile konuşup telkin ettikten sonra artık iç huzura kavuşup kendisini olduğu gibi benimser.

Belki topluma herkesin yaptığı ve talep ettiği şekilde bir fayda sağlayamamıştır ama onun amacı da yerleşik insanlara biraz özgürlük özlemi taşıyıp götürmektir. Topluma fayda sağlama misyonunu reddeden bir karakterden yazar kaçınmışsa da en azından bunu bireyin kendisinin seçip belirleyebileceği bir şekilde çizmiştir. Toplumda kendi faydasının farkına varan, var olma sebebinin bilincine varan karakter bir anlamda huzura kavuşmuştur.

“ ‘Yani artık sızlanıp yakınmalara paydos mu?’ diye sordu Tanrının sesi.
‘Paydos’ diyerek başıyla onayladı Knulp, mahcup bir edayla güldü.
‘Ve her şey iyi mi artık ? Her şey olması gerektiği gibi mi?’
‘Evet,’ diyerek başını salladı Knulp. ‘Her şey olması gerektiği gibi.’ “

11 Mayıs, 2014

Geçen hafta sonu 1940’ların Ankara’sındaydım, geçirdiğim zaman boyunca bana memur Şekip Bey eşlik etti. Ufak bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Bir okuyun eminim siz de gidip görmek isteyeceksiniz.

Ankara'ya varınca bir nefes Gökçe Pastanesi’ne gittim, çayımı içip Şekip Bey'i beklemeye başladım. Önceden konuştuğumuz üzere burada buluşacaktık, ardından planımız Ankara'nın sokaklarını arşınlamaktı. Lafıma devam etmeden önce beni uyardıkları gibi sizi de uyarayım. Onun her dediğine kanma dediler bana, ufak yalanlar söyleme gibi bir huyu varmış. Ne de olsa kendisi bir yazar adayı belki mizansenler yaratmak, sözcüklerle oynamak istiyordur. "Adamın üstüne gitmeyin bu kadar yahu!" dedim. Ama sonra onu tanıdıkça düşündüm yazar olmakla alakası yoktur belki sadece canı isteyip işine geldiği için yalan söylüyordur. Kim bilir… Neyse devam edeyim, gün aylak aylak geçip gidince akşam içmeye Altındağ’a gittik. Şekip Bey’in arkadaşlarına rastladık. Pek yetenekli yazar arkadaşı var Orhan Bey, onunla konuşurken laf lafı açtı siyasete geldi. Nazım Hikmet’in affı için eylemler varmış ondan bahsetti. Şu Orhan Bey, yahu Orhan Veli’ye mi benziyor ne? Malum gergin zamanlar konuştuğuna dikkat etmen lazım dediler, komünist görüşlerin varsa kara listeye girersin diye uyardılar. Kaldığım süre boyunca Ankara'da konuşulmayan bir gerginlik ve yoksunluk sezdim. Akşam kalmaya bir otele gittim. Şekip Bey’in evinde galiba bir arkadaşı kalıyormuş, yer yokmuş. Sorun değil dedim ama arkadaşı kimdir neyin nesidir anlamadım nedense hakkında pek bir şey demedi. Sonraki gün şehri tek başıma gezdim. Şekip Bey’in babası hastaymış onu ziyarete gidecekmiş. Bende dün gezdiğimiz yerleri kendim bir kez daha gezdim. Yolda giderken ileride birden Şekip Bey'i gördüm, bir kadınla beraberdi.Parka doğru devam edip bir banka oturdular.

Yukarıda kurmaca bir başlangıç yaptım. Ama sorun bir bana neden? Çünkü Levent Cantek’in kelimeleri ve Berat Pekmezci’nin çizgileri bir araya gelince kendimi adeta 1940’ların Ankara’sında, Şekip diye bir adamın peşinde savruluyor hissettim. Emanet Şehir bir grafik roman türü, ne yazık ki bu alanda çok detaylı bir bilgim yok. Ancak kitapta da belirtildiği şekilde “kitap ayracına ihtiyaç duyacağınız çizgi romanlar” olarak tanımlayabiliriz. Kitap ayracına da konuşma balonlarının altını çizmek için kaleme de ihtiyaç duyabilirsiniz. Karakterler, mekanlar, her türlü detay görsel olarak tasvir edildiği için hayal gücünüzü kullanmaktan mahrum kalacağınızı sakın düşünmeyin. Gördüğünüz ve okuduğunuz sahnelere hayalinizden hareketler ve sesler katarken bulacaksınız kendinizi. Bazı sahneleri kafanızda yeniden farklı şekillerde canlandıracaksınız.


