08 Şubat, 2014

Virginia Woolf bu kitabı yazdığında 20. yüzyılındaydı dünya. Neden erkek şairlerin ve yazarların, özellikle de başarılı olanların sayısı kadınlarınkinden daha fazla diye abim bana sorduğunda ise yıl 2004’tü. Bu soruya çok içerlemiştim. Kaldı ki kendisi beni okumakta en çok destekleyen, farklı konularda değişik yazarları okumaya iten ve her zaman kitap kurtluğunda örnek alageldiğim bir kardeş olmuştur. Gel gör ki kızkardeşi hiçbir zaman onun kadar okumadığı gibi bir de feminist çıkmış ve tutturmuştur "ben Sevgi Soysal okuyacağım, Virgina Woolf okuyacağım" diye. Jane Austen ile başlayan gizli saklı romantizm, Sevgi Soysal'ın başını alıp gitmesi ve Virginia Woolf'un dik başlılığıyla devam etmiştir. Sene 2014 abim Sevgi Soysal okuyor ve Jane Austen’ı da seviyor. 




Virginia Woolf ile tanışmam beni dumura uğratmadı desem yalan olur. Virginia’nın 'Kendine Ait Bir Oda'sını okuduğumda aklımdan şunlar geçti: Odam var, param da var, niye yazmıyorum? Her halükarda yazmalıydım, ne olursa olsun. Ama yazmak gittikçe zorlaştı, iyi yazmak ise bir hayal oldu ben kalıpların içine sıkışıp, akademik hayatta da sürekli olarak İngilizce yazmak zorunda kalınca. Ve bir gün yine benim hayatımı şekillendiren şiirlerin hep erkek şairler tarafından yazıldığını fark ettim, bu kadar romantik, melankolik ve duygusal idiysem onların aşk anlayışı yüzündendi. Tabii ki burda erkek ve kadın yazarlar olarak ayırmak pek doğru değil, çünkü dünya edebiyatı ırk, millet, cinsiyet ve yaş tanımaz. Ama VW’un yazdığı zamanlarda böyle bir ayrım apaçık vardı, hem de 1929’du sene. Nazizm ve faşizme beş kala...


Woolf içten, derinden, feylesof havasıyla, tam pesimizme düşecekken aklın sesini duyar gibi konuşur. Aklın sesi insanı bir yandan kötümserliğe yöneltse de Woolf’ta bir yazarın tutkusu vardır. Onun sesinde kadınları birliğe çağıran, onları yüreklendiren, çoğu zaman suçu kendimizde aramanın yanlış olduğunu, yüzyıllarca varolmuş olan eşitsizliğin etkilerine bakmamız gerektiğini “eşitsizlik” kelimesini kullanmaksızın, onlarca örnek vererek anlatır.

Neden kendine ait bir oda ve neden kendine ait bir para?

Erkekler kadınların yazar olamayışını hep farklı nedenlere bağlamak istemişlerdir. Burda tabii ki erkekler değil, toplum demek daha doğru olacaktır. Kadının nesne olmadığı bir dünya düşleriz bu kitabı okurken, kadının da erkekler gibi gezdiği, değişik insanlarla tanıştığı, tecrübelerini korkmadan yazdığı bir dünya. Ama o zamanlar kadınlar akvaryumdayken, erkekler okyanustaydı. Akademi, mesela Oxbridge erkek egemendi ve kadınların bir köşede sıralarını beklemeleri gerekmekteydi. Kadınların yazarlıkta geri kalışı birçok sebebe bağlanmaktaydı, onlardan her şekilde bahsediliyordu kitaplarda (aşağıdaki dizgelerde göreceğiniz üzere) ama yazar olarak, kendi hayatlarının öznesi olarak pek az yer alıyorlardı edebiyatta:

 “Ortaçağdaki durumları
Fiji Adası’ndaki alışkanlıkları
Tanrıça olarak tapınılmaları
Tinsel yönden daha zayıf olmaları,
İdealizmleri,
Daha görevbilir olmaları,
Güney Denizi Adaları’nda ergenlik çağı,
Çekicilikleri
Kurban olarak sunulmaları,
Beyinlerinin küçük oluşu,
Daha derin bir bilinçalınta sahip olmaları,
Bedenlerinde daha az kıl olması,
Zihinsel, tinsel ve bedensel yönden daha aşağı
Düzeyde olmaları,
Çocukları sevmeleri,
Ömürlerinin daha uzun oluşu,
Zayıf kasları,
Güçlü şefkat duyguları,
Boş şeyler peşinde koşmaları,
Yüksek eğitim görmeleri,
Shakespeare’in onlar üzerine düşündükleri,
Lord Birkenhead’in onlarla ilgili görüşleri,
Dean Inge’in görüşleri,
Dr. Johnson’ın görüşleri,
Mr Oscar Browning’in görüşleri...
(s.33)


Kadınlar daha kendi seslerini duyuramazken yazıyordu VW bunları. Daha da önemlisi kadınların yazamayışları fiziksel ve zihinsel özelliklerine bağlanıyor, onların sosyo-ekonomik şartları hiç hesaba katılmıyordu. Kadınlar kendilerini erkeklerin onları tanıdığı kadar ve tanıdığı şekilde tanıyorlardı. Bu kitabı ne kadar da okusam doyamıyorum Woolf’un sözlerine. 


Belki de ülkemizde hala var olan bu sorun, beni bu kitabı daha da çok düşünmeye, bir kere daha okumaya itiyor. Aileleri tarafından destek görmeyen yazar olmak isteyen kadınlar geliyor aklıma, ailesi herhangi bir şekilde ekonomik olarak destek olmadığı için okuyamayanlar... Kardeşlerine bakmak zorunda kalan büyük ablalar. Genç yaşta evlendirilenler. Yazar olacakken dört duvar arasına kapanmak zorunda kalanlar, bir kağıt kalemi olsa da dertlerini yazamayacak kadar eğitim göremeyenler. 

O zamanın toplumunda kadının (kendisinin de) sosyoekonomik durumunu en güzel şekilde ifade eden VW şöyle der: “Çantamda on şilinglik kağıt para daha vardı; paranın farkına vardım, çünkü para çantamın kendiliğinden on şilinglikler doğurma gücü hala nefesimi kesen bir gerçek olmayı sürdürüyor. Çantamı açtım, işte oradalar. Toplum, yalnızca adını paylaştığım bir halanın bıraktığı belirli sayıdaki kağıt parçaları karşılığında bana, yatacak yer ve yatak, kahve ve tavuk veriyor.” (s. 42)

Aynı zamanda o zamanki değerlere göre kadının nerede ve ne kadar yazabileceği belirlenmişti. Jane Austen’ın dünyayı gezme şansı olsaydı farklı bir şeyler üretecekti elbette ama o toplumsal hayata karışabileceği kadar karışmış ve buna göre de bir kadının gözlemlerini en ince ayrıntısına kadar anlatabilmişti. Çünkü kadının toplumdaki yeri ile erkeğin toplumdaki yeri fazlasıyla ayrışmaktaydı. Kınanan ve dört duvar arasına sıkışan kadınları da inceleyen VW erkek ve kadın edebiyatçıların hayat tecrübeleri arasındaki tezatı gözler önüne seriyor:

“Aralarından birinin George Eliot’ın büyük sıkıntılardan sonra kaçıp kurtulduğu doğru, ama onun da sığınabildiği tek yer St. Johns Ormanı’nda gözden ırak bir villa olmuştu. Ve dünyaca dışlanmasının gölgesi altında gidip oraya yerleşti. ‘Açıkça davet edilmeyi talep etmediği sürece hiç kimseyi eve davet etmeyeceğimin anlaşılmasını isterim,’ diye yazıyordu; madem evli bir adamla günah içinde yaşıyordu, varlığı bir Mrs. Smith’in ya da eve rastgele gelen herhangi birinin saflığını bozmaz mıydı? Kişi toplumsal geleneğe boyun eğip “dünya denen şeyden uzak” kalmalıydı. Aynı yıllarda, Avrupa’nın öbür yakasında bir Çingene kızıyla ya da soylu bir hanımefendiyle istediği gibi yaşayan; savaşlara giden; kitaplarını yazmaya koyulduğunda muhteşem bir biçimde işine yarayacak çeşitli yaşam deneyimini hiçbir engelleme ve sınırlama ile karşılaşmadan elde eden genç bir adam yaşıyordu. Eğer Tolstoy evli bir hanımefendiyle ‘dünya denen şeyden’ uzak olarak bir kır evinde yaşamış olsaydı, bundan alınacak törel ders ne denli iyi bir örnek oluştursa da, Savaş ve Barış’ı zor yazardı, diye düşündüm.” (s.79)

Seni seviyorum Virginia Woolf. Ve merak ediyorum bazen neden o taşlar ceplerinde daldın o derin sulara... 



Bu kitap sosyolojik ve tarihsel anlamda her zaman önemini koruyacaktır, buna hiç şüphem yok. İletişim Yayınları'nca yayınlanan kitabın çevirisi Suğra Öncü’ye ait. Herkese şiddetle tavsiye ederim, özellikle de yazarlığı meslek olarak düşünen korkusuz kadınlara!

Bu kitabı ilk Türkçe okudum, sonra İtalyanca dinledim her gece yatmadan. Virginia Woolf her gece beni rüyalara yatırdı, güzel günlere uyandırdı.  Şöyle dediği için de ayrıca yüreklendirdi: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” 

Ufak bir not: Eğer izlemek isterseniz 2002 senesinde gösterime giren "Hours" güzel bir VW deneyimi olabilir. 






0 yorum :

Yorum Gönder