Hazal Papuccular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hazal Papuccular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan, 2014

Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka...



13 Nisan 1914'te doğan Orhan Veli, her Nisan'da gençleşememişti belki ama 36 yaşında bu dünyayı terkettiğinden olsa gerek, yaşlanmaya da fırsat bulamamıştı.  Fakat, bir insanın başına nadiren gelen bir şey gerçekleşmişti onun için; fiziki olarak burada olmasa da, insanların kalplerine ve zihinlerine tutunmuştu. O yüzden de hiç ölmemişti. Takvimler Nisan 2014'ü gösterdiğinde ise, tam 100 yaşına basmıştı. 

Bir şair hakkında konuşmak, hele hele bir şiir kitabı üzerine yorum yazmak hiç kolay şey değil sevgili okur! İnsan mısraların içinde kaybolmalı, her kelimenin anlamını yüreğinde hissetmeli ki, o şiirin yorumunu yazabilsin, hakkını verebilsin. Belki omuzlarıma böyle bir yük bindirmemek için, ya da belki korkaklıktan, bu yazıyı Orhan Veli'nin bir şiir kitabı üzerine yazmak istemedim. Ama koskoca Orhan Veli tam 100 yaşına basmıştı, onu Beğenmeyen Okumasın'da anmamak da olmazdı. O yüzden, şairin- çoğu kişi tarafından pek de bilinmeyen şekilde- öykülerinin bulunduğu, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2012'de basılan Hoşgör Köftecisi isimli kitabını okudum. Ancak bu sefer de salt bu kitapla sunulacak bir Orhan Veli anlatısının çok yetersiz kalacağından korktum. O yüzden, düşündüm ve bu yazının kitaptan bağımsız bir Orhan Veli anması olmasına karar verdim. Yeri geldikçe kitaptan çeşitli noktaları da sizinle paylaşacağım. 

Orhan Veli 


Kimdi Orhan Veli? İmparatorluğun "sonun başlangıcı" dediğimiz bir yılına doğan şair, önce Mızıka-i Hümayun'da klarnistlik ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda şeflik yapan Veli Kanık'ın oğluydu. Galatasaray Lisesi'ne devam etmiş, Ankara'ya taşındıktan sonra ise Ankara Erkek Lisesi'nde okumuş, çocuk denecek yaşta Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile arkadaş olmuştu. Aslında bu üç şairin dostlukları beni hep çok heyecanlandırmıştır, düşünsenize, küçükken tanıştığınız insanlarla hayatınızın sonuna dek yakın dost olarak kalıp güzel işlere imza atıyorsunuz: yeni bir edebiyat akımı başlatıyorsunuz! Tabii unutmadan, lisedeki edebiyat öğretmeninizin Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu da listenize ekleyin... (Gerçekten de dünyanın kötü zamanlarına kaldık değil mi?) 

Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Şinasi


Yazarın liseden itibaren birçok şiiri çeşitli dergilerde yayınlanmıştı. Ancak hayatının dönüm noktası, yukarıda da bahsettiğim iki dostu ile 1941 yılında çıkardıkları, içinde üç yazarın şiirlerinin bulunduğu Garip isimli kitap olmuştu. Garip, o yıldan sonra edebiyatımızda Birinci Yeni olarak da bilinecek şiir akımının ismi olacaktı. Garip akımı şiirdeki her türlü biçimciliğe karşı gelmiş, kafiyeyi reddetmiş, gündelik dili şiire sokmuş, temasını da hayatın içinden seçmiştir. Ahmet Haşim'in sembolizmi ve ağdalı diline de karşıdır, Nazım Hikmet'in toplumcu şiirlerine de. Bu o döneme göre epey radikal bir yöneliştir, zaten Orhan Veli'nin Hiçbir şeyden çekmedi, nasırından çektiği kadar deyip, bir sanat dalı olarak görülen şiire "nasır"ı sokması diğer şairlerden tepki alacaktır. Aynı şekilde, Ahmet Haşim'in Göllerde bu dem bir kamış olsam'ına alternatif Rakı şişesinde balık olsam dizesi de... Ancak eleştirilere rağmen Orhan Veli, Türk şiirinde bir dönüm noktasını temsil edecek, kendisinden sonra gelen şairleri de etkileyecektir. 