Kitap, Şekip adında yazar olma hayali ile gazetelere tefrika yazan, dönemin edebiyat çemberinin bazen içinde, bazen dışında ve bazen sadece çeperinde olan bir karakterin Ankara’da mevcut olma ve savrulma halini anlatıyor. Nurullah Ataç’ın aksi aksi konuştuğu, horoz dövüşlerinin ardındaki duvarlardan İsmet İnönü’nün baktığı, 1940’ların Ankara’sının ahşap evlerinde geçen bir hikaye. Şekip hikayenin ana çekirdeği durumunda, Ankara'ya ve yan karakterlere Şekip üzerinden temas ediyorsunuz. Yan karakterlerin hikayeleri gerçekten ilgi çekici ve Şekip'i bir şekilde sarıp sarmalıyorlar. Levent Cantek, Ankara’nın sosyo-politik geçmişini detayları ile birlikte biriktirmiş ve bunun hamurundan tek tek karakterlerini yoğurmuş. Bu nedenle hikaye ve karakterler zemine gayet sağlam basıyor ve başarılı bir dönem profili sunuyor.





Berat Pekmezci’nin çizimlerini Pis Maymun ‘a yaptığı kapak sayesinde takip etmeye başlamıştım ki bu sayede Emanet Şehir’i keşfettim. Emanet Şehir ’de yaptığı çizimler detay dolu. Özelikle bölümler arası geçişlerde yaptığı tematik çizimler ve karakter tasarımları gerçekten çok başarılı. Favorim ise Paçacı! Gerçekten kimin neyi konuştuğunu anlayan bu adamın tipine bakınca “Fakir Şükrü haklı, Paçacı bilir” dedim. Duyguları ve tasvirleri görsel olarak aktarmak konusunda hikaye ile gayet denge içinde bir çalışma olmuş. Kısaca kelimeler ve çizgiler birbirini tamamlamış.





Son olarak hoşuma giden bir diğer nokta ise bu grafik romanı okuyunca yapım sürecinin mutfağına da girme şansı bulmak. Ne kadar çok emek gerektiren bir süreçten geçtiğini ve titizlikle gerçekleştirilmiş bir ekip çalışmasının ürünü olduğunu gördüm. Umarım böyle nice özenli işler çıkar. Kitaba ek olarak şu siteden de nerelerden esinlenildiğini, taslak çizimleri ve süreci inceleyebilirsiniz. http://emanetsehir.com/ Belki Persepolis misali Emanet Şehir'in de bir animasyonu çekilir! Ne de güzel olur!

13 Nisan, 2014

Yazıma etkileyici ve güzel bir “bu kitapla nasıl tanıştım hikâyesi ile başlamak isterdim ama ne yazık ki Öteki Ben ile karşılaşmamız ve yolculuğumuzun geri kalan kısmının kaderi uyarlama bir filme bağlı. Ve çok iyi biliyorsunuz ki uyarlama filmler esinlendikleri kitapları asla sağ bırakmıyor!


Her şey kısaca şöyle başladı: Yönetmenliğini Richard Ayoade'ın üstlendiği the Double adlı filmin afişini ve fragmanını görünce göz bebeklerim büyüdü ve bu filmi izlemeliyim dedim. (Aşağıdaki fragman ve afişi görünce bana hak verecekseniz.) Ardından filmin Dostoyevski’nin Öteki Ben adlı kitabından uyarlandığını öğrenince de vizyona girmeden kitabını okumalıyım diyerek gözlerimi kısıp ellerimi ovuşturdum. Excellent!… Kitap ya da film fark etmez. Sinemasever bir okuyucunun kodu şudur; eğer okuduğu kitaptan uyarlanmış izleyebileceği bir film yoksa, izlemek istediği filmin esinlendiği kitabı okur! Bu kadar dil döktükten sonra umalım ki bir eser daha uyarlandığı sinema filminde mahvedilmesin.

 





Bu sitenin bir kitap blogu olduğu ve (!f İstanbul’da gösterilmiş olsa da) henüz vizyona girmemiş bir filmden daha fazla bahsetmenin abesle iştigal edeceği gerçeğine dayanarak -Dostoyevski’nin de dediği gibi- biz en iyisi gerçekten de yaşanmış bu hikâyenin biricik ve asıl kahramanı olan Bay Golyadkin’e dönelim! İnsancıklar’ ın ardından Dostoyevski bu sefer yedinci dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin’in yaşadığı buhranı damarlarımıza pompalıyor.

