Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ankara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs, 2014

Geçen hafta sonu 1940’ların Ankara’sındaydım, geçirdiğim zaman boyunca bana memur Şekip Bey eşlik etti. Ufak bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Bir okuyun eminim siz de gidip görmek isteyeceksiniz.

Ankara'ya varınca bir nefes Gökçe Pastanesi’ne gittim, çayımı içip Şekip Bey'i beklemeye başladım. Önceden konuştuğumuz üzere burada buluşacaktık, ardından planımız Ankara'nın sokaklarını arşınlamaktı. Lafıma devam etmeden önce beni uyardıkları gibi sizi de uyarayım. Onun her dediğine kanma dediler bana, ufak yalanlar söyleme gibi bir huyu varmış. Ne de olsa kendisi bir yazar adayı belki mizansenler yaratmak, sözcüklerle oynamak istiyordur. "Adamın üstüne gitmeyin bu kadar yahu!" dedim. Ama sonra onu tanıdıkça düşündüm yazar olmakla alakası yoktur belki sadece canı isteyip işine geldiği için yalan söylüyordur. Kim bilir… Neyse devam edeyim, gün aylak aylak geçip gidince akşam içmeye Altındağ’a gittik. Şekip Bey’in arkadaşlarına rastladık. Pek yetenekli yazar arkadaşı var Orhan Bey, onunla konuşurken laf lafı açtı siyasete geldi. Nazım Hikmet’in affı için eylemler varmış ondan bahsetti. Şu Orhan Bey, yahu Orhan Veli’ye mi benziyor ne? Malum gergin zamanlar konuştuğuna dikkat etmen lazım dediler, komünist görüşlerin varsa kara listeye girersin diye uyardılar. Kaldığım süre boyunca Ankara'da konuşulmayan bir gerginlik ve yoksunluk sezdim. Akşam kalmaya bir otele gittim. Şekip Bey’in evinde galiba bir arkadaşı kalıyormuş, yer yokmuş. Sorun değil dedim ama arkadaşı kimdir neyin nesidir anlamadım nedense hakkında pek bir şey demedi. Sonraki gün şehri tek başıma gezdim. Şekip Bey’in babası hastaymış onu ziyarete gidecekmiş. Bende dün gezdiğimiz yerleri kendim bir kez daha gezdim. Yolda giderken ileride birden Şekip Bey'i gördüm, bir kadınla beraberdi.Parka doğru devam edip bir banka oturdular.

Yukarıda kurmaca bir başlangıç yaptım. Ama sorun bir bana neden? Çünkü Levent Cantek’in kelimeleri ve Berat Pekmezci’nin çizgileri bir araya gelince kendimi adeta 1940’ların Ankara’sında, Şekip diye bir adamın peşinde savruluyor hissettim. Emanet Şehir bir grafik roman türü, ne yazık ki bu alanda çok detaylı bir bilgim yok. Ancak kitapta da belirtildiği şekilde “kitap ayracına ihtiyaç duyacağınız çizgi romanlar” olarak tanımlayabiliriz. Kitap ayracına da konuşma balonlarının altını çizmek için kaleme de ihtiyaç duyabilirsiniz. Karakterler, mekanlar, her türlü detay görsel olarak tasvir edildiği için hayal gücünüzü kullanmaktan mahrum kalacağınızı sakın düşünmeyin. Gördüğünüz ve okuduğunuz sahnelere hayalinizden hareketler ve sesler katarken bulacaksınız kendinizi. Bazı sahneleri kafanızda yeniden farklı şekillerde canlandıracaksınız.