Orhan Veli'nin şiire bakışını, Hoşgör Köftecisi'nde okuyabileceğiniz kendisiyle 1947'de yapılmış bir röportajda da görmek mümkün. Orada kendisine Divan Edebiyatı ile ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap veriyor: "Eski Türk cemiyeti dilini, büyük bir dil yaparak Avrupalılara öğretebilseydi, Divan şiiri dünyanın büyük şiirlerinden biri olurdu." Ancak tercihi yine de bellidir:  "... edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesi lazım. Okur-yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk okuyup anlamalıdır. Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lazım..."

Orhan Veli hem yaşayışıyla hem de şiirleriyle içimizden biridir aslında. Şiirlerinin "sokaktaki adama" hitap edebilmesinin sırrı da budur. O yüzden Yazık oldu Süleyman Efendi'ye sözü insanların deyimi haline gelmeyi başarmıştır. Toplumun çoğunluğu gibi geçim sıkıntısından müzdarip olması ve bunu yazılarında kullanması da, yapmacık bir kavramsallıktan uzaktır ve kendisini halka bütünleştirir. 1947'de kadim dostları ile çıkarmaya başladıkları Yaprak dergisini bastırabilmek için paltosunu ve Abidin Dino'nun kendisine hediye ettiği resimlerini satmak zorunda kalması da bunun bir başka örneğidir. 

Peki, en çok kimleri sevip okurdu? Bahsettiğim röportajda bunu da söylüyor: 
"Doğrusu gençlerden en beğendiklerim Yahya Kemal'dir. Eserleri meydanda, daha gençlerden Melih Cevdet, Oktay Rifat, Sait Faik, Orhan Kemal'i de sayabiliriz. Bir de Memduh Şevket Esendal. Yalnız ona biraz içerliyorum. Hikayelerini kendi adıyla neşretmeyi galiba küçüklük sayıyor. Bu da yüksek siyasi mevkiler elde etmiş olmasından geliyor. Ama bundan yüz sene sonra, Memduh Şevket Esendal adında bir adamın yaşadığını bileceklerse, ancak hikayeleriyle bilecekler. Hiç kimsenin bu isimde meşhur bir politikacının yaşadığından haberi olmayacak." 


Hoşgör Köftecisi 


Sanırım cevapta yazarın dönemin siyasetine ilişkin bakışını da görmüş oluyoruz. Zira Memduh Şevket'in Genel Sekreterliğe kadar yükseldiği partinin yönetimi altında olan Milli Eğitim Bakanlığı'ndan, baskıcı tutum sebebiyle ayrılmış bir kişi aynı zamanda Orhan Veli. Hayatın içinden şiirler yazmaya devam ederken, bir taraftan Mehmet Ali Aybar'ın Zincirli Hürriyet'inde yazmış, sanatçının ve edebiyatçının muhalif olması gerektiğine inanan bir kişi. 

Yazının sonuna geldiğimden, Orhan Veli'nin belirli noktalarına temas ettiğim hayatının nasıl bittiğini de yazmam lazım. Ama bu can sıkıcı ayrıntıya girmeyi reddediyor ve "100. yaş günün kutlu olsun" Orhan Veli, "İyi ki doğmuşsun" diyorum. 

Not: 100. yıllar bizde hep çok önemlidir. O yüzden Orhan Veli'nin 100. doğum günü Türkiye'de çeşitli etkinlik ve panellerle kutlanıyor. Bunlardan güzel bir tanesi de YKY'nin Orhan Veli sergisi. Belki bir bakmak istersiniz: http://www.ykykultur.com.tr/etkinlik/sergi-sakin-sasirma-orhan-veli-100-yasinda 

İkinci Not: Ve sizi iki video ile baş başa bırakıyorum. Birincisi Müşfik Kenter'in sesinden Orhan Veli şiirleri. Sen de bu topraklardan iyi ki geçmişsin Müşfik Kenter! 
İkincisi ise, bir şarkı... Orhan Veli'nin çok şiiri bestelenmiş: Hümeyra'dan Anlatamıyorum, Cem Karaca'dan Bedava Yaşıyoruz, Yeni Türkü'den Hürriyete Doğru bunlardan sadece birkaçı. Ama benim tercihim çocukluğumdan bir şarkı, Levent Yüksel'den, Dedikodu! İyi haftasonları! 