Her şey çalıştığı dairedeki patronunun düzenlediği baloya davetsizce girmek isteyen Bay Golyadkin’in partideki ‘garip’ davranışları yüzünden tepki çekip kapı dışı edilmesi ile başlar. Hali hazırda düşman olarak gördüğü iş arkadaşlarının onu partide küçük düşürmesi Bay Golyadkin bir hayli etkiler. Bu olayın hemen ardından Bay Golyadkin kendi ikizi ile karşılaşır. Başta dostça bir ilişki içine girseler de diğer Bay Golyadkin  -yani öteki- de herkes gibi bir düşmana dönüşür. Kahramanımız ötekinin ismini lekelemesinden ve kimliğini çalıp yerine geçmesinden büyük korku duyar. Bay Golyadkin bu düşmanın üstesinden gelmeye çalışırken kitap boyunca kahramanımızın gidip gelen zihninde bir köşeden diğerine sürükleniriz. Bay Golyadkin'in hal ve tavrına sempati ile karışık tebessüm ederken aynı zamanda kahramanımızın köşeye sıkışmışlık hissi bizi de sarar.

Bay Golyadkin’e daha yakından bakarsak kafasında belli değerleri benimsemiş ve bunun dışında davranan insanlara fazla şüphe ile yaklaşan hatta tehdit olarak bile görebilen, detaycı, kendisini acımasızca eleştiren, alıngan, endişeli, kararsız ve huzursuz bir adam görürüz. Doğrusu ilk kez bir karakter üzerine hiç düşünmeden bu kadar sıfat bulabiliyorum. Çünkü tasvirler bir yana, Dostoyevski karakterin psikolojisini okuyucuya öyle birebir yansatıyor ki Bay Golyadkin’i çok iyi gözlemleme şansı buluyorsunuz. Karakterin davranışlarını açıklamadan, çevresindekilerin tepkilerini direkt vererek yani okuyucuyu da karakter kadar bir bilinmezin içinde bırakarak ilginin kitap boyunca Bay Golyadkin üzerinde kalmasını sağlıyor. Kitabın adı Öteki Ben olmasına rağmen diğer Bay Golyadkin’i (yani ötekiyi) bu kadar detaylı okuyamıyoruz, gerçek Bay Golyadkin’in bildiği kadar ötekiyi biliyoruz. 

Öteki aslında Bay Golyadkin’in alter egosu, kötü ikizi gibi…kahramanımızın olamadığı ve olmak istemediği her şey. Kahramanımızın psikolojik durumuna bakıldığında aslında şizofreni hastalığından mustarip olduğu aşikar durumda. Ancak 19. Yüzyıl Rusya'sında bu hastalık hakkında şimdiki kadar bilgi sahibi olunmadığını düşünürsek Dostoyevski’nin kendi ikizi ile mücadele eden bir şizofreni hastasını bu kadar başarılı aktarması hem büyüleyici hem de gerçekten ürkütücü.

Bay Golyadkin’in atıldığı balo kelimeler ile tasvir edilemeyecek kadar görkemlidir. Dostoyevski mekanın hakkını vererek anlatmakta yetersiz hissederek  “Keşke şair olsaydım aziz okuyucular! Ama Homeros ile Puşkin ayarında.” der. Belki bir Rus balosunu anlatmıyor ama ustası olduğu üzere insan psikolojisini, Bay Golyadkin’i ve şizofreni hastası bir adamın içine girdiği durumu kendi görkemi ile o kadar incelikle anlatıyor ki bundan etkilenmemek imkansız. 

Son olarak, alakasız olacak ama yaşadığım bir aydınlanmayı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Öteki Bay Golyadkin, kahramanımız Bay Golyadkin’e yazdığı aşağıdaki şiiri okuyunca binlerce kez dinlediğim Radiohead’in Climbing up the Walls şarkısının sözleri aklıma geldi ve Bay Golyadkin'in durumuna daha da bir darlandım.
 ‘Beni unutacak olursan
Ben seninim hatırla!
Hayat hızla gelip geçerken,
Sen de beni hatırla’







15 Mart, 2014

Bir distopya klasiği olan Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya adlı eserine geçmeden önce distopyaya dair bir girizgah yapmak isterim.

Distopyanın tanımı için kısmen anti-ütopya diyebiliriz. Ancak tam anlamıyla ütopyanın tam tersi olmadığı için şöyle bir ayrıma gitmek en iyisi; eğer ütopya 'hayal edilen olmayan yer' ise distopya var olana yakın 'kötü, istenilmeyen bir yer' dir.

Distopya genelde totaliter yönetimlerin insancıl olmayan bir şekilde hüküm sürdükleri toplumları anlatan bir kurgu etrafında işlenir. Toplumdaki ekonomik, ekolojik, teknolojik ve psikolojik vb. başkalaşımlar ise kıyamet senaryosunu andıran yapının sosu gibidir. 

Ama bence distopik eserlere dair yapılacak en iyi genel tespit insanlığın her şeyi tamamen berbat etmekteki şaşmaz potansiyelini ele almasıdır



Bu kapsamda Cesur Yeni Dünya distopyası üreme teknolojisiöjenik ve hipnopedi (uykuda öğretim)  yoluyla bireye dair her değerin kontrol altına alındığı Fordist üretimin medeniyet başlangıcının miladı olarak kabul edildiği bir toplumu anlatır. Roman, Fordist üretimin geliştiricisi Henry Ford'un doğumundan 632 yıl sonra yani F.S 632 yılında Londra'da geçmektedir.

Aile, din, sanat, edebiyat ve felsefeye dair hiçbir şey yoktur ve bunların sorgulanmaması gerektiği teknoloji yoluyla şartlandırılmıştır. 

“Mutluluk ve erdemin sırrıdır- yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.” (p.38) 

Bu sayede ne savaş ne yoksulluk ne hastalık hiçbir problem yoktur, sadece mutluluk ve haz önceliklidir. Kökünde “birey hissederse, topluluk sendeler” (p.126) anlayışı yatmaktadır. Amaç kapitalist toplum istikrarının planlandığı şekilde sürmesi ve bu olurken bireyin hiçbir şeyi sorgulamadan temin edilen haz ile hayatını toplumsal fayda için devam ettirmesidir. 

“İnsan mutluluk konusunda düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!” (p.223)

Huxley'nin bu romanı yazarken aldığı ilhamlara bakarsak yaşadığı dönemdeki sosyo-ekonomik atmosferin etkisini görebiliriz. Eser 1932 yılında yayınlanmış ve 1929 yılında Wall Street'in çöktüğü, İngiltere'deki yüksek işsizliğin yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. Yazar, o dönemlerde çıkış yapan Keynesyen teoriyi eleştirir şekilde bir hiciv sunuyor okura. Keynesyen teorinin öngördüğü şekilde toplam talebi arttırıcı devlet politikaları üretilip tüketimi arttırmaya yönelik politikalar izlenilmesi romanda sıkça yer alıyor. Örneğin bireylerin "doğa sporlarını gelişmiş aletlerle yapmasını"  şartlandırarak "hem endüstriyel, hem de ulaşım tüketimi"ne teşvik etmek gibi politikalarla insanların uykularında eğitilmesinin planlanması gibi. (p.45) 1930'ların planlamacı nüfus politikaları, Keynesyen ekonomik politikaları ve iki savaş arası ruh hali ile ele alınca roman aslında olduğundan daha ürkünç bir gerçeklik kazanıyor. 

Distopya denildiğinde hele ki Aldous Huxley denildiğinde George Orwell'ı anmadan olmaz. Orwell zamanında Huxley'nin edebiyat öğrencisi olmuş. Hatta Orwell'ın Cesur Yeni Dünya'dan etkilenerek  1984'ü yazdığı söylenir.




Zaten Orwell meşhur distopyasını yazdıktan sonra Huxley kendisine bir mektup bile yazmış: http://www.edebiyathaber.net/aldous-huxleyden-george-orwella-mektup/#sthash.gj4iBoHo.dpuf İki kitabı karşılaştırıp Cesur Yeni Dünya'nın daha muhtemel bir kabus olduğunu belirten Huxley şöyle diyor: "Dünyayı yönetenlerin...güç arzusunun ancak insanları zorla itaat altına alarak ve onların köleliği sevdiklerini varsayarak tatmin olacağını keşfedeceklerine inanıyorum." Bu her ne kadar günümüzde toplumların celladını sevdikleri bir noktada vuku bulsa da galiba yönetenlerin gücü hep mutlak kabul ediliyor, toplumların potansiyeli ise hep göz ardı ediliyor. 

İster Orwell'ın korku ve kontrol imparatorluğu olsun ya da Huxley'nin hazla uyuşmuş toplumu aslında iki yazar da bugünün dünyasına çok yakın distopyalar yazmıştır. Aşağıdaki görselde anlatıldığı üzere Orwell ve Huxley'nin dünyalarındaki betimlemelerine şu an yaşadığımız çağdan ve bu konuda üstün bir başarı! gösteren ülkemizden örnekler bulmak bir hayli kolay.



Yazımı bitirirken Cesur Yeni Dünya'da mutluluk kaynağı olarak devletin her daim temin ettiği Soma adlı uyuşturucudan esinlenen The Strokes'un Soma adlı şarkısı ile sizleri baş başa bırakıyorum. Mutluluğunuz daim olsun!


Soma- The Strokes



23 Şubat, 2014

O bir best seller, o bir polisiye ve aynı zamanda komik! Ey okuyucu daha ne istiyorsun! Bu kitabı al ve oku!