Kitap, Şekip adında yazar olma hayali ile gazetelere tefrika yazan, dönemin edebiyat çemberinin bazen içinde, bazen dışında ve bazen sadece çeperinde olan bir karakterin Ankara’da mevcut olma ve savrulma halini anlatıyor. Nurullah Ataç’ın aksi aksi konuştuğu, horoz dövüşlerinin ardındaki duvarlardan İsmet İnönü’nün baktığı, 1940’ların Ankara’sının ahşap evlerinde geçen bir hikaye. Şekip hikayenin ana çekirdeği durumunda, Ankara'ya ve yan karakterlere Şekip üzerinden temas ediyorsunuz. Yan karakterlerin hikayeleri gerçekten ilgi çekici ve Şekip'i bir şekilde sarıp sarmalıyorlar. Levent Cantek, Ankara’nın sosyo-politik geçmişini detayları ile birlikte biriktirmiş ve bunun hamurundan tek tek karakterlerini yoğurmuş. Bu nedenle hikaye ve karakterler zemine gayet sağlam basıyor ve başarılı bir dönem profili sunuyor.





Berat Pekmezci’nin çizimlerini Pis Maymun ‘a yaptığı kapak sayesinde takip etmeye başlamıştım ki bu sayede Emanet Şehir’i keşfettim. Emanet Şehir ’de yaptığı çizimler detay dolu. Özelikle bölümler arası geçişlerde yaptığı tematik çizimler ve karakter tasarımları gerçekten çok başarılı. Favorim ise Paçacı! Gerçekten kimin neyi konuştuğunu anlayan bu adamın tipine bakınca “Fakir Şükrü haklı, Paçacı bilir” dedim. Duyguları ve tasvirleri görsel olarak aktarmak konusunda hikaye ile gayet denge içinde bir çalışma olmuş. Kısaca kelimeler ve çizgiler birbirini tamamlamış.





Son olarak hoşuma giden bir diğer nokta ise bu grafik romanı okuyunca yapım sürecinin mutfağına da girme şansı bulmak. Ne kadar çok emek gerektiren bir süreçten geçtiğini ve titizlikle gerçekleştirilmiş bir ekip çalışmasının ürünü olduğunu gördüm. Umarım böyle nice özenli işler çıkar. Kitaba ek olarak şu siteden de nerelerden esinlenildiğini, taslak çizimleri ve süreci inceleyebilirsiniz. http://emanetsehir.com/ Belki Persepolis misali Emanet Şehir'in de bir animasyonu çekilir! Ne de güzel olur!

01 Aralık, 2013

 Hayata Karşı İşlenen Suçlar Uzmanı

Bloga yazı yazarken ya da herhangi bir şey yazmaya başlayacağım zaman tek yapmam gereken ilk cümleyi bulmaktır. İlk cümleyi bulduğumda gerisi bir şekilde gelir. Çünkü "ilk" cümleye ulaşana kadar o kadar çok cümle kurmuşumdur ki gerisini getirmekte zorlanmam. Ama bu kez nereden başlayacağımı, ilk cümlenin ne olmasını gerektiğini, o kadar düşünmeme rağmen bilemiyorum. "Her Temas İz Bırakır"dan mı başlamalı, Behzat'ı mı anlatmalı yoksa önce "kim bu Emrah Serbes?" sorusuna mı cevap aramalı, karar veremiyorum. Ama sanırım Behzat Ç. ile bizi tanıştırması hatırına Emrah Serbes ile başlamak en doğrusu.

Emrah Serbes ile ilgili mini bir araştırma yaparken Ekşi Sözlüğe uğramamak olmaz diye önce oradan baktım. Kendisi ile ilgili ilk yazılar 2006 yılında girilmiş ancak çok sayıda değil. Sonraki entryler ise "Behzat Ç." başlamasından sonra ciddi bir artış göstermiş. (Yazımın yayına hazırlandığı şu saatlerde 16 sayfa, 1508 entry var)  Serbes 1981 doğumlu, yazarların doğduğu zamanla çok ilgilenmem, yazdıkları dönem daha mühimdir benim için normalde ama yaş itibariyle kurduğum bir yakınlık var kendisi ile. Aynı dönemlerde çocuk ve genç olmanın verdiği ortaklık duygusu ile okudum kitaplarını. Ortak paydalar bulmak ve anlamak o bakımdan daha kolay oldu. İlk romanı "Her Temas İz Bırakır" 2006, ikinci romanı olan ve bir devam kitabı niteliği taşıyan "Son Hafriyat" 2009 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. "Erken Kaybedenler" ise 1980'lerde çocukluk ve ergenlik dönemlerini yaşayan erkekleri anlattığı öykü kitabı olarak İletişim tarafından 2009 yılında okuyucu ile buluştu. Son kitabı olan ve benim blogumuzda daha önce yazdığım "Hikayem Paramparça" ise  2012'de çıktı. 