22 Mart, 2014






“Yüksek binalar, aralarındaki dar sokaklar, sayısız araba, korkunç bir karmaşa… Hepsi birden ortadan kaybolacaklar ve şehir… eski… çok eski günlerine geri dönecekmiş gibi. Tepeler mezarlıklarla, ovalar meyve ağaçlarıyla dolacak, dereler yeniden akacak, ahşap evlerde yangınlar çıkacak, yangın yerlerinde çocuklar top oynayacak… devrim düşleri yeniden kurulacakmış… gibi. Zaman şehrin içinden bir ileri bir geri geçip gidecekmiş gibi.” (Mine Söğüt, Dışına Uzayan Cambazla İçine Kıvrılan Salyangozun Hüzünlü Hikayesi, s.166)


1990’ların ilk yarısında henüz ilkokula giden küçük bir çocukken ben, yazları “şehirlerarası” bir otobüse binip Silivri’nin biraz ötesindeki yazlığımıza giderdik topluca. Öyle bir dönemdi ki, otobüslerde buram buram sigara içilirdi, muavinler Mercedes O 303’lerin kapılarından sarkıp bağırarak yolun kenarından  yolcu toplamaya çalışırlardı. Her yolculukta yanımdaki kişi değişirdi, kimi zaman anne, çoğunlukla okul biter bitmez beni yanına katan teyze, bazen kuzen, kimi zaman da 1918 doğumlu dede. Hiç unutmam, bir keresinde, çok sıkıldığımdan olacak, bir süre boşluk bir araziden geçerken “neredeyiz” diye sorduğumda dedem, bana bakıp, “daha var Haramidere’deyiz” demişti. Uzunca boşluğa ve yeşilimsi sarı olan düzlüğe bakıp, “Haramidere ne ki dede” dediğimde, dedem, “burada bir dere var, haramilerin yaşadığı bir yer, yaramazlık yapan çocukları da otobüslerden alıp götürüyorlar” demişti. Dedem 2003 yılından beri yok ve çocuklara güzel haber; Haramidere’deki “harami”lerin yerinde de artık toplu konutlar ve alışveriş merkezleri var.


2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Milyonluk Manzara kitabının önsözünde Tanıl Bora, kentsel dönüşüm meselesinin “buralar hep dutluktu” nostaljisinden arındırılarak çalışılması gerektiğini söylüyor. Aslında çok da haklı: Hayattaki diğer her şey gibi kentler de dönüşüyor, genişliyor, ölüyor ya da diriliyor. Ama söz konusu İstanbul olduğunda, bir 90’lar çocuğu olarak benim bile birden fazla “dutluğumun” olması, içinde bulunduğumuz hızlı dönüşümün iyi bir göstergesi. Zaten Bora da kabul ediyor bu durumun olağandışılığını. Güncel kentsel dönüşüm kavramının, imar ve inşa döneminin, alışılagelenin dışında bir kapsamı olduğunun altını çiziyor.  Ve yine benim çocukluğuma dönersek, mesele artık İstanbul’un çeperlerinin yapılaşmasından çok daha çetrefilli. Yani tartıştığımız Haramidere değil; Tarlabaşı ve Taksim gibi kentin merkezindeki yerler… Halkların sürülüp milyon dolarlık tarihimsi ev projelerinin yapıldığı, ideolojik özellikleri dolayısıyla çeşitli mahallelerin dönüşüm adı altında dağıtılmaya çalışıldığı ve kent merkezindeki tek ve son yeşil alanın yok edilip yerine kışla görünümlü bir alışveriş merkezinin kondurulması rüyasının siyasilerin ve siyasi sarmala tutunmuş müteahhitlerin iştahını kabarttığı çok katmanlı sosyal ve siyasi bir mesele… Kentsel dönüşüm şu haliyle, yapısaldan ziyade bir toplum mühendisliği sorunu: Veli Göçer’den Ali Ağaoğlu’na giden yolun acıklı hikâyesi.