Bir kitabı tanımak için elinize aldığınızda 5 duyu organınızın bir kısmını kullanarak şöyle güzelce evirip çevirmek istersiniz –en azından ben isterim- ama bazen buna fırsat kalmadan kitap durduğu rafı, kapağı ve etrafını saran reklamları ile kendini anlatmaya başlar. Galiba bu genel olarak best seller kitaplarda yaşanılan bir durum. Bir yandan da şöyle bir gerçek var ki bazen okuyucu olarak hazıra konmak istiyoruz; herkesin beğenisini toplamış, konusu da ilginç ve önemli otoriterlerden kabul görmüş… e daha ne olsun! Benim bir şey keşfetmeme ya da aramama gerek yok, keşfedilmiş ve onaylanmış. Benim yapmam gereken tek şey sadece ‘okumak’ ve tadını çıkarmak. Kitap okumanın en pasif hali bu olsa gerek. İşte bu, best seller kitap okumanın dayanılmaz rahatlığı…


Neden bunları anlatıyorum size çünkü bu yazımda bu formüle uyan bir kitaptan, Pis Maymun’ dan bahsedeceğim. Pis Maymun’ un kapağında belirtildiği üzere, eser New York Times Best Seller olmuş ve tür olarak polisiye ile yetinmeyip muzip bir komediyi özüne eklemiş. Kitabın anlatımı ise Amerikanvari espri anlayışına sahip bir dile dayanıyor.

“Orman uğultularını anımsatan gülüşüyle, iki bülbülü tünedikleri daldan kaçırdı.”

Yazar, Miami’de geçen bir cinayeti kitaptaki karakterlerin içine düştükleri komik durumlar ile iç içe geçmiş şekilde anlatıyor. Carl Hiaasen’ın sadece bu kitabı değil daha önceki kitapları da çoksatarlar listesine girmiş. Yazarlığın yanında asıl mesleği olan gazeteciliği Miami Herald gazetesinde kendisine ait köşesi ile sürdürmekte. Yazarın gazetecilik geçmişinin kitaplarındaki başarısına etkisi olmuş gibi duruyor.

Cinayeti çözmek üzere peşine takıldığımız başkarakterimizin adı Andrew Yancy, kendisi trajikomik bir olay nedeniyle rozetine el konulmuş bir dedektif. Yancy’nin amacı geçici olarak yaptığı lokanta müfettişliği işinden kurtulup tekrar dedektifliğe dönmek. Miami’de tekne gezisi yapan turistlerin oltalarına takılan bir kopuk kol parçasının dönüp dolaşıp Yancy’nin buzluğuna girmesi ile her şey başlıyor. Bu olayın peşine takılan Yancy dedektiflik içgüdüleri ile olayı çözmeyi ve rozetini geri almayı hedefliyor. Yancy’nin cinayeti çözümlemesine ara verdiğimiz zamanlarda çok renkli yan karakterlerin başından geçenleri takip ediyoruz. Bütün yan hikâyeler bir şekilde Yancy’e ve cinayete bağlanıyor. Kitabın başında da gerçek olaylara dayandığı belirtilen lokanta müfettişliğine yönelik betimlemeler var ki bir süre dışarıdan yemek yeme konusunda beni soğuttu. Aslına bakarsınız bu betimlemeler bana cinayetin kendisinden daha ilginç geldi. Bilumum polisiye dizisi ve filmi izlemiş şahsıma cinayetin örgüsü ve kurgusu pek etkileyici gelmedi. Adeta bir CSI dizisi gibi çok organize ve temiz bir şekilde bütün parçalar birer birer yerine oturuyor. Ama mutlu sonu birden okuyucunun kucağına bırakmıyor, onu da gayet tertipli bir şekilde okuyucuyu tatmin edecek kadar sunuyor. Bu nedenle yan hikâye ve karakterleri takip etmek daha heyecanlı hale geliyor. Bu arada kitabın adında yer alan maymun ise mecazi anlamda değil; Driggs adında Johnny Depp’in Karayip Korsanları filminde yer almış tütün bağımlısı histerik bir maymuna dayanıyor. Bu kısmı benim gibi kitap boyunca anlamsız bir şekilde neden pis maymun? diye sorabilecek kişilere ithaf ediyorum.

Kitaptaki karakterlere baktığınızda kendi halinde görece normal diyebileceğiniz bir karakter yok.Hepsi bu muzip polisiyede aşırılıklarla bir şeylere bağlılık gösteriyor.  Bu bağlılık para, iş, aşk, cinsellik, doğa, mülk gibi çeşitli alanları içeriyor ve karakterler hepsine bir tutkuyla değil de bir taşkınlıkla ulaşıyor.

Son olarak Dexter ’ı bilenlere sesleniyorum: Şu ana kadar yazıda geçen Miami, dedektif, tekne, denizden çıkan kopuk kol parçası kelimelerini okuyup da bilinçaltınızda hala Dexter Morgan uyanmadı mı? Şahsen kitabın ilk kısımlarında her an Dexter’ın iç sesinden cümleler okuyacakmışım gibi bir hissiyat içine girdim.   