Şimdi gelelim bu yazının konusu olan kitaplara; "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat". Her ne kadar Emrah Serbes ve Behzat Ç.'nin bilinirliği dizi ile çok daha fazla olmuşsa da dizi eleştirisi yapmak şimdilik beni aşar bu nedenle sadece romanlar hakkında yazmaya çalışacağım. "Behzat Ç. Bir AnKara Polisiyesi: Her Temas İz Bırakır" Locard'ın "Değişim Prensibi" ile bizlere sunulmuştur. Prof. Locard'ın "Değişim Prensibi"; 'her kişinin bulunduğu yerden ayrılırken orada bir iz bırakmamasının ve oradan bir iz taşımamasının imkansızlığı'dır. Bu doğrultuda baktığımızda kriminalistiğin bu değişmez prensibi Behzat Ç.'nin hayatında 'kişiler' bazında gerçekleşir. Behzat'ın hayatına giren her insan - ölü ya da diri- onda bir iz bırakmış ve bu izler onun da başkalarının hayatına bıraktığı izleri etkilemiştir. 

Behzat Ç. agresif, başına buyruk, kendi içinde bir "adalet" anlayışına sahip, yalnız, kaba bir adamdır. Polis akademisine girmeden önce Harp Akademisinde bulunmuştur ancak komutanı ile yaşadıkları sorun nedeniyle okuldan atılmıştır. Kendisi albay olan babasının gizli yardımlarıyla polis akademisine girmiştir. Otorite ile hep sorun yaşamış, polis olduktan sonra da pek çok sorun yaşamaya devam etmiştir. "Son Hafriyat" kitabının 254. sayfasına baktığınızda Behzat'ın polis olduktan sonra kaç kez kıdem tenzili, kaç kez maaş kesintisi aldığını görebilirsiniz. Bunların sebepleri öyle "büyük" olaylar da değildir aslında, mesela birinde; zamanın Ankara Emniyet Müdürü gelip Behzat'a 'iyi misin?' diye sorar ve aldığı cevap 'saçma sapan konuşma' olur ve bu nedenle iki yıl kıdem tenzili, iki maaş kesinti alır. Anlaşılacağı gibi "ilginç" bir karakterdir.

" Behzat Ç. Cinayet Büro Amirliği'nde başkomiserdi, hayata karşı işlenen suçlar uzmanı. İdman Ocağı'nda stoperken duran toplara ondan iyi vuran yoktu, sonradan topçuluğu bırakıp vatandaşı tekmelemeye başladı; bu arada evlendi, boşandı, bir kız babası oldu." ( Her Temas İz Bırakır, sf. 197)

 Normal şartlar altında (NŞA) öyle kolay sevilebilecek bir adam da değil. Onunla en yakın ve samimi bağı kızıyla ilgili noktalarda kuruyorsunuz. Her ne kadar geleneksel bir adam olmasa da geleneksel bir "baba" portresi çiziyor. Ona hak vermeseniz de anlamaya çalışıyorsunuz. Babasıyla olan sorunlarını bu kez o kızıyla yaşıyor. Romanları okurken, ona bir yandan acıyor bir yandan da onunla birlikte üzülüyorsunuz. 

Romanlarda sadece Behzat yok tabii, cinayet büro amirliğinde görevli Harun, Akbaba, Hayalet, Eda, Cevdet, Selim de var. Hepsi nev-i şahsına münhasır karakterler. Benim favorim Hayalet, sessiz sakin kendi halinde. Harun çok dangıl dungul bir karakter ve Eda'ya aşık. Eda ise cinayetin tek kadın çalışanı ve Selim ile aralarında bir yakınlaşma var. Akbaba, alaylı bir polis diğerlerinden farklı olarak. Ona Akbaba denmesinin sebebi ise tüm cinayet mahallerine diğerlerinden önce varması ve yaralama olaylarında bile mağdurun ölüp ölmeyeceğini diğer herkesten önce bilmesi. Bir de kesinlikle atlanmaması gereken "Şule, Jale, Berna, Selma... Hangisini tercih edersin?" şeklinde kendini tanıtan Şule var. Şule romandaki "dişi" formda olan ama asla kadın denemeyecek -kendisi de kendini kadın olarak tanımlamaz zaten- cinsiyetsiz ama derin bir karakterdir. Behzat ile 'tesadüf' eseri karşılaşırlar ve Şule bu şekilde onun hayatına 'dahil'olur. Zaman içinde Behzat Şule'yi o kadar benimser ki Şule onun için "muadili olmayan insan" haline gelir. Şule romanlar açısından bakıldığında yazara her şeyi rahatça söyleme alanı yaratan bir "akılı -deli"dir. Özellikle "Son Hafriyat"ta Şule'nin Ankara'nın semtleri üzerine yaptığı tespitler çok eğlenceli ve düşündürücüdür. Ankara demişken, romanlardaki en büyük farklılık bir İstanbul romanı olmayışı noktasındadır: bir 'Ankara Polisiyesi'dir. Ankara tüm soğuğu, karanlık ve kasvetli havası ile bizi içine çeker (benim gibi soğuktan korkan ve nefret eden birini bile). Ayrıca yine "Son Hafriyat"ta Ankara'daki kentsel dönüşüm romana çok güzel yedirilmiştir.

Polisiye öyküler olduğu için konusuna çok fazla girmeyi doğru bulmuyorum kitapların. Zaten bence cinai olaylardan ziyade o olayların ele alınış şekli ve karakterler çok daha önemli. Bu noktada da Emrah Serbes çok zor bir işi başarıyor ve inandırıcılık oranı yüksek karakterler yaratıyor. Gerek "Her Temas İz Bırakır" gerekse de "Son Hafriyat"da karakterlerle bağ kurmak açısından hiç bir sıkıntı yaşamıyoruz. Kullanılan dil de hikayeyi gerçekçi kılıyor bence. Çok küfür olduğuna yönelik eleştirilere bu nedenle katılmıyorum. Olan neyse romanlarda da onu görüyoruz. İşin benim için ilginç bir tarafı da Behzat Ç. nin polis olması. Yani normal hayatta sevdiğim meslek grupları listesine giremeyecek bir iş yapan Behzat'ı seviyor olmam. Bunun nedenlerini düşündüğümde bir kaç çıkarım yaptım kendi adıma, ilki ve en önemlisi Emrah Serbes'in Behzat'ı ve diğer karakterleri polisliklerinden önce sevinçleri, korkuları, acıları, zaafları olan insanlar olarak göstermesi ve ikinci olarak da polis güzellemesi yapmaması. Eserlerde eleştireceğim tek nokta 'erkek' kitaplar olması. Kadın karakterlere ve kadın karakterlerin bakış açısına yeterince yer verilmemesi. Ancak bu konuda yapacağım eleştiri belki de 'anlatılan karakter ve konu itibariyle de olması gerekeni' eleştirmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Son söz olarak, keyifle okuyacağınız, merak ve heyecan düzeyinin devamlı sizi esere bağladığı, karakterler anlamında doyurucu romanlar. Okumanızı tavsiye ederim efendim.

(unutmadan: amacım "Her Temas İz Bırakır", "Son Hafriyat" ve "Erken Kaybedenler"i yazmaktı ancak "Erken Kaybedenler" diğer iki kitabın 'karizması' nedeniyle hakkını alamayabileceği için onu sonraki bir yazının baş kahramanı yapacağım.) 


16 Temmuz, 2013




" 'Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?' diye sormuştum bir seferinde. 'Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,' demişti."




"Hikayem Paramparça"nın yazarı Emrah Serbes'in büyük kitleler tarafından tanınması Behzat Ç. ile oldu. Yazarın ilk romanı olan "Her Temas İz Bırakır" 2006 yılında yayımlandıktan sonra, Behzat Ç. serisinin devam kitabı sayılabilecek olan Son Hafriyat 2008'de okuyucusuyla buluştu. Bu iki romanın dışında Erken Kaybedenler adlı hikaye kitabı ise 2009 yılında diğer kitapları gibi İletişim Yayınlarından çıktı.

Emrah Serbes bana göre, bazı açılardan adı kitaplarının önüne geçen biri ama aynı zamanda da yarattığı Behzat Ç. karakteri açısından baktığımızda ise karakterin kendisinin önüne geçtiği bir yazar. Onu ve yazılarını kısaca anlatmak bu nedenle çok da mümkün değil. Sadece kitaplarıyla kendisinden bahsetmek de, özellikle Gezi Direnişi sonrasında, çok mümkün değil. Gerek Behzat Ç. dizisinin dokunduğu konular, ki bunlarda senaristlerin de katkısı göz ardı edilemez, gerekse kendisinin konuk olduğu çeşitli programlarda parmak bastığı konulara bakılınca kendisinin sadece bir yazar olarak kalmayıp memleket meseleleriyle de hemhal olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Yazardan bu kadar bahsettikten sonra kitaba geçebilirim diye düşünüyorum. Kitaptaki metinlerin büyük kısmı Afilli Filintalar adlı blogda yayınlanan parçaların gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş versiyonları. Kitabın sonunda yer alan "Galip İşhanı" adlı öykü ise ilk kez yayımlanmış. Kitap kısa öyküler ve fotoğraflardan oluşuyor.

Kitabı okumaya başladığınızda nasıl yarısına geldiğinize hatta bitirdiğinizde hayret ediyorsunuz zira çok çabuk ve keyifli bir okuma oluyor. Metinler birbirinin devamı değil, istediğiniz yerden başlayabilir hatta bazen benim yaptığım gibi gözünüzü kapatıp kitaptan fal bakmayı deneyebilirsiniz. Mesela şu an deniyorum ve 34. madde çıkıyor karşıma
"İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerine hep çok önem verdim. Her kişiliği bir saplantı şekillendirir. Benimkini şekillendiren de bu oldu sanırım."

Okurken kendinizden ya da tanıdığınız pek çok insandan bir şeyler buluyorsunuz. Genellikle Ankaralı bir kitap bu yazarın diğer kitapları gibi ama bazen Beşiktaş'a da uğruyor. Tanıdık sokaklarda dolaşıyorum o zaman kendi adıma. Çoğu parça kendi kendine konuşan bir adam hissi yaratıyor. Sanki yayımlansın da okunsun diye değil de, "yazmazsam içimde kalır, bari yazayım da bir köşede dursun" diye yazılmış gibi. Genellikle sade ve kolay anlaşılır yer yerse sert ve okuyup geçmesi zor cümleler var içinde. Yazar yüksek sesle içine soramadığı soruları yazarak hepimize sormuş gibi. Bir nevi yazma günahına bizi de ortak ediyor. Belki de ben abartıyorumdur, bilemiyorum.

Kısacası efendim bu "hızlı okunur zamanla içinize yerleşir" cinsten kitabı size tavsiye ederim. Yalnız kitabın kapağını pek sevemedim ne yalan söyleyeyim (yazmasaydım içimde kalırdı). Son olarak da bazılarımız için tanıdık bir paragrafla bitiyorum;

"Kurtuluş Parkı'nda yaprak dökümü... Hava açık... Yıldızlar yere yakın... Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. 'Neden olmaz,' diye soruyorum. 'Mutsuz oluruz,' diyorsun. 'Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.' "