Nar Photos 


Milyonluk Manzara, içeriği dolayısıyla biraz karmaşık ama bu hikâyeyi farklı yönleriyle, Nar Photos’un çektiği başarılı fotoğraflarla ve çeşitli yazım biçimleriyle göstermeye çalışan bir kitap. Bora’nın deyimiyle eklektik bir eser, içinde akademik makaleler de, kentsel dönüşüme ait küçük öyküler de, denemeler de var… Hepsi kentsel dönüşümün ayrı bir yerinden tutmaya çalışıyor: Modernizm, mimari, neoliberalizm, sınıf farklılıkları, etnisite, tüketim, mekânsal ayrım, mutenalaştırma vb. Ancak sonuç olarak vardıkları nokta aşağı yukarı aynı şey oluyor: Kentlerimiz (sadece İstanbul da değil, güzel bir Ankara yorumu da görebilirsiniz) hızlı bir biçimde betonlaşıyor, değişim insani bir yaklaşımdan kesinlikle uzak ve kentsel dönüşüm süreci şu anki haliyle, olması gereken “depreme hazırlık” safhasıyla bağlarını tamamen koparmış durumda.

Birikim Dergisi, Sayı 270 "İnşaat Ya Resulullah"

Peki betonlaşma dışında dikkatimizi çeken noktalar neler? Sosyal bilimci gözüyle birkaç fikre temas etmek istiyorum...

  •     Kentsel dönüşüm hiçbir zaman çok katlı yüksek binaların oluşmasından ibaret değil. Bu süreç beraberinde belirli bir yaşam tarzını da empoze ediyor; kapitalist tüketim çılgınlığını pompalıyor:

“Her dönüşümün altında, bu tüketim alışkanlıklarındaki kavileştirme ve şişirme ile beraber, dönüştürülenlerin ciddi bir banka kredi sistemine sokulması kaydedilebilir. Çift bir borçlanma süreci söz konusudur: Hem daire sahibi olmak için hem de modern bir tüketici olmak için. Bu bağlamda kentsel dönüşüm bir nevi sosyal mühendisliğe benziyor. Toplu konuta geçmeye paralel olarak yeni bir hayat tarzına bir geçiş meydana gelir, zoraki bir şekilde.” (Jean-François Perouse, Kentsel Dönüşümün Yaygınlaştırılması ya da Suskun Çoğunluğun Zaferi, s.53.)

Gerçekten de, şehir merkezinden görece uzakta site içinde yaşayan insanların en büyük sosyalleşme araçlarının yakınlarındaki alışveriş merkezi ve orada bulunan Starbucks Coffee olmasını hüzünlü bir tesadüf olarak tanımlayamayız.

  •        İktidarın yıkım kararı aldığı bölgelerin, bilinçli seçimleri yansıttığı ve siyaseten sorun olarak gördüğü yerleşim yerlerini “halletme” derdinde olduğu:
"Yıkım haritalarında göze batan yer seçimleri, sınıfsal ve politik tercihleri ortaya koyuyor: Ne alt-orta tabakaların ne de sağ diye bilinen yelpazenin birer cm üzerine kayıyor yıkımın yer seçimleri.” (İhsan Bilgin, Kentsel Dönüşümün Doğası; Akış mı Zorlama mı?, s.22)

Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Sulukule için ortaya çıkan dönüşüm projeleri, bu gözle bakıldığında daha da büyük bir resme işaret ediyor.

Nar Photos


  •        Sadece sınıfsal ayrımlar değil, mekânsal ayrımlar da keskinleşiyor... 
Örneğin, Pınar Öğünç yazısında şu sıralar çok revaçta olan Bomonti’den bahsediyor. Anthill gibi lüks konut projelerinin yapıldığı bir bölge burası. Öğünç, gazeteci kimliğini de gizleyerek, oradan bir ev kiralamak istermiş gibi emlakçıyla görüşüyor. Yolun karşısı Paşa Mahallesi, çoğunluğu tapusuz evlerden oluşan gecekondudan bozma bir yerleşim alanı.  