Kitabın gayet akıcı ve eğlenceli dili ile popüler olanı kurup popülere ulaştığı tanısına dayanarak yazımı sonlandırıyorum. Bu arada kanıtlamak şuan için güç olsa da eğer yazar bu kitaptan dizi yapılır diye aklından geçirmediyse gerçekten popüler kültür kirletmiş beni!

18 Ocak, 2014

''Tanrım, gökyüzü o gün ne kadar da maviydi!'' (s.86)




Öyküsünü okuduğumuz kahramanların içinde yüzdüğü bir olgu silsilesi vardır. Okurken ya bir mücadeleye tanık oluruz ya da bazen bu olgular salondaki fil gibi ortada kalır ve görmezden gelinir. Konu Beyrut ve zaman 1970’ler öncesi olduğunda ise tarih bu sahnenin ortasında bir fil terbiyecisi olarak tüm kontrolü eline alır. Bunu görüp görmemek ise biz-okuyucuların takdirine kalmış.

Bize öyküsünü anlatan İsyan Kitabdar’ın ve ailesinin geçmişi pek çok sosyal ve tarihsel kırılmalarla doludur. Zaten romandaki karakterler sanki yaşadıkları tarihin bir temsilcisiymişçesine somutluğa bürünmektedir. İlk kırılmalar 1900’lü yıllarda başlar. Osmanlı’nın “hasta adam” olduğu dönemlerde bir gürültü ile sessizliğe gömülmesi padişahın kızı, İsyan’ın büyükannesi İffet ile vücut bulur. Beyrut’un bir dönemler çatısı ve geçmişi olan Osmanlı İmparatorluğu gibi, İffet de Kitabdar ailesinde Osmanlı’nın ve anneliğin sadece sembolik bir suretidir. Kitabdar ailesinin sessiz ve görece pasif duran İffet karakteri arka planda artık göz ardı edilmiş bir geçmiş, bir tarih olarak var olur.

“Adana’da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi.”(s.26)

Babası yaşadıkları Adana’da Ermeni olan Fen öğretmeni Nubar ile derin bir dostluk kurar. O dönemde yavaş yavaş başlayan Ermeni meselesi ile aile Adana’da zor günler geçirir. Babası, Osmanlı hanedanlığından kalan soylu kimliği ile ihtilalci kişiliği arasında kalmıştır. Ama aslında bu düzen karşıtı kimliğini yaratan soylu geçmişidir. Daha sonraları Nubar’ın kızı ile evlenir ve anne tarafından Ermeni, baba tarafından Türk olarak İsyan dünyaya gelir. 

İsyan’a göre babası “Prens olmasaydı, ihtilalci olmazdı.” (s.33) İsyan’ın babası yıkılmış bir imparatorluğun kızgınlığının ve hayal kırıklığının yansımasıydı.  Bunun can çekişmesini ise geçmiş tutkusunu geleceğe tezahür ettirerek gösteriyordu. “Gelecekten çok, geçmişe mi bakıyordu? ... Alt tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak?” (s. 33) İçinde yaşadığı bu çelişkiyi çocukları için kurduğu hayallere yansıtır ve ismi ile başlayarak oğlu İsyan için devrimci olacağı bir gelecek çizmek ister.

Ancak babasının beklentileri İsyan’ın ailesinden ve babasından kaçışını getirir ve o da kendi tarihini yaşamaya başlar. Başarılı ve çalışkan bir öğrencidir. Ermeni meselesinden kaçıp taşındıkları Beyrut’tan, Fransa’da tıp okumak üzere ayrılır. Burada şans eseri ve hiç bilmeden kendini Direniş Örgütü-Özgürlük içinde bulur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kurulan bu örgüt Nazizm ve savaş karşıtı olarak çalışmaktadır.

“Nazizmden, Fransa'yı işgal ettiği gün değil,  Almanya'yı işgal ettiği gün nefret ettim.” (s.54)
  
Fransa’da hem hayatının aşkını bulduran hem de babasının rüyasını gerçekleştiren tesadüfler İsyan’ın hayatını bambaşka bir yöne çevirir. İsyan yaşadıkları ve bu yaşadıklarına yaptığı yorumlar ile gerçekte böyle bir insan olabilir mi acaba diye okuyucuya sorduruyor. Arka planda gerçekleşen savaşın ve ayrımcılığın acı veren gerçekliğine inat masalsı, gerçek olamayacak kadar umut dolu bir karakter portresi çiziyor.

İsyan, Bakü’ye* dönüşerek kendi geleceğini kurup kendi tarihini İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamıştır. Aşkı Clara ile beraber yaşayacakları tarih ise İsrail-Arap savaşının acılarını taşır. Bu süreçte yaşamak zorunda kaldıkları savaşın kaçınılmaz acılarını yazar kesinlikle çok iyi hissettiriyor. Kitaptaki, aşka ve hayattaki günlük mücadelelere dair yaptığı tasvirler insanın içine dokunuyor, her bir cümlesinin altını tek tek çiziyorsunuz.

