İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz, 2014

Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda genç bir lise öğrencisiydi Ernest Hemingway. Yazarlık deneyimine bu yıllarda bir okul dergisinde yazdığı ilk makaleleriyle adımını atmıştı. 1917 senesinde liseden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından üniversiteye gitmeyi tercih etmeyip, Kansas City Star adlı bir gazetede muhabir olarak hayatını devam ettirmeye karar vermişti. Bu, onun uzun yıllar boyunca geçimini sağlamak için yaptığı gazetecilik deneyiminin de bir başlangıcı oluyordu.

            1917 onun için bir başka açıdan da önemli bir dönüm noktasıydı aslında. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından beri tarafsızlığını koruyan ABD bu sene savaşa katılıyordu. Bu kararın hemen ardından Hemingway de savaşın içinde yer almak istemişti. Orduya başvurdu. Fakat gözleri zayıf olduğu için kabul edilmedi. Bunun üzerine Hemingway Kızılhaç’a başvurup, gazeteciliği bırakarak Kızılhaç gönüllüsü olmuştur bu dönemden sonra.

            Hemingway savaş sırasında vurulur, yaralanır, en yakınında onunla beraber çalışan birçok insanın ölümüne tanıklık eder. Savaş yılları zordur fakat sonradan yazdığı birçok ölümsüz eserlerinde bu dönemde yaşadığı benzersiz deneyimleri konu alacaktır.

            1920 senesinde ABD’ye döner ve bu onun için yeni bir dönemin başlangıcı olur. Bir sene sonra ilk evliliğini yapar ve eşiyle birlikte Chicago’ya taşınır. Orada gazetecilik mesleğine, Daily Star gazetesinde savaş muhabirliği yaparak geri döner.  

Çok değil, en son 1924 senesine kadar bu gazetede yazacaktır Hemingway. Bu süre içerisinde 200’den fazla makalesi yayımlanır. Fakat gazeteciliği pek sevmediği söylenir. Zaten esas amacının yazarlık yaparak geçimini sağlamak olduğu da aşikardır. Gazeteden istifa ettikten sonra bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçer ve bunda da epey başarılı olur. Hemingway, özellikle 1920’lerin ikinci yarısından itibaren dünyanın en tanınan yazarları arasına girecektir.  

Türkiye’de ilk olarak 1970 senesinde yayımlanmış Daily Star gazetesinde bu dönemde yazdığı her biri kısa ve etkileyici hikâyelerinin/ makalelerinin tamamını içeren bir kitabı, İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar. Bunların dışında ayrıca bu kitabında,  İspanya iç savaşı ve II. Dünya Savaşı’nda Hemingway’in savaş muhabirliğine ait izlenimleri de yer alıyor. Bahsedilen bu dönemler içerisinde Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da ve daha birçok yerde bulunuyor ve birçok tarihi ana da tanıklık ediyor Hemingway.

Hemingway'in savaş muhabiri olarak çalışırken ilk gittiği yerlerden biri 1922 senesinde işgal altındaki İstanbul’dur. Bu kitabında işgal İstanbul’unu bir makalesinde anlattığını görürüz. 30 Eylül 1922 tarihinde Beyoğlu’nda bir otel odasında bulunan Hemingway, o dönemin tahminlerine göre yaklaşık bir buçuk milyon insanın yaşadığı İstanbul’dan derinlemesine bahseder bu makalesinde.  

Bu kısacık yazıda bugüne göre çok ilginç gelecek olan bir Beyoğlu manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Mesela Hemingway'in anlattıklarına göre çok tozlu, yağmur yağınca her yerin çamur olduğu dar kaldırımlı bir caddeymiş o zamanlar Beyoğlu. Fakat yine kalabalık. Cadde boyunca trafik ise çok yoğun.

Peki 1920’lerde Beyoğlu’ndaki insanlar ne yiyor, ne içiyor, nasıl yaşıyor ve eğleniyor? Hemingway hepsini en ince ayrıntısına kadar bizimle paylaşıyor bu kitabında.