“Koridorlardan kart okutarak geçerken “Peki karşı taraf…” demekle sorulmamış sorunun cevabını veriyorlar hemen… Tam bu cümle kurulmasa da, tam şunu anlamamız isteniyor: Merak etmeyin ‘karşıdan’ hiç kimse bu binaya giremez.” (Pınar Öğünç, Takdir Edersiniz ki bir Milyon Dolar Veren Kimse Bu Manzaraya Bakmak İstemez, s. 131)

Bir taraftan üst sınıfların steril güvenli yaşamlarının idamesini sağlarken, diğer taraftan karşıdan “bu” tarafa geçemeyecek insanların hiç orada olmamasına da son hızla çalışır devlet ve sermaye.

“Birkaç temel sorunun ardından ‘karşı taraf’ meselesini açınca, her şeyi toparlayan o cümleyi söylüyor bir kadın görevli: ‘Takdir edersiniz ki bir milyon dolar veren hiç kimse bu manzaraya bakmak istemez. O kısım çözülecek.’ İster mi?” (Öğünç, s.131)

Bomonti 

Hakan Bıçakçı da “Mağaza Devri”nde güzelce anlatıyor bu durumun bir başka versiyonunu. Bir semtin sakini olan öykünün başkarakteri, mutenalaştırma (gentrification) süreciyle  öykünün sonunda, o semtte daha fazla kalamadığı için başka yere yerleşmiş, o semtteki lüks restoranda garsonluk yapmış ancak iş dönüşü o semtteki lüks mağazadan istediği şeyi bile alacak bir haftalığa sahip olamamıştır. Semt ismi verilmese de aslında klasik bir Cihangir öyküsü olarak da adlandırabiliriz. Birkaç sene sonra kuvvetle muhtemel bir Tarlabaşı hikâyesi de olacaktır diye düşünüyorum.

Yeni Tarlabaşı, gelecektir, berekettir, tarihtir, umuttur... ?


Aslında hem kentsel dönüşümün özünde hem de kitabın içeriğinde, bunun gibi işaret edilecek çok fazla sosyal ve de ekolojik olgu var. Ve bahsedebildiğimden çok daha fazla yazar ve yazı var kitapta... Hepsine değinmem imkansız... Bu konunun sosyal hatlarına değinmeye çalışırken de, çevresel kısmını göz ardı ettiğim sanılmasın... Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı, 1453 gibi projelerin yarattığı çevre tahribatının bence ayrıca bir yazıyla uzun uzadıya tartışılması gerekiyor. Ama meselenin hem ekolojik hem sosyolojik olguları Haydar Ergülenli bir bitişi hakediyor:

“Unutmak mı, hayır, asla! İstanbul sana yapılanları unutma!” (Tebdil-i Mekanda İktidar Vardır: Devrim, Direniş, Taksim, s.214.)  


Kesmedi değil mi? 

Hadi o zaman… Youtube yasaklanmadan... 


08 Mart, 2014

Beğenmeyen Okumasın’ı bir blog olarak okuyucuyla ilk kez Temmuz 2012’de buluşturduk. Bloğumuzun omurgasını edebiyat oluşturmaktaydı belki ama bu edebiyat yorumlarında dahi siyasi, kültürel, sosyal ve kentsel meselelere hep kafa yorduk. Bunların en başında da- ekibin tamamının kadınlardan oluştuğunu düşününce çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde- kadın meselesi geliyor. Bugün, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Siz değerli okurlarımızın Kadınlar Günü’nü bir röportajla kutlamak istedik.

Röportaj isteğimizi kırmayan Ayşe Yazıcıoğlu, 2010 yılında Doğan Kitap’tan çıkan 68’in Kadınları isimli eserin yazarı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Uzun yıllar özel sektörde ve medyada çalıştıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih alanında yüksek lisansını tamamlamış, şu an bu sürece aynı alanda doktora yaparak devam eden bir öğrenci, bir akademisyen, bir kadın, bir anne ve fevkalade bir dost. Kendisiyle 68 kuşağını, bu kuşağın kadınlarını ve Türkiye’de feminizmi konuştuk… 

Bu proje nasıl ortaya çıktı ve tamamlanması ne kadar sürdü?

