16 Ağustos, 2014


“Belki mucizelere inanmak hasta ruhların en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır.”

Aslında bir arkadaşıma hediye olarak aldığım, kendisine ulaştıramayınca “bari ben okuyayım” deyip uyutmayacak kadar nemli ve sıcak bir İstanbul gecesinde okumaya başladığım ve başladığım gece bitirdiğim bir kitap oldu Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı adlı romanı. Bugüne kadar Mine Söğüt okumamıştım. Daha doğrusu, "okumam gereken yazarlar" başlıklı bir hayli uzun hayali* listemin içinde bulunup bir türlü okumaya fırsat bulamadığım, Cumhuriyet’teki yazılarını takip ettiğim birisiydi Mine Söğüt. İlk romanı olan Beş Sevim Apartmanı deneyimimden sonra ise diğer kitaplarını da muhakkak okumam gerektiğini düşündüğüm bir yazar oldu benim için.

YKY, Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli
Cinperi Yalanları 
Beş Sevim Apartmanı, ya da tam ismiyle Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Cihangir’in Pürtelaş Mahallesi’nin “tuhaf” bir apartmanının ve bu binanın içinde yaşadığı düşünülen beş akıl hastası ile yine hasta bir psikiyatristin cinlerle ve perilerle yoğrulmuş bir hikâyesi. Romanların özetini yaparken genellikle oldukça cüretkâr davranmama rağmen, bu yazıda içerikle ilgili internette bulabilecekleriniz dışında fazla bir bilgi vermek istemiyorum; zira bu kitabı merak ede ede okuyacaksınız ve muhtemelen sonunda da bir sürpriz ile karşılaşacaksınız. Burada, “muhtemelen” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü eğer psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili bilginiz varsa sonlara doğru sizi bekleyen sonu tahmin edebilme ihtimaliniz var. 

Roman, ana karakterimiz Doktor Samimi’nin yaşam öyküsü ve Beş Sevim Apartmanı’nın geçmişteki hüzünlü ve efsunlu denebilecek hikâyesiyle başlıyor. Küçüklüğünden beri en yakın arkadaşları cinler ve periler olan Doktor Samimi, bu yaratıklarla arası bozulunca onları yok etmek gayesiyle deneyler ve çalışmalar yapmak istiyor. Bu doğrultuda, Beş Sevim Apartmanı’nı satın alıyor ve ortak sorunu cinler ve periler olan beş akıl hastasını hastaneden çıkararak bu apartmanın farklı katlarına yerleştiriyor. Ve sonrasında kitap, bu hastaların kendilerinin kurguladığı yaşam öyküleri, gerçek yaşam öyküleri ve Doktor Samimi’nin tuttuğu günlüklerle ilerliyor. Başlangıçta cinleri ve perileri yok etmeye kararlı olan Samimi, roman ilerledikçe onlar tarafından ele geçirildiği ve onlardan kurtulma olasılığının bulunmadığı noktasına doğru gidiyor.

Örneğin serüvenin başındaki günlüklerde, “Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz," diye cinleri yok edeceğinden emin bir biçimde yazıyorken sonrasında,“Yenilgi. Artık tüm bedenim simsiyah” demeye başlıyor. Ve evde bir yangın çıkıyor…

Kitapta en sevdiğim nokta, beş hastanın cin-peri yalanlarıyla süslü hikâyeleri ile gerçekte var olan hikâyelerinin psikolojik olarak birbirine bağlanması oldu. İnsan psikolojisinin kişinin kendi öz hikâyesini - travmalarla çevrili olsun ya da olmasın - nasıl bir biçimde yeniden yazabileceği konusunun en güzel ve aynı zamanda en hastalıklı örneklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Hastalardan biri olan Yusuf’u ele alalım. Gerçek hikâyesinde Yusuf ilgisiz ve zengin ebeveynlerinin dikkatini çekmek için kendisine defalarca zarar veriyor, son kertede akıl hastanesine yatırılacağını öğreniyor; böylece tamamen terkedileceğini düşündüğünden sinirlerine hâkim olamayıp babasının demir ökçeli ayakkabısıyla annesinin kafasına defalarca vurarak onu öldürüyor. Ancak o, kendi yaşam öyküsünü çok farklı anlatıyor. Yusuf’a göre Yusuf, yoksul bir ailede dayak yiyerek büyüyen bir çocuktur, babasıyla ilgili hatırladığı tek şey de kendisine tekme attığı demir ökçeli ayakkabılarıdır. Babası bir gün ölünce, annesi kendisini parasızlıktan- ve tabii istemediğinden- yetimhaneye terk ediyor. Ve Yusuf yetimhaneden kaçarak annesini öldürüyor. Ancak, Yusuf bunu kendi rızasıyla yapmadığını, bunu ona cinler ve perilerin yaptırdığını söylüyor. Kısaca, kitaptaki her kişi kendi tarihini yeniden yazıyor ve bunu yaparken de çeşitli imgeler farklı anlamlar ile her iki hikâyede de kendini gösteriyor. Aynı Yusuf’un anlatısındaki demir ökçeli ayakkabı gibi…

Kitabın bana göre zekice kurgulanmış bu hikâyelerinde iki ortak nokta da göze çarpıyor ki bu iki noktanın - yazar gözünüze sokmasa da - kitabın ana fikri olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yalnızlık/eksiklik… Doktorumuz Samimi de dâhil her karakterin en önemli ortak özelliği çocukluk zamanlarından kalma anne-baba eksikliği, anne-baba sevgisizliği ve ilgisizliği, anne-babaya ilişkin travmalar. Doktor Samimi’yi halası büyütmüştür, Yusuf’un anne-babası ilgisizdir, Elif oğlan yerine kız bebek olarak dünyaya geldiğinden babası tarafından kabul görmemiştir, Melike babasını hiç tanımamıştır… Bu yoksunluk durumunun çocuk beden ve zihinlerde açtığı yaralar ise bizi ikinci ortak noktaya götürüyor: cinler ve periler. Her karakter cinler ve periler ile arkadaştır ve hikâyeleri boyunca karakterlerimiz ne zaman kötü bir şey yapacak olsa, bunların cinlerin ve perilerin emri olduğunu söylemektedir. Yani aslında hikâyedeki cinler ve periler, bizim yüzleşmekten kaçındığımız “kendimiz” olmaktadır. Belki bu romanda cinler ve periler çoğu zaman cinayet gibi büyük bir kötülüğün sorumluluğunu alıyor, hasta bir ruhu temsil ediyor. Ancak roman bittiğinde şunu düşünüyorsunuz: Hepimizin yüzleşmekten korktuğu, ortada bir suç olmasa dahi hoşumuza gitmeyeni başkasının hatasıymış gibi göstermekten çekinmediği bir “kendisi” ve hatta “kendileri” yok mudur? Ve zaten öz hikâyemizi de buna göre yeniden oluşturmuyor muyuz?

İnsan hiçbir zaman anlattığı insan değildir ve roman da hiçbir zaman sadece aktardığı olaylardan ibaret değildir. İşte bu sebeple, Mine Söğüt’ün kitabını bitirdiğimde yazarın anlattığı olaydan ziyade ne anlatmaya çalıştığı ile daha çok ilgilendim ve imgeleri uzun uzun düşündüm. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki imgeler üzerine kafa yorarken kitabın bu başarılı kurgusuyla beyaz perdeye de uyarlanabileceği aklımın bir köşesinden geçti. İnternette zaten böyle bir planın da hâlihazırda var olduğunu gördüm, umarım ortaya iyi bir sonuç çıkar...

Mine Söğüt 
Yazıyı bitirmeden evvel iki önemli meseleyi daha vurgulamak gerekiyor. İlki, kitabın kapağına ilişkin... Karikatürist Bahadır Baruter, ki kendisi aynı zamanda Mine Söğüt’ün eşiymiş, gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış. İkincisi ise, yukarıda hiç değinmediğim ama kitaba ismini de veren, olay örgüsünün içine karıştırılmış rüya tabirleri. Bence onlar olmasa da kitap değerinden büyük bir şey kaybetmez, ama olmaları da değişik bir tarz yaratmış denilebilir. En beğendiğimle yazıyı sonlandırayım:

“Rüyasında kendini âşık gören kimse aklını
yitirecek demektir. Rüyada aşk, şuur dünyasının kralıdır.
İçine girdiği ruhu isterse atlıkarıncalarla gezdirir,
isterse dipsiz uçurumların kasvetine düşürür. Nasıl isterse…”


Not: Doğaüstü yaratıklar hakkında Dr. Samimi’ye katılıyorum. Siz onlara inandığınız sürece onlar var oluyorlar. O bakımdan, eğer var edeceksiniz romanı gece okumamanızı tavsiye ederim. 

*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.  


0 yorum :

Yorum Gönder