‘Engel yokmuşçasına yürümem yeterliydi. Düşüş işte böyle başlar.’ (s.99)

Doğunun Limanları sadece İsyan adlı görüp görebileceğiniz en mütevazi, samimi, içten ve romantik bir karakterin hikayesini değil ama tarihi/geçmişi göz ardı edemeyeceğinizi siz onunla yüzleşmezseniz de onun sizinle hesaplaşacağını anlatır. 

‘Bazıları, geleceğe inanmaya devam ettikleri için sabrederler.’ (s.135)

Amin Maalouf belki bu tarihsel olaylara çok derin çözümlemeler sunmuyor ama bazen tarihin kendi geleceğimizi yüzleşilmesi gerekilen bir geçmişe dönüştürebileceğini en iyi şekilde dile getiriyor.

“Her kökten insanın yaşadığı Doğu limanlarında, yan yana yaşanan ve dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin anımsanması mı? Geleceğin habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı yoksa geleceği hayal edenler mi?” (s. 33) Bu düşü gören ve hayalini gerçek kılmaya çalışan nice güzel canları anarak yazımı bitiriyorum.

Yazdığı karakterlere benzer tecrübeler yaşamak zorunda kalan Amin Maalouf’un edebi serüveni ve Beyrut hakkındaki kısa belgeseli Ece Temelkuran’ın sunumuyla izlemek için linke tıklayın!



* Dedesi Nubar, İsyan’a Ermenice ‘Abaka’ yani gelecek anlamına gelen bir isim takmıştır. Zamanla bu ad “Bakü’ye” dönüşür. Direniş sırasında bu adı kullanır ve anılır.

21 Aralık, 2013


Hiç okumadıysanız bile bazı kitaplar ile hep bir yerlerde bir şekilde karşılaşırsınız ama hiç tanışma fırsatı bulamazsınız. Çavdar Tarlasında Çocuklar da benim için öyle. Sonunda okuma fırsatı buldum. Biraz geç kalmış gibi hissettim ama bu Cumartesi yazımız benim gibi geç tanışanlar için olsun!


Çavdar Tarlasında Çocuklar, Çoşkun Yerli’nin çevirisini yaptığı Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan J.D. Salinger’ın ilk ve tek romanı. Belki bir kısmınız yazar ile kitabın ilk çevirisi olan Gönülçelen’de tanışmışsınızdır. İnternette hangi çevirisi daha iyi tadında karşılaştırmaları çokça mevcut ve Gönülçelen’i okumadığım için buna çok değinemeyeceğim. Ama bence hali hazırda çevirisi pek de kolay olmayan bir kitap. Bir şekilde çeviri olduğu gerçeği kitaptaki Amerikan kültürüne has tabirler ve argo kelimeler nedeniyle kendini belli ediyor. Ancak bu rahatsız edecek boyutta değil. Zaten kitabın kendine has dili ve anlatımı gözü kapalı ayırt edebileceğiniz bir imzaya dönüşmüş.

"Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner."

Daha ilk cümlesinde ben senin ne istediğini tahmin ediyorum ‘bilmişliği’ ile okuyucuyla arasında bir mesafe koyan ve sonrasında ise tüm samimiyetiyle sizi kendi dünyasına alarak bunu kıran bir karakter Holden Caulfield. Farkındalığı yüksek, çevresinin ve insanların davranışlarını sürekli sorgulayan, anlamlar yükleyen ve sonra o anlamları eleştiren, büyüme sancıları içinde bir çocuk.

Kitap, kaldığı yatılı okuldan kovulan Holden Caulfield’ın 1949 yılının tam bu zamanlarında yani Noel’e üç gün kala yaşadıklarını anlatır. Öncesinde de başka yatılı okullardan atıldığı için bu sefer ailesinin yanına dönmek ve onlarla yüzleşmek konusunda sıkıntı çeker. Bu süreç içinde büyüdüğü şehir olan New York’ ta kendi başına bir otelde kalır. Eski arkadaşlarıyla buluşur, zaman öldürür ve yeni insanlar ile tanışır. 

Bütün bunlar olurken yazar bizi Holden ile bir odada baş başa bırakır ve bir de bakmışsınız kapıyı üzerinize kilitlemiş. Ve Holden size anlatmaya başlar… Yaşıtlarının önemli bulduğu ve olmaya çalıştığı her şeyi içine sindiremez. Samimi bulmaz, birçoğu 'poz kesiyor'dur. Onlardan farklı olduğunun ve düşündüğünün farkındadır. Bir yandan kendini bu açıdan özel hisseder ama bir yandan da bundan dolayı yalnızdır ve içten içe huzursuzluk hisseder. En samimi halini küçüklüğüne dair anlattığı anılarda buluruz. Kardeşlerinden bahsedişini ve küçükken gittiği yerler ile ilgili tasvirlerini okurken Holden’ın bir tür yetkişkin Araf’ında kaldığını anlarsınız. Aslında kitap size Holden üzerinden toplumda insanlara gösterdiğimiz yüzümüz ile aslında olduğumuz arasındaki çekişmeyi hissettirir. Yazar bunu yaparken ise toplumdaki yüzümüzü şekillendiren ailevi, ahlaki ve toplumsal değerler gibi noktalara dokundurur. Ama bunu sadece Holden’ın ağzından yaptığı tespitler ile sınırlı tutar. O yüzden belki sadece bir nevi aforizma boyutunda kalır. Bilirsiniz ki Holden bu Araf’tan çıkacaktır ve içindeki -gerçek ben- i kuytu bir köşeye bırakacak ve kalabalığa karışacaktır. Arada huzursuz hissedecektir ama asla New York’ta kendi başına geçirdiği günlerde olduğu gibi kendine karşı dürüst olamayacaktır.

                 
                                       Salinger II. Dünya Savaşı sırasında roman üzerine çalışırken...

Yazardan biraz daha bahsetmek gerekirse Salinger kendisinden çok kitabının öne çıkmasına çalışmış ve kendisini de bir o kadar gizemli tutmaya özen göstermiş. Umut Sarıkaya’nın da bununla ilgili nokta atışı bir mizahi eleştirisi olmuş:



Geçen haftalarda yazarın basılmamış 3 öyküsü internete sızmıştı. Yazarın vasiyetine göre ölümünden 50 yıl sonra bu öykülerin basımına izin verilmiş ki bu 2060 yılını buluyor. O zamana medeniyet adına dünyada ne kalır bilinmez ama galiba bir okuyucusu daha fazla beklemeye dayanamayıp internete sızdırmış.Öykülerin bazılarının Çavdar Tarlasında Çocuklar’a hazırlık olarak yazıldığı düşünülüyor. Salinger'ın yıllardır özen gösterdiği mahremiyetinin böylece yerle bir olması çağımızın acımasızlığı olsa gerek.  


17 Kasım, 2013


Bir bitişi anlamanın en iyi yolu başlangıca bakmaktadır...Hallaç, 5 ay önce aramızdan ayrılan Leyla Erbil'in ilk öykü kitabı olarak bize yazarın edebi hayatı ile ilgili bir başlangıç sunmakta.

Yazar bu kitabı ile aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair konular üzerinden burjuva yaşamındaki ikiyüzlülüğe ve yapaylığa eleştirel bir bakış açısı sunar. Kendine has düzenlediği söz dizilimleri ve noktalama işaretlerini yeniden yarattığı (üç virgül, virgüllü soru işareti gibi ) ya da hiç kullanmadığı biçimsel bir çatı içinde öykülerini işler. 

Biçimsel zorluklara karşı ilgim de olduğu için ilk başta öykülerin içeriğinden ziyade yazarın üslubu ve biçimsel unsurlarının etkisi altında kaldığımı itiraf etmeliyim. Beni istediği yöne çekti tabi buna izin vermiş de olabilirim! Bu biçimsel salınımın etkisi ile geçen ilk bölümün ardından Sait Faik Abasıyanık'ın anısına diye başlayan ikinci bölümde artık direnç göstererek daha fazla savrulmadan devam ettim. Bu arada yazarın eserlerinde Freud' dan etkilendiğini ve 'Psikaniliz yöntemlerden' yararlandığını belirtelim. Bu da yazarın tarzını farklılaştıran önemli unsurlardan biri.
Yazar başta burjuva yaşamındaki yapaylığı öykülerinde yansıtırken okuyucuya bunu dışarıdan gözlemlediği hissini veriyor. Ama ardından alaturkaya, gelenekselliğe karşı kurduğu eleştiri ile bir anda karakterle kendinizi yan yana bulabiliyorsunuz. 'İncik Boncuk' öyküsü bunun en güzel örneklerden biri. Öyküde tren yolculuğunda aynı kopartmanda oturan iki kadının sohbeti üzerinden kadın, aile ve cinsellik konularında alaturkaya karşı bir eleştiri yapılıyor.

Kitabın ilk basım tarihi 1960 ve öyküler bu yıllarda geçiyor. Ancak günümüzde hali hazırda devam eden aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair toplumsal çelişkileri ele aldığı için öyküler bizi aslında pek yabancısı olmadığımız bir dünyaya sokuyor.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın aday olan Erbil'in ifadesiyle Hallaç, “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatır. Son olarak, eğer üç virgüllere kapılıp gitmezseniz kitap karakterler gibi okuyucunun da 'seçmeye gitmeyen insan' olduğunu yüzüne vuruveriyor. Uyaralım...