‘68’in Kadınları bir belgesel projesi hazırlarken ortaya çıktı. Belgesel için röportaj yaptığım kişilerden birisi de Ferai Tınç idi. Doğan Kitap’ın böyle bir kitap hazırladığını söyledi ve kitabı benim hazırlamam için tavsiyede bulundu. Röportaj röportajı doğurdu diyebiliriz. Belgesel için hazırladığım sorular kitabın içeriği ile paraleldi ve dönemin erkek ve kadın eylemcilerinin gündelik yaşam pratiklerine odaklanıyordu. Çerçeve aynı olunca kitabı hazırlamak da zor olmadı.

Röportaj yaptığın kadınları neye göre belirledin?

‘68 hareketi gibi hem siyasi hem tarihi hem de gündemden düşmeyen bir konuda kişi seçimi biraz çetrefilli olabiliyor. Ben sosyal bilimci perspektifiyle baktığım için her türlü fraksiyona eşit mesafede durdum. Siyasi bir duruştan ziyade söyleşiler üzerinden anlama ve tarihe kayıt düşme gibi bir kaygım vardı. Bir diğer konu da röportaj yapmak istediğiniz kişilere ulaşabilme sıkıntısı. Herkese ulaşamayabiliyorsunuz ya da bu konuda konuşmak istemeyen kişiler olabiliyor. Ben listemdeki pek çok kişiye ve hatta daha fazlasına ulaştım.

 



Bir röportaj kitabı hazırlamanın, röportaj yapmanın zorlukları nelerdir? 


Bir önceki soruda değindiğimiz üzere kişileri belirleme, onlara ulaşabilme ve röportaj vermeye ikna edebilme meselesi önemli. Her kişide bunu başarmak mümkün olmayabiliyor. Ya bu kişi şehir dışında oturuyor ya da konuşmak istemeyebiliyor. Sonra bu kitap açısından en önemlisi, içeriğin gündelik yaşama yani bir dereceye kadar özel hayata ilişkin olması. Bu da çetrefilli bir mevzu. Hele de yaşamın bugünkünden çok daha farklı kurulduğu ve yaşandığı kişiler için... Bugün insanlar sosyal medya ile özel yaşamlarını ne kadar ortaya koyuyorsa o dönemde de tam tersi. Günün getirdiği yaşama biçimi böyle. Bir de siyasetin üzerini örttüğü perde var. Bunu kırmak kolay olmuyor. Tabii ben de onlar için hiç tanımadıkları birisiydim. Röportaj yapan kişinin bunu kırması gerekiyor.

68 kuşağı kadınlarının konuşmalarında en çok vurgu yaptıkları tema ne idi?

Bu röportajı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığımız için ben de sorunuzu bu eksende cevaplamaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye’deki ‘68 hareketi Batı’dan farklıdır. Batı’daki büyük yapılara olan eleştiri, özgürlük ve feminizm gibi düşünce ve dalgalar burada etkisini pek göstermiyor diyebiliriz. Bu açıdan feminizm Türkiye’deki ‘68 hareketinde yok. Bu hareket de belki iki evreye ayrılabilir diye düşünüyorum. Siyasi şiddetin egemen olmasından önceki öğrenci hareketleri ile şiddetin ağır bastığı ikinci evre. Özellikle ilk devredeki öğrenci eylemlerine katılım ve iş bölümünde nispeten bir eşitlikten bahsedilirken siyasi şiddetin artması ile toplumsal cinsiyet meselesi en geleneksel haliyle ortaya çıkıyor. Kitaptaki kadınların genelde altını çizdiği konu özellikle ikinci evrede kadının rolünün, geleneksel ailede olduğu gibi, arka plandaki işleri organize etmeye indirgenmedi oldu. Ferai Tınç’ın deyimiyle “kadının görevi hizmet” anlayışı sol harekette de hakim oluyor. Özel hayata baktığımızda elbette aşk var. Ancak Hülya Karadeniz’