feminizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
feminizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Mart, 2014

Beğenmeyen Okumasın’ı bir blog olarak okuyucuyla ilk kez Temmuz 2012’de buluşturduk. Bloğumuzun omurgasını edebiyat oluşturmaktaydı belki ama bu edebiyat yorumlarında dahi siyasi, kültürel, sosyal ve kentsel meselelere hep kafa yorduk. Bunların en başında da- ekibin tamamının kadınlardan oluştuğunu düşününce çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde- kadın meselesi geliyor. Bugün, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Siz değerli okurlarımızın Kadınlar Günü’nü bir röportajla kutlamak istedik.

Röportaj isteğimizi kırmayan Ayşe Yazıcıoğlu, 2010 yılında Doğan Kitap’tan çıkan 68’in Kadınları isimli eserin yazarı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Uzun yıllar özel sektörde ve medyada çalıştıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih alanında yüksek lisansını tamamlamış, şu an bu sürece aynı alanda doktora yaparak devam eden bir öğrenci, bir akademisyen, bir kadın, bir anne ve fevkalade bir dost. Kendisiyle 68 kuşağını, bu kuşağın kadınlarını ve Türkiye’de feminizmi konuştuk… 

Bu proje nasıl ortaya çıktı ve tamamlanması ne kadar sürdü?

‘68’in Kadınları bir belgesel projesi hazırlarken ortaya çıktı. Belgesel için röportaj yaptığım kişilerden birisi de Ferai Tınç idi. Doğan Kitap’ın böyle bir kitap hazırladığını söyledi ve kitabı benim hazırlamam için tavsiyede bulundu. Röportaj röportajı doğurdu diyebiliriz. Belgesel için hazırladığım sorular kitabın içeriği ile paraleldi ve dönemin erkek ve kadın eylemcilerinin gündelik yaşam pratiklerine odaklanıyordu. Çerçeve aynı olunca kitabı hazırlamak da zor olmadı.

Röportaj yaptığın kadınları neye göre belirledin?

‘68 hareketi gibi hem siyasi hem tarihi hem de gündemden düşmeyen bir konuda kişi seçimi biraz çetrefilli olabiliyor. Ben sosyal bilimci perspektifiyle baktığım için her türlü fraksiyona eşit mesafede durdum. Siyasi bir duruştan ziyade söyleşiler üzerinden anlama ve tarihe kayıt düşme gibi bir kaygım vardı. Bir diğer konu da röportaj yapmak istediğiniz kişilere ulaşabilme sıkıntısı. Herkese ulaşamayabiliyorsunuz ya da bu konuda konuşmak istemeyen kişiler olabiliyor. Ben listemdeki pek çok kişiye ve hatta daha fazlasına ulaştım.

 



Bir röportaj kitabı hazırlamanın, röportaj yapmanın zorlukları nelerdir? 


Bir önceki soruda değindiğimiz üzere kişileri belirleme, onlara ulaşabilme ve röportaj vermeye ikna edebilme meselesi önemli. Her kişide bunu başarmak mümkün olmayabiliyor. Ya bu kişi şehir dışında oturuyor ya da konuşmak istemeyebiliyor. Sonra bu kitap açısından en önemlisi, içeriğin gündelik yaşama yani bir dereceye kadar özel hayata ilişkin olması. Bu da çetrefilli bir mevzu. Hele de yaşamın bugünkünden çok daha farklı kurulduğu ve yaşandığı kişiler için... Bugün insanlar sosyal medya ile özel yaşamlarını ne kadar ortaya koyuyorsa o dönemde de tam tersi. Günün getirdiği yaşama biçimi böyle. Bir de siyasetin üzerini örttüğü perde var. Bunu kırmak kolay olmuyor. Tabii ben de onlar için hiç tanımadıkları birisiydim. Röportaj yapan kişinin bunu kırması gerekiyor.

68 kuşağı kadınlarının konuşmalarında en çok vurgu yaptıkları tema ne idi?

Bu röportajı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığımız için ben de sorunuzu bu eksende cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye’deki ‘68 hareketi Batı’dan farklıdır. Batı’daki büyük yapılara olan eleştiri, özgürlük ve feminizm gibi düşünce ve dalgalar burada etkisini pek göstermiyor diyebiliriz. Bu açıdan feminizm Türkiye’deki ‘68 hareketinde yok. Bu hareket de belki iki evreye ayrılabilir diye düşünüyorum. Siyasi şiddetin egemen olmasından önceki öğrenci hareketleri ile şiddetin ağır bastığı ikinci evre. Özellikle ilk devredeki öğrenci eylemlerine katılım ve iş bölümünde nispeten bir eşitlikten bahsedilirken siyasi şiddetin artması ile toplumsal cinsiyet meselesi en geleneksel haliyle ortaya çıkıyor. Kitaptaki kadınların genelde altını çizdiği konu özellikle ikinci evrede kadının rolünün, geleneksel ailede olduğu gibi, arka plandaki işleri organize etmeye indirgenmedi oldu. Ferai Tınç’ın deyimiyle “kadının görevi hizmet” anlayışı sol harekette de hakim oluyor. Özel hayata baktığımızda elbette aşk var. Ancak Hülya Karadeniz’in belirttiği gibi, ilk elinizi tutan kişiyle hayatınızı birleştiriyorsunuz. Farklı fraksiyondan ya da okuldan biri ile ilişkiye bile itirazlar yükseliyor ki neyse ki en azından benim röportaj yaptığım kişiler bu sesleri dikkate almıyor. Toplumsal cinsiyet meselesi ‘68 hareketinde de egemen kalıplarda var oluyor. Bu arada özel hayata ilişkin meseleler kadınlar arasında bile pek konuşulan bir konu değil. Dediğim gibi, o dönemde özel hayat hala “özel”. Diğer taraftan tabii ki bir kültürel muhafazakarlık var. ‘68’ın kadınları genelde kentli, üst orta sınıf kadınlar. Kitapta yer aldığı gibi taşradan ve işçi sınıfından gelen kadınlar da var. Hangi sınıftan olursa olsun, bu kadınlara biçilen senaryo belli. Üniversiteyi bitirdikten sonra meslek sahibi olup hem çalışma hem de aile hayatlarına “uygun” bir şekilde devam edecekler. ‘68 kuşağı kadınları bu senaryoyu bozdu. Büşra Ersanlı sol hareket kadını sokağa çıkarmıştır diyor. Bence de bu eylemler sayesinde kadınlar sokağa çıktı ve bir daha da içeri girmedi!

68'in Kadınları, Doğan Kitap


Türkiye'de 68'li kadınlar olarak betimlenen kadınlara daha yakından bakarsak kültür, eğitim ve politika açısından kendi aralarında nasıl bir farklılık gösteriyorlardı? Bu kapsamda onları bir araya getiren şey sence neydi?

Altmışlı yılların sonu Türkiye’de farklı bölge ve sınıftan insanların üniversite eğitimine katılabildiği bir zamana denk geliyor. Merkezi sınav sisteminin başlaması da bu döneme denk geliyor. Bu açıdan baktığımızda, daha çok kentli, üst orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen öğrencilerin yanı sıra artık çevre de merkezin yanında yer alıyor. İlk dönemde, üniversite yıllarında bir farklılık görülebiliyor. Dil bilen kolej mezunları ve Anadolu’dan gelen öğrenciler bir arada… Yine de öğrencilerin örneğin sendikalarda çalışmaya başlaması, fikir kulüplerinde bir araya gelmesi insanları yaklaştırıyor diye düşünüyorum. Şunu ekleyebiliriz belki, ileriki dönemlerde siyasi şiddetin artması, fabrika ve gecekondu ortamlarındaki deneyimler ve taşradan gelen öğrencilerin çoğalmasıyla birlikte kadınlar için “bacı” dönemine geçiliyor. Ancak kentli erkek öğrenciler de bu popülist söyleme meyletmeye müsait gibi görünüyor.‘68’li kadınların bir başka ortak noktası da ailelerin genelde bilgiye ve eğitime önem verip çocuklarının okumasını teşvik eden Cumhuriyet kuşağı aileler olması. Bir diğer nokta da babaların çoğunlukla kızını destekleyen ve güvenen bir baba portresi çizmesi.
                                                  
Sen 68 kadınları ile konuşurken, bugünün aktivist kadınları ile bir bağ kurabildin mi? Yoksa bugünün aktivizmi tamamen farklı dinamikler üzerinden mi işliyor? Karşılaştırabilir misin?
     
’68 kuşağının kadınlarına çok şey borçluyuz. Önce üniversitedeki eylemlere katıldıkları, sonra sol hareket içinde yer aldıkları, hareketin getirdiği pek çok zorluğu üstlenerek bir model oldukları ve 1980’lerdeki feminist harekette önemli bir rol oynadıkları için. Tepeden inme olarak eleştirilen Cumhuriyet döneminin modernleşmeci hukuki ve siyasi yeniliklerinin üzerine onların ’68 hareketinde ve sonraki sol hareketteki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Onlar yaşamın ta kendisi üzerinden ve kendi hayatları ile bu katkıyı sağladılar. Bazen sadece sokakta olmak bile yeterlidir. Gezi direnişinden bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişinde feministlerin aktif olduklarını biliyoruz. Ancak Gezi’de bir çadır gözüme ilişti: Emzirme çadırı! Bugünkü ortamda artık kadın olma hali, kadınlık herhangi bir siyasi ya da toplumsal olayın dışında değil. Hepsi bir arada yaşanıyor. Bugünün kadın aktivistleri kadın olmanın bilincinde ve bunu her yere taşıyıp mevcut toplumsal kalıpları sarsıyor.

Kitabında bu kuşaktan gelen 16 farklı kadına yer veriyorsun. Gündelik hayatlarında farklı biçimlerde karşılaştıkları ve mücadele içine girip kazanım elde ettikleri ataerkil yapı ile bugün içinde olduğumuz ataerkil yapı arasında nasıl bir fark sence?  Yoksa günümüzde kadınlar daha zorlu bir mücadele içinde mi?

Bugün, aslında altmışlarda da var olan ama şimdilerde siyasi konjonktürle pekişmiş olan bir muhafazakarlık ikliminden söz edebiliriz. Aslında ben buna kültürel muhafazakarlık demeyi tercih ediyorum. Sadece yaşayış tarzı meselesiyle birbirinden ayrılan iki toplumsal tabaka var diye düşünülebilir. Ya da şöyle söylesek, başörtüsünü çıkarırsak ataerkil yapı konusunda Türkiye’de kutuplaşmış olan kesimler birbirinden ne derece farklı? Ataerkil yapının sorgulanması, gündelik yaşam, evlilik ve cinsellik gibi konularda farklardan çok benzerliklerden konuşmak daha mümkün gibi geliyor bana. Bunda Zeitgeist yani zamanın ruhu da etkili. 1980’lerden beri dünyada içe dönüş yaşanıyor. Neoliberal politikalar bireyi, kültürü ve cemaati destekliyor. İçinize dönün ve örgütlenmeyin! Oysa altmışlı yıllar insanların mobilize olduğu, göç ettiği, sokaktan bir şeyler öğrendiği, dışa dönük yaşadığı yıllardır diyebiliriz. Türkiye’de 1950’lilerden sonra başlayan hızlı göç sonrası hele ‘68’de kent olgusunun güçlendiği, kentin kalabalıklaşmaya başladığı ve ortak tecrübelerin oluştuğu bir dönemdi diyebiliriz. Bu dönemde ‘68 hareketine katılan kadınlar siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmede erkeklerle eşit rol üstlenerek mevcut düzene ve normlara meydan okuyor diye düşünüyorum. Ancak özellikle siyasal şiddetin artmasıyla mevcut kadın-erkek ilişkileri yeniden gün yüzüne çıkıyor ve erkekler önde, kadınlar onların arkasında yer alıyor. Aslında Behice Boran gibi bir liderden sonra bu harekette çok kıymetli kadınlar olmasına rağmen Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil gibi bir kadın figüre rastlayamıyor olmamız şaşırtıcı geliyor.


Türkiye’de bağımsız bir ikinci dalga feminist hareket çok da ortaya çıkmıyor. Yani kadın hareketi kendisini daha çok sol hareketin içerisinde tanımlıyor. O dönemin kadınları için önce devrim sonra kadın hakları gibi bir durum söz konusu. Diğer taraftan Türkiye’deki 68 kuşağı da bir anlamda ataerkil. Aslında sanki bir ikilemin içindeler. Sen bu ikilemi nasıl yorumluyorsun?

O dönemin en önemli ikilemi belki yine bu topraklarda çok etkili olan ve “her şey vatan, devlet ve toplum” için anlayışının zaman zaman değişen önceliğiyle ama genelde bu minvalde akmasıyla ilgili. Biraz önce değindiğim üzere, Türkiye’deki ’68 belki başta üniversite yönetimini eleştirirken esas etkin olan yapıları devam ettirme yoluna girdi ve hatta yetmişlerde kendi katı yapılarını kurdu. Feminizme geçersek; her şey toplum için, toplumu değiştirmek ve kurtarmak içinse sizin haklarınızın ne gibi bir önceliği olabilir? Bir de sol hareket farklı ortamlara giriyor ve fabrikalarda, köylerde, gecekondularda aktif oluyor. Eteğin altına pantolon giymekten başka bir formül var mı? Ataerkil yapı farklı suretleriyle her yere nüfuz etmiş durumda. Bir ikinci mesele de, altmışlarda bir çeviri ve yayın zenginliği var. Ancak feminizmle ilgili gelişmelerin daha çok kolej mezunu, dil bilenler tarafından takip edildiği gibi bir izlenime kapıldım. Genelde ise feminizm Türkiye ‘68’inin gündeminde, hele de öncelikli gündeminde hiç değil. Sonuç olarak, ikinci dalga feminizmi Türkiye’deki şartların kendi özgünlüğü nedeniyle yeşeremedi ve 1980’leri beklemek durumunda kaldı. Belki Kürt hareketine kısaca değinmek gerekebilir. Kürt hareketi bugün bariz biçimde görünen haliyle kadın ve erkeğin temsili konusunda bir farklılık sergiliyor. Bunda benimsenen siyasi söylem ve önceki kuşaklar kadar hareketin kendi yapısı ve gelişiminin de etkisi olabilir. 

68 kuşağının kadınları, 1980'den sonra yeni dalga feminist hareketten nasıl etkileniyorlar? 3. dalga feminist harekette yer alıyorlar mı? Daha da ileriye götürüp sorarsak, 2000’li yıllarda bu kadınların savundukları şey nedir? Bu konuda ortak bir noktaları var mı? Örneğin, Oya Baydar “Yetmez ama Evet”çi olduğunu söylemişti en son. Bu kadınların AKP’ye bakış açısı hakkında söylemek istediklerin var mı?

 ‘68’li kadınlar bugün elbette ekseriyetle feministler ve konuştuğumuz üzere aralarında seksenlerdeki dalgaya aktif olarak katkıda bulunan isimler var. Ancak Oya Baydar örneği şöyle bir genel siyasi duruşa işaret ediyor: Bu kuşağın bugün aldığı duruş onların geçmiş on yıllar boyunca edindiği tecrübelerle yakından ilişkili. Bir kere ezilmiş ve mağdurun yanında olma, haksızlığa karşı gelme ’68 hareketinin düsturlarından. Sonra hareketin yetmişlerdeki genişlemesi ve kapalı örgüt yapısı ile birlikte devlet şiddetive iki darbe yaşaması da önemli. Bir de sürgün hayatı var… Üstelik tüm bunlar bir bireyin yirmi yıllık hayat çizgisine oturuyor. Bu nedenle hem dünyada hem de Türkiye’de özgürlükleri en kuvvetli ve en aşırı şekilde savunan kesimler bu kuşaktan çıkabiliyor. Ancak bazı durumlarda bunun siyaseten doğruluğu tartışılır. Kadın ve erkeğin aynı ve eşit olmadığı anlayışını benimsemiş ve tüm programını buna göre kurgulamış bir partiden özgürlükler konusunda bir adım beklemek bence fazla iyimser olur. İyimserlik özneldir ve eninde sonunda kişinin tecrübelerinin bir sonucudur. Son olarak şunu ekleyebilirim, ’68 kuşağının üyeleri farklı kutuplardaki grupların kanaat önderleri oldular. Biz görüşlerini benimseyelim ya da benimsemeyelim… Sadece bu kitapta yer alan kişilere bakmak ve bugün neler yaptığını düşünmek bile yeter.

Bu kitapta ya da geçen yıl Toplumsal Tarih’te yaptığın gibi yeni bir röportaj serisi projesi düşünüyor musun? Ajandanda neler var?

Toplumsal Tarih için yaptığım beş röportajlık Tarihçinin Odası serisinin bir kitaba dönüşmesini arzu ediyorum. Röportajın çok sevdiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Yeni projeler elbette gelecektir...

08 Şubat, 2014

Virginia Woolf bu kitabı yazdığında 20. yüzyılındaydı dünya. Neden erkek şairlerin ve yazarların, özellikle de başarılı olanların sayısı kadınlarınkinden daha fazla diye abim bana sorduğunda ise yıl 2004’tü. Bu soruya çok içerlemiştim. Kaldı ki kendisi beni okumakta en çok destekleyen, farklı konularda değişik yazarları okumaya iten ve her zaman kitap kurtluğunda örnek alageldiğim bir kardeş olmuştur. Gel gör ki kızkardeşi hiçbir zaman onun kadar okumadığı gibi bir de feminist çıkmış ve tutturmuştur "ben Sevgi Soysal okuyacağım, Virgina Woolf okuyacağım" diye. Jane Austen ile başlayan gizli saklı romantizm, Sevgi Soysal'ın başını alıp gitmesi ve Virginia Woolf'un dik başlılığıyla devam etmiştir. Sene 2014 abim Sevgi Soysal okuyor ve Jane Austen’ı da seviyor. 




Virginia Woolf ile tanışmam beni dumura uğratmadı desem yalan olur. Virginia’nın 'Kendine Ait Bir Oda'sını okuduğumda aklımdan şunlar geçti: Odam var, param da var, niye yazmıyorum? Her halükarda yazmalıydım, ne olursa olsun. Ama yazmak gittikçe zorlaştı, iyi yazmak ise bir hayal oldu ben kalıpların içine sıkışıp, akademik hayatta da sürekli olarak İngilizce yazmak zorunda kalınca. Ve bir gün yine benim hayatımı şekillendiren şiirlerin hep erkek şairler tarafından yazıldığını fark ettim, bu kadar romantik, melankolik ve duygusal idiysem onların aşk anlayışı yüzündendi. Tabii ki burda erkek ve kadın yazarlar olarak ayırmak pek doğru değil, çünkü dünya edebiyatı ırk, millet, cinsiyet ve yaş tanımaz. Ama VW’un yazdığı zamanlarda böyle bir ayrım apaçık vardı, hem de 1929’du sene. Nazizm ve faşizme beş kala...


Woolf içten, derinden, feylesof havasıyla, tam pesimizme düşecekken aklın sesini duyar gibi konuşur. Aklın sesi insanı bir yandan kötümserliğe yöneltse de Woolf’ta bir yazarın tutkusu vardır. Onun sesinde kadınları birliğe çağıran, onları yüreklendiren, çoğu zaman suçu kendimizde aramanın yanlış olduğunu, yüzyıllarca varolmuş olan eşitsizliğin etkilerine bakmamız gerektiğini “eşitsizlik” kelimesini kullanmaksızın, onlarca örnek vererek anlatır.

Neden kendine ait bir oda ve neden kendine ait bir para?

Erkekler kadınların yazar olamayışını hep farklı nedenlere bağlamak istemişlerdir. Burda tabii ki erkekler değil, toplum demek daha doğru olacaktır. Kadının nesne olmadığı bir dünya düşleriz bu kitabı okurken, kadının da erkekler gibi gezdiği, değişik insanlarla tanıştığı, tecrübelerini korkmadan yazdığı bir dünya. Ama o zamanlar kadınlar akvaryumdayken, erkekler okyanustaydı. Akademi, mesela Oxbridge erkek egemendi ve kadınların bir köşede sıralarını beklemeleri gerekmekteydi. Kadınların yazarlıkta geri kalışı birçok sebebe bağlanmaktaydı, onlardan her şekilde bahsediliyordu kitaplarda (aşağıdaki dizgelerde göreceğiniz üzere) ama yazar olarak, kendi hayatlarının öznesi olarak pek az yer alıyorlardı edebiyatta:

 “Ortaçağdaki durumları
Fiji Adası’ndaki alışkanlıkları
Tanrıça olarak tapınılmaları
Tinsel yönden daha zayıf olmaları,
İdealizmleri,
Daha görevbilir olmaları,
Güney Denizi Adaları’nda ergenlik çağı,
Çekicilikleri
Kurban olarak sunulmaları,
Beyinlerinin küçük oluşu,
Daha derin bir bilinçalınta sahip olmaları,
Bedenlerinde daha az kıl olması,
Zihinsel, tinsel ve bedensel yönden daha aşağı
Düzeyde olmaları,
Çocukları sevmeleri,
Ömürlerinin daha uzun oluşu,
Zayıf kasları,
Güçlü şefkat duyguları,
Boş şeyler peşinde koşmaları,
Yüksek eğitim görmeleri,
Shakespeare’in onlar üzerine düşündükleri,
Lord Birkenhead’in onlarla ilgili görüşleri,
Dean Inge’in görüşleri,
Dr. Johnson’ın görüşleri,
Mr Oscar Browning’in görüşleri...
(s.33)


Kadınlar daha kendi seslerini duyuramazken yazıyordu VW bunları. Daha da önemlisi kadınların yazamayışları fiziksel ve zihinsel özelliklerine bağlanıyor, onların sosyo-ekonomik şartları hiç hesaba katılmıyordu. Kadınlar kendilerini erkeklerin onları tanıdığı kadar ve tanıdığı şekilde tanıyorlardı. Bu kitabı ne kadar da okusam doyamıyorum Woolf’un sözlerine. 


Belki de ülkemizde hala var olan bu sorun, beni bu kitabı daha da çok düşünmeye, bir kere daha okumaya itiyor. Aileleri tarafından destek görmeyen yazar olmak isteyen kadınlar geliyor aklıma, ailesi herhangi bir şekilde ekonomik olarak destek olmadığı için okuyamayanlar... Kardeşlerine bakmak zorunda kalan büyük ablalar. Genç yaşta evlendirilenler. Yazar olacakken dört duvar arasına kapanmak zorunda kalanlar, bir kağıt kalemi olsa da dertlerini yazamayacak kadar eğitim göremeyenler. 

O zamanın toplumunda kadının (kendisinin de) sosyoekonomik durumunu en güzel şekilde ifade eden VW şöyle der: “Çantamda on şilinglik kağıt para daha vardı; paranın farkına vardım, çünkü para çantamın kendiliğinden on şilinglikler doğurma gücü hala nefesimi kesen bir gerçek olmayı sürdürüyor. Çantamı açtım, işte oradalar. Toplum, yalnızca adını paylaştığım bir halanın bıraktığı belirli sayıdaki kağıt parçaları karşılığında bana, yatacak yer ve yatak, kahve ve tavuk veriyor.” (s. 42)

Aynı zamanda o zamanki değerlere göre kadının nerede ve ne kadar yazabileceği belirlenmişti. Jane Austen’ın dünyayı gezme şansı olsaydı farklı bir şeyler üretecekti elbette ama o toplumsal hayata karışabileceği kadar karışmış ve buna göre de bir kadının gözlemlerini en ince ayrıntısına kadar anlatabilmişti. Çünkü kadının toplumdaki yeri ile erkeğin toplumdaki yeri fazlasıyla ayrışmaktaydı. Kınanan ve dört duvar arasına sıkışan kadınları da inceleyen VW erkek ve kadın edebiyatçıların hayat tecrübeleri arasındaki tezatı gözler önüne seriyor:

“Aralarından birinin George Eliot’ın büyük sıkıntılardan sonra kaçıp kurtulduğu doğru, ama onun da sığınabildiği tek yer St. Johns Ormanı’nda gözden ırak bir villa olmuştu. Ve dünyaca dışlanmasının gölgesi altında gidip oraya yerleşti. ‘Açıkça davet edilmeyi talep etmediği sürece hiç kimseyi eve davet etmeyeceğimin anlaşılmasını isterim,’ diye yazıyordu; madem evli bir adamla günah içinde yaşıyordu, varlığı bir Mrs. Smith’in ya da eve rastgele gelen herhangi birinin saflığını bozmaz mıydı? Kişi toplumsal geleneğe boyun eğip “dünya denen şeyden uzak” kalmalıydı. Aynı yıllarda, Avrupa’nın öbür yakasında bir Çingene kızıyla ya da soylu bir hanımefendiyle istediği gibi yaşayan; savaşlara giden; kitaplarını yazmaya koyulduğunda muhteşem bir biçimde işine yarayacak çeşitli yaşam deneyimini hiçbir engelleme ve sınırlama ile karşılaşmadan elde eden genç bir adam yaşıyordu. Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle ‘dünya denen şeyden’ uzak olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı, bundan alınacak törel ders ne denli iyi bir örnek oluştursa da, Savaş ve Barış’ı zor yazardı, diye düşündüm.” (s.79)

Seni seviyorum Virginia Woolf. Ve merak ediyorum bazen neden o taşlar ceplerinde daldın o derin sulara... 



Bu kitap sosyolojik ve tarihsel anlamda her zaman önemini koruyacaktır, buna hiç şüphem yok. İletişim Yayınları'nca yayınlanan kitabın çevirisi Suğra Öncü’ye ait. Herkese şiddetle tavsiye ederim, özellikle de yazarlığı meslek olarak düşünen korkusuz kadınlara!

Bu kitabı ilk Türkçe okudum, sonra İtalyanca dinledim her gece yatmadan. Virginia Woolf her gece beni rüyalara yatırdı, güzel günlere uyandırdı.  Şöyle dediği için de ayrıca yüreklendirdi: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” 

Ufak bir not: Eğer izlemek isterseniz 2002 senesinde gösterime giren "Hours" güzel bir VW deneyimi olabilir.