Üstelik sadece Beyoğlu’nda da bulunmuyor Hemingway. İstanbul’un ardından Mudanya’ya geçiyor, bu şekilde İsmet Paşa ve işgal kuvvetleri arasında geçen ateşkes görüşmelerini aktarıyor. Bu yazıya ek olarak Mustafa Kemal’i konu aldığı kısa bir yazısının da bulunduğunu belirtmek gerekir. Sonra Edirne’ye gidiyor ve Doğu Trakya’dan giden göçten bahsediyor. 1922 senesinde İsviçre’nin Lozan kentine de Lozan Barış Konferansı’nı izlemek için gidiyor daha sonra. Burada İsmet Paşa ile görüşüyor ve hem konferansla hem de kendisiyle ilgili çarpıcı yorumlarda bulunuyor.

            Hemingway’in hem I. ve II. Dünya Savaşları’nı hem de iki savaş arası dönemi çok iyi bildiğine şüphe yok. Gazete için yazdığı metinlerden anlıyoruz ki toplumsal hayata ve o dönemin siyasetine çok vakıf. Sanki birçok konuda döneme ve bulunduğu şehre dair merak edilebilecek bütün soruların cevabını veriyor gibi yazıyor Hemingway. Üstelik anlatım dili de çok yalın ve etkileyici. İşgal İstanbulu ve İki Savaş Arasından Mektuplar, tarihin bu dönemine Hemingway’le beraber tanıklık etmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir kitap.

Son olarak, kitap hakkında yazılmış bir başka yazının linkini aşağıda paylaşıyorum ilgilenenler için.      



http://voices.yahoo.com/on-quai-smyrna-hemingway-istanbul-690154.html



26 Nisan, 2014



13 Kasım 1918 günü başlamıştı işgal. Henüz ne kağıda dökülmüş ne de bu tarihten birkaç gün önce, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda dile getirilmişti oysaki İstanbul’un başına gelecek olanlar. Aksine bir de bu antlaşma sırasında İtilaf Devletleri’nin İstanbul’da askeri gücünün olmayacağına dair bir söz verdiğini biliyoruz.

Aslına bakılırsa o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş Avrupa merkezli bu küresel savaşın “galipleri” olarak İtilaf Devletleri’nin İstanbul işgali için kendilerine göre “haklı gerekçeleri” zaten hazırdı.

O gün Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelen işgal güçleri, 55 gemiden oluşan deniz filosunu Haydarpaşa önünde demirlemişti. Ardından fiiliyatta eski İstanbul’un Fransız,  Pera, Galata ve Şişli’nin İngiliz ve Üsküdar’ın da İtalyan askerlerinin kontrolü altında bulunduğu bambaşka bir İstanbul dönemi başlamıştı. Bundan yaklaşık iki yıl sonra, 16 Mart 1920’de Müttefik Yüksek Konseyi tarafından alınan bir kararla bu fiiliyat bir “resmiyet” kazanacak, böylelikle işgal güçlerinin yetkileri arttırılacak ve İstanbul’un işgalinde yeni bir döneme girilecekti. (İstanbul’daki işgal, 6 Ekim 1923’de işgal askerlerinin tamamen İstanbul’u terk etmesiyle sona ermiştir.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kendine göre toplumsal anlamda yozlaşmış, alafrangalığa özenen monden (sosyete) hayatların hüküm sürdüğü, bir tarafta işgalcilerin, bir tarafta da işbirlikçilerin bulunduğu bir zümrenin hayatına adeta okuyucuyu dahil ederek anlattığı işte bu işgal İstanbul’unu, Tevrat’ta adı geçen, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore kentlerine benzetiyor. Bu vesileyle, Türk edebiyatında benzer dönemde yazılan edebi eserlerde – ve hatta Karaosmanoğlu’nun diğer eserlerinde de- görüldüğü üzere, Yakup Kadri bir kere daha “milli kültür” ve Batı etkisine dair duyulan endişeleri sıklıkla dile getirmiş oluyor. 

Aslında 1928 senesinde yayımlanan bu romanı okurken, bu romanın, İstanbul’un işgal dönemini ve çılgın yirmiler olarak da geçen -kentli, modern bir kültürün baskın olduğu- caz çağını yaşayan bir yazarın kaleminden çıktığının farkında olmak gerekir. Ve yine bu kitabı okurken, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal belirsizliğine dair endişeler taşıyan, Mütareke döneminde ve sonrasında siyasette aktif bir şekilde yer almış, Yusuf Akçura ve Halide Edip Adıvar’ın da içinde bulunduğu, I. Dünya Savaşı’nın Anadolu’da yarattığı yıkımları incelemek ve raporlamak için kurulan Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirilmiş bir yazarın bakış açısının bu kitabın anlatısına ne kadar hakim olduğunu göz ardı edemeyiz.

Belki burada Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nun çalışmaları sırasında Halide Edip’le aralarında geçen bir konuşmayı da hatırlamak gerekir yeniden. Halide Edip’in, Ateşten Gömlek isimli romanının önsözünde kitabın isim babasına, Yakup Kadri’ye ithafen yazmış olduğu yazıdan öğrendiğimiz kadarıyla, Anadolu’nun o dönemde içinde bulunduğu durumu işaret ederek -ve bu kitabında da yine bir atıfta bulunduğu- bir “Ateşten Gömlek” tanımlamasını yapıyor Yakup Kadri. Bu tanımlamada idealize edilen bir Anadolu imgesi ve burada henüz söylenmemiş olsa da onun tam karşısında konumlandırdığı yozlaşmayı simgeleyen İstanbul yer alır. Aynen bu romanında gördüğümüz gibi, Yakup Kadri’nin anlatılarında bir “nereye gitsek bir ateşten gömleğe dönen derimizle beraber götürürüz” diyerek ruh halini tasvir ettiği Anadolu insanı vardır bir de zevk ve sefahat düşkünlüğünün hüküm sürdüğü, Anadolu’dan bihaber bir İstanbul hayatı.

Bütün bunların ötesinde, bu kitabı, İstanbul’un monden hayatına karşı önyargılarla dolu, Yakup Kadri’nin, ahlaki değerler açısından bu hayatı sorguladığı ve doğu-batı sorununu kadınsılık-erkeksilik ikiliği üzerinden inşa ettiği anlatım tarzından bağımsız bir şekilde düşünürsek aslında işgal İstanbul’unun çok merak edilen bir dönemine tanıklık ederken bulabiliriz kendimizi.

            İstanbul sosyetesinden Leyla İngilizlere karşı büyük bir düşmanlık besleyen, eğitimini Fransa ve Almanya’da tamamlamış dayısının oğlu Necdet’le nişanlıdır. Fakat aynı zamanda dönemin sosyetesinin bilinen simalarından, her kadının hayran olduğu bir İngiliz asker, Captain Gerald Jackson Read de Leyla’nın ilgisini cezbetmektedir ve kısa sürede bu ikili arasında yakın bir ilişki başlar. Leyla, İstanbul’un sosyete alemlerinde bu İngiliz askerle birlikte boy gösterir. Bu süreçte Necdet ise Leyla’yı kıskanmakta ve yeniden kendisiyle beraber olmasını istemektedir. Fakat Leyla bu gösterişli ve eğlenceli hayattan kolay kolay kopamaz. Böylelikle Leyla’nın hikayesi aracılığıyla biz de işgal İstanbul’unun sosyete alemine uzun ve sürükleyici bir yolculuğa çıkarız.

Sodom ve Gomore’de Yakup Kadri, aynı dönemde Anadolu’dan tamamen ayrı gördüğü bir şehri, işgal İstanbul’unu, işgal İstanbul’unun sosyete hayatını ve bu hayatın içindeki ilişkileri uzun uzadıya anlatır bize. Bu kitap bir yandan işgal güçlerinin ve devrimden sonra gelen Rus sığınmacıların şehrin sosyete hayatını nasıl büyük ölçüde şekillendirdiği gösterir. Bir yandan da İstanbul sosyetesinin baş döndürücü bir hızla bu yeni eğlence kültürüne ayak uydurduğundan bahseder ve özellikle işgal askerlerinin bu hayatın vazgeçilmez kahramanları olduğunu söyler.

Eğer siz de Cumhuriyet’in ilanından hemen önce yaşanan bu canlı sosyete hayatını yakından tanımak, bir yanda Rus kadınlara manikür yaptıran erkeklerin bulunduğu, monden flörtlerin yapıldığı, şuh kahkahaların işitildiği, asri kadın modasının, saç şekillerinin sergilendiği sosyete ortamlarını yaşamak, bir yandan da işgal İstanbul’unda bir gece yarısı kendinizi Beyoğlu’ndaki Maksim Bar’da, Rus bir kadın garson tarafından hizmet edilirken bulmak ya da bir partiye katılıp cazband eşliğinde çılgınca dans edip, başka bir partinin açılışında “hip hip hurrah” demek istiyorsanız, Sodom ve Gomore mutlaka okumanız gereken bir roman


16 Mart, 2014

Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.


Sinemayı severim ama sinefil bir insan olduğum söylenemez. "Şu filmleri izlemem lazım" "bu yönetmen şöyledir" gibi genel yorumlar yapacak bir dağarcığım yoktur itiraf etmek gerekirse. Benim için önemli olan, gerçek hayatta yeterince kasvet ve sıkıntı olduğundan diğer sanat dallarının olduğu gibi sinemanın da keyif beklentimi karşılıyor olmasıdır. Bu durumu bozan nadir insanlardan biri Ferzan Özpetek'tir. Bütün filmlerini seyrederim, filmlerinin soundtrackini dinlerim ve yaptığı işleri takip ederim.
Kayıplarla ve üzüntülerle dolu bu haftada bir nebze olsun keyfimizin düzelmesi için yönetmenin gündemle de bağlantılı olan ilk kitabı hakkında yazmak istedim. Yönetmenin ilk kitabını alırken en büyük beklentim, filmlerinden aldığım keyfi kitabında da yakalamaktı. Daha detaylı yoruma geçmeden söyleyebilirim ki; filmlerin yazıya dökülmüş versiyonuydu bence ve evet çok keyif aldım.
Bilenler bilir; Ferzan Özpetek aşkı, sevgiyi ve insani duyguları anlatır, konulara güzel müzikler ve İtalya'nın ya da bazı filmlerinde olduğu gibi İstanbul'un güzel mekanları eşlik eder. Bu kitapta da İstanbul fonunda tesadüflerle kesişmiş iki hikaye söz konusu. İki akış da Ferzan Özpetek'in hayatından izler taşıyor.


Hikayelere konu olan ilk karakter erkek ve Ferzan Özpetek'in otobiyografisi aslında. Türkiye'de burjuva bir ailede doğup büyümüş ve İtalya'da sinema eğitimi almış. Aşkın yönetmeni kitapta da aşktan bahsediyor: "Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur." Kitapta annesine yaptığı ziyaret Gezi olaylarının etkisi ile de uzamış ve biraz da geçmişiyle iç hesaplaşmasına dönüşmüş. Gezi'nin konusu geçmişken kitapta bu konuyla yapılmış güzel bir ifadeyi de paylaşmak isterim: "Bize ne ad veriyorlar biliyor musun? Çapulcu. Oysa yıkmak, yok etmek isteyen biz değiliz ki; biz korumaktan yanayız."
Diğer kadın karakter ise İtalyan. Eşi ve bir diğer çift ile hem turizm hem de ticaret için Türkiye'ye yaptıkları ziyaret, trajik bir kazayla boyut değiştiriyor. Bu kaza sonrasında eşinin kendisini aldattığını öğrenen ve kalıpların arasına sıkışmış olan kadın, bütün fazlalıklarından kurtulup gene Gezi olaylarının fonunda kendi iç yolculuğuna başlıyor.
Kitap genel olarak çok akıcı olsa da edebi olarak daha tatmin edici olabilirdi, eser biraz senaryonun taslak versiyonu gibi kalmış. Karakterler daha iyi kurgulanabilir ve aralarındaki ilişkiler daha detaylı anlatılabilirdi ancak kitabın çıkışının yönetmenin son filmi "Kemerlerinizi Bağlayın"ın vizyona gireceği tarihe denk getirilmesi için biraz aceleye getirilmiş gibi gözüküyor. Böyle düşünmemde en önemli etken, kitapta işlenen bir konunun İtalya versiyonunun sadece kişiler ve isimler değişmiş olarak filmde de kullanılması oldu. Ergenlik çağında eşcinselliğini keşfeden iki çocuğun, birisinin babası tarafından basılmaları ve evdeki diğer insanlara aşağılayıcı bir üslupla teşhir edilmeleri. Burada da yönetmen sonradan babasının kendisi hakkında topladıklarını -hakkında çıkan haberler vs-görüyor ve babasıyla olan hesaplaşmasına gönderme yapıyor: "Duygulandım. Olabilecekken olamayan için. Sahip olamadığım kahraman için." Belki biraz daha üzerine çalışılsaydı bu zamana kadar Kapalıçarşı için duyduğum en güzel benzetmelerden biri olan "çiçek dürbünü" gibi örneklere daha fazla rastlayabilirdik. Kitaptan bahsederken Ferzan Özpetek'ten devamlı olarak yönetmen diye bahsetmem de bir izlenim yaratmıştır sanırım.
Daha fiziksel konuları eleştirmek gerekirse yayınevi baskı ve kağıt kalitesi konusunda daha seçici davranabilirdi. Ayrıca kitabın "Kahve Dünyası" şubelerinde satılması nasıl bir strateji anlayamadım.
Ancak özetle diyebilirim ki kitabı okurken yüzüme bir tebessüm geldi oturdu. Bunun için bile okumaya değer. Bir de Ferzan Özpetek filmlerini hiç izlememiş ancak kitabı okuyacak olanlar için naçizane tavsiyem olacak. Bu kitabın atmosferini daha iyi anlamak ve ortamı gözünüzde canlandırmak için yönetmenin birkaç filmini seyredin.
Kişisel not: Yönetmenin bu zamana kadar en sevdiğim filmi "Karşı Pencere" iken yeni vizyona giren filmi "Kemerlerinizi Bağlayın" onu geçmiş durumda. Filmin tanıtım videosunu da paylaşmak isterim. Yorumu okurken fonda size eşlik etsin.


07 Ekim, 2013


İstanbul'un kurtuluşu için şehirle ilgili bir yazı yazmak istedim. Gezi olaylarıyla Türkiye'de herkesin gündemine giren kentsel dönüşüm, yaşadığı şehre karşı duyarlı olan insanların öncesinden de farkında olduğu ve tartıştığı bir konuydu. Tarlabaşı, Sulukule ıslahı gibi tepeden inme ve yaşayan insanların hayatını gözetmeyen, inşaat odaklı projeler; tarihi eserlere rağmen yapılan Marmaray ya da Four Seasons Sultanahmet çalışmaları gibi konular kısıtlı bir çevrede de olsa ses getirmişti. Çağımızdaki projelerden haberdardık ama İstanbul gibi organik, yaşayan bir şehrin geçmişinde neler olmuştu? Konuya ilgi duyanların kulağına çalınan Adnan Menderes'in yol yapımı için kilisenin bir kısmını kesmesi ve yola katması, Karaköy camisinin sökülerek Adalar'a götürülürken kaybedilmesi gibi hikayelerin aslı astarı neydi? Saymakla bitirilemeyecek bir çok konu hakkında detay öğrenmek istiyordum. Bu nedenle Murat Gül'ün kitabını görünce ben de kendi adıma çok sevinmiştim. Sonunda İstanbul'a dair derli toplu ve siyasi konjonktörü de içine alan bir eser okuyabilecektim. Kitap, aslında mimarlık ve şehir tarihçisi Murat Gül'ün ingilizce olarak yazdığı akademik eserinin Türkçeleştirilmiş hali. Bu akademik özelliği sebebiyle de araştırma bulguları ve konuya dair eserler kapsamlı bir şekilde belirtilmiş. Meraklılar ve daha da derine inmek isteyenler, kendilerine bir okuma listesi oluşturabilirler.

Kitabın akışı tarihsel olarak ilerliyor ve ana olarak altı bölüme ayrılıyor. Geç Osmanlı dönemi oluşturan ilk iki bölüm: Klasik Osmanlı'dan başlayan Gerileme dönemiden Kırım savaşına kadar uzanan dönem ve Kırım savaşından Birinci Dünya Savaşı arası. Erken Cumhuriyet dönemine ait iki bölüm: Ankara'nın gölgesinde kalan 1923-1933 dönemi ve İstanbul'un Kemalist yapılanmasının anlatıldığı 1933-1950. Son kısımsa Demokrat Parti dönemi: ilk dönem 1950-1955 ve Adnan Menderes'in yoğun bir yapılanma başlattığı 1956-1960. Osmanlı dönemi genel olarak sultanların, hanedan üyelerinin ve yüksek rütbeli tebaanın yaptırdığı cami ve külliye yapılanması olarak ilerlemiş. Diğer önemli yapılanma ise çarşılar olarak gelişmiş. Yerleşim yerleriyle ilgili ciddi bir düzenleme yapılmamış. Planlama eksikliği nedeniyle dar ve çıkmazı bol sokaklar, sıkça yaşanan yangınlarda yıkılmış ve buna rağmen tekrar aynı çarpıklıkla yapılmış. Şehir iade makamı eksik olduğundan farklı konulara farklı memurlar bakıyormuş.

İstanbul mimarisiyle ilgili ciddi anlamda ilk değişiklikler Osmanlı'nın Avrupa'ya karşı ağır yenilgiler almaya başladığı 18. Yüzyıl başlarında yaşanmaya başlamış. Avrupalı devletler ile ekonomik ilişkilerin artması imarda da modern gereklilikleri beraberinde getirmiş. Bu dönemde hazırlanan çalışmalardan ilk ciddi öneri Moltke'nin imzasının olduğu düşünülen 1839 İmar Yönetmeliği. Bu yönetmelik 1856'da uygulanmaya başlar ve 1866'da yollar genişletilmeye başlanır. 1853-1856 arasında yaşanan Kırım Savaşı'nın İstanbul üzerinde ciddi etkileri olmuş. Kentte yaşayanlar ilk defa İngiliz ve Fransız birlikleri ile irtibat fırsatı yaratmıştı. Bu durum ticaret, ulaşım vs gibi alanlarda gelişmeyle sur içi ile Galata-Pera arasındaki farkın belirginleşmesine sebep olmuştu. Vapur, tramvay ve tünel hatları ile ulaşım gelişmişti. II. Abdülhamit döneminde imparatorlukta yaşanan toprak kayıpları ile göç ve İstanbul'un nüfusu artmış. Ayrıca siyasi istikrar için siyasal İslam'ın desteklenmesi de şehrin mimarisinin İslam canlandırmacılığı etkisiyle gelişmesine yol açmış. Sirkeci Tren Garı ve şu anda İstanbul (Erkek) Lisesi olan Duyun-u Umumiye bu akımın en önemli örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı'nın yıkılması ve milli mücadele hareketinin başarısı İstanbul'un kaderini de değiştirdi. Cumhuriyet yeni bir devlet kurmanın devrimci gerekliliği nedeniyle geçmişe ait İstanbul yerine geleceği şekillendirece üzerine odaklanır.

1933'e kadar mimari gelişmenin odağı yeni başkent olur. 1933 sonrası dönemde İstanbul için düzenlenen imar yarışmasını Henri Prost kazanır ve yeni bir dönem başlar. Topçu Kışlası'nın yıkılarak yerine Gezi Parkı'nın yapılması da rekreasyon alanlarını önemseyen Prost'un planıydı. Devletin seküler ve modernleşmeci reformlarına uyum göstermesi itibariyle İstanbul için yeni bir başlangıç ifade ediyordu. Kamusal mimaride bu gelişmeler devam ederken yerleşim alanlarında farklı dinamikler yaşanıyordu. Her ne kadar katılınmasa da İkinci Dünya Savaşı nedeniyle devlet bütçesindeki kısıtlamalar, köy enstitülerini ve devlet politikası olan köycülüğü olumsuz etkiliyordu. Tarımın da makineleşmesi ile köylerde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyük göç hareketlerine sebep olduğundan İstanbul'da bu göçleri dikkate alan bir planlama yapılmadığından gecekondu sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu dönem iktidara gelen DP, İstanbul için yeni bir dönemin başlangıcını yapacaktı. Menderes dönemindeki hızlı ve plansız ekonomik büyüme, hızlı kentleşmeyle sonuçlanırken İstanbul yeniden ilgi odağı haline geldi. Yazarın da belirttiği gibi "Ankara Türkiye'nin bürokratik, milli, planlı ve seküler yüzünü resmederken İstanbul ülkenin kozmopolit, doğal, dini ve dünyaya dönük yüzünü oluşturuyordu". DP'nin asıl imar planı, ekonomik sorunlarla uğraşılmaya başladığında gündeme gelir. Şehri farklı alanlara bölen bulvarlar Menderes'in imar planının belkemiğini oluşturur. Her ne kadar Osmanlı sempatizanı bir politika izlense de bu yolların yapımı sırasında bazı Osmanlı eserleri yıkılır. Kennedy Caddesi'nin yapılması ile kent görünümü toptan değişir. Ana bir plan eksikliği ile İstanbul silüeti kısım kısım değiştirilmeye devam eder. İstanbul'un bugünde yaşadığı ana problem olarak hiçbir planlama olmadan kendi kendini yenilemeye devam etmesi olarak gözüküyor. Kısa dönemli kazanç ve rant hedefleriyle şekillendirilmiş şehirlerdeki trafik, rekreasyon alanları gibi sıkıntılar artarak devam ediyor. Mümkün olduğunca çok örnek vermeye çalıştım ama kitabın yanına bile yaklaşamadım. Yaşadığı şehre özen gösteren herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum.