“Belki mucizelere inanmak hasta ruhların
en iyi ilacıdır; ama mucizelere kanmak kimi zaman ölümcül bir hastalıktır.”
Aslında bir arkadaşıma hediye
olarak aldığım, kendisine ulaştıramayınca “bari ben okuyayım” deyip uyutmayacak
kadar nemli ve sıcak bir İstanbul gecesinde okumaya başladığım ve başladığım
gece bitirdiğim bir kitap oldu Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı adlı romanı. Bugüne kadar Mine Söğüt
okumamıştım. Daha doğrusu, "okumam gereken yazarlar" başlıklı bir hayli uzun hayali* listemin içinde bulunup bir türlü okumaya fırsat bulamadığım, Cumhuriyet’teki yazılarını takip ettiğim
birisiydi Mine Söğüt. İlk romanı olan Beş
Sevim Apartmanı deneyimimden sonra ise diğer kitaplarını da muhakkak
okumam gerektiğini düşündüğüm bir yazar oldu benim için.
YKY, Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları |
Beş Sevim Apartmanı, ya da tam ismiyle Beş Sevim Apartmanı, Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Cihangir’in
Pürtelaş Mahallesi’nin “tuhaf” bir apartmanının ve bu binanın içinde yaşadığı
düşünülen beş akıl hastası ile yine hasta bir psikiyatristin cinlerle ve
perilerle yoğrulmuş bir hikâyesi. Romanların özetini yaparken genellikle oldukça
cüretkâr davranmama rağmen, bu yazıda içerikle ilgili internette
bulabilecekleriniz dışında fazla bir bilgi vermek istemiyorum; zira bu kitabı merak
ede ede okuyacaksınız ve muhtemelen sonunda da bir sürpriz ile
karşılaşacaksınız. Burada, “muhtemelen” kelimesini özellikle kullanıyorum çünkü
eğer psikolojik rahatsızlıklar ile ilgili bilginiz varsa sonlara doğru
sizi bekleyen sonu tahmin edebilme ihtimaliniz var.
Roman, ana karakterimiz Doktor
Samimi’nin yaşam öyküsü ve Beş Sevim Apartmanı’nın geçmişteki hüzünlü ve
efsunlu denebilecek hikâyesiyle başlıyor. Küçüklüğünden beri en yakın
arkadaşları cinler ve periler olan Doktor Samimi, bu yaratıklarla arası
bozulunca onları yok etmek gayesiyle deneyler ve çalışmalar yapmak istiyor. Bu
doğrultuda, Beş Sevim Apartmanı’nı satın alıyor ve ortak sorunu cinler ve
periler olan beş akıl hastasını hastaneden çıkararak bu apartmanın farklı
katlarına yerleştiriyor. Ve sonrasında kitap, bu hastaların kendilerinin
kurguladığı yaşam öyküleri, gerçek yaşam öyküleri ve Doktor Samimi’nin tuttuğu
günlüklerle ilerliyor. Başlangıçta cinleri ve perileri yok etmeye kararlı olan
Samimi, roman ilerledikçe onlar tarafından ele geçirildiği ve onlardan kurtulma
olasılığının bulunmadığı noktasına doğru gidiyor.
Örneğin serüvenin başındaki günlüklerde, “Olduğuna inanmadığınız bir şeyi yok edemezsiniz. Ama bir şeyin varlığını zedelemek istiyorsanız ona olan inancı yok ederek işe başlayabilirsiniz," diye cinleri yok edeceğinden emin bir biçimde yazıyorken sonrasında,“Yenilgi. Artık tüm bedenim simsiyah” demeye başlıyor. Ve evde bir yangın çıkıyor…
Kitapta en sevdiğim nokta, beş
hastanın cin-peri yalanlarıyla süslü hikâyeleri ile gerçekte var olan hikâyelerinin
psikolojik olarak birbirine bağlanması oldu. İnsan psikolojisinin kişinin kendi
öz hikâyesini - travmalarla çevrili olsun ya da olmasın - nasıl bir biçimde
yeniden yazabileceği konusunun en güzel ve aynı zamanda en hastalıklı
örneklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Hastalardan biri olan Yusuf’u ele
alalım. Gerçek hikâyesinde Yusuf ilgisiz ve zengin ebeveynlerinin dikkatini
çekmek için kendisine defalarca zarar veriyor, son kertede akıl hastanesine
yatırılacağını öğreniyor; böylece tamamen terkedileceğini düşündüğünden
sinirlerine hâkim olamayıp babasının demir ökçeli ayakkabısıyla annesinin
kafasına defalarca vurarak onu öldürüyor. Ancak o, kendi yaşam öyküsünü çok farklı
anlatıyor. Yusuf’a göre Yusuf, yoksul bir ailede dayak yiyerek büyüyen bir
çocuktur, babasıyla ilgili hatırladığı tek şey de kendisine tekme attığı demir
ökçeli ayakkabılarıdır. Babası bir gün ölünce, annesi kendisini parasızlıktan-
ve tabii istemediğinden- yetimhaneye terk ediyor. Ve Yusuf yetimhaneden
kaçarak annesini öldürüyor. Ancak, Yusuf bunu kendi rızasıyla yapmadığını, bunu
ona cinler ve perilerin yaptırdığını söylüyor. Kısaca, kitaptaki her kişi kendi
tarihini yeniden yazıyor ve bunu yaparken de çeşitli imgeler farklı anlamlar
ile her iki hikâyede de kendini gösteriyor. Aynı Yusuf’un anlatısındaki demir
ökçeli ayakkabı gibi…
Kitabın bana göre zekice
kurgulanmış bu hikâyelerinde iki ortak nokta da göze çarpıyor ki bu iki
noktanın - yazar gözünüze sokmasa da - kitabın ana fikri olduğunu düşünüyorum.
Birincisi, yalnızlık/eksiklik… Doktorumuz Samimi de dâhil her karakterin en
önemli ortak özelliği çocukluk zamanlarından kalma anne-baba eksikliği,
anne-baba sevgisizliği ve ilgisizliği, anne-babaya ilişkin travmalar. Doktor
Samimi’yi halası büyütmüştür, Yusuf’un anne-babası ilgisizdir, Elif oğlan yerine
kız bebek olarak dünyaya geldiğinden babası tarafından kabul görmemiştir,
Melike babasını hiç tanımamıştır… Bu yoksunluk durumunun çocuk beden ve
zihinlerde açtığı yaralar ise bizi ikinci ortak noktaya götürüyor: cinler ve
periler. Her karakter cinler ve periler ile arkadaştır ve hikâyeleri boyunca
karakterlerimiz ne zaman kötü bir şey yapacak olsa, bunların cinlerin ve
perilerin emri olduğunu söylemektedir. Yani aslında hikâyedeki cinler ve
periler, bizim yüzleşmekten kaçındığımız “kendimiz” olmaktadır. Belki bu
romanda cinler ve periler çoğu zaman cinayet gibi büyük bir kötülüğün sorumluluğunu
alıyor, hasta bir ruhu temsil ediyor. Ancak roman bittiğinde şunu
düşünüyorsunuz: Hepimizin yüzleşmekten korktuğu, ortada bir suç olmasa dahi hoşumuza gitmeyeni başkasının hatasıymış gibi göstermekten çekinmediği bir
“kendisi” ve hatta “kendileri” yok mudur? Ve zaten öz hikâyemizi de buna göre yeniden
oluşturmuyor muyuz?
İnsan hiçbir zaman anlattığı
insan değildir ve roman da hiçbir zaman sadece aktardığı olaylardan ibaret
değildir. İşte bu sebeple, Mine Söğüt’ün kitabını bitirdiğimde yazarın
anlattığı olaydan ziyade ne anlatmaya çalıştığı ile daha çok ilgilendim ve
imgeleri uzun uzun düşündüm. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki imgeler üzerine kafa yorarken kitabın bu başarılı kurgusuyla beyaz perdeye de uyarlanabileceği aklımın bir köşesinden geçti. İnternette zaten böyle bir planın da hâlihazırda
var olduğunu gördüm, umarım ortaya iyi bir sonuç çıkar...
Mine Söğüt |
Yazıyı bitirmeden evvel iki
önemli meseleyi daha vurgulamak gerekiyor. İlki, kitabın kapağına ilişkin... Karikatürist
Bahadır Baruter, ki kendisi aynı zamanda Mine Söğüt’ün eşiymiş, gerçekten çok
başarılı bir işe imza atmış. İkincisi ise, yukarıda hiç değinmediğim ama kitaba
ismini de veren, olay örgüsünün içine karıştırılmış rüya tabirleri. Bence onlar
olmasa da kitap değerinden büyük bir şey kaybetmez, ama olmaları da değişik bir
tarz yaratmış denilebilir. En beğendiğimle yazıyı sonlandırayım:
“Rüyasında kendini âşık gören
kimse aklını
yitirecek demektir. Rüyada aşk,
şuur dünyasının kralıdır.
İçine girdiği ruhu isterse atlıkarıncalarla
gezdirir,
isterse dipsiz uçurumların
kasvetine düşürür. Nasıl isterse…”
Not: Doğaüstü yaratıklar hakkında Dr. Samimi’ye katılıyorum. Siz onlara
inandığınız sürece onlar var oluyorlar. O bakımdan, eğer var edeceksiniz romanı gece okumamanızı tavsiye ederim.
*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.
*Bu listeyi "hayali" olarak nitelemem, okumak istediğim yazar ve kitapların - tıpkı romandaki cinler ve periler gibi - zihnimde bir ortaya çıkıp sonra kaybolması, bazen de çoğalıp azalmasından kaynaklanmaktadır.
0 yorum :
Yorum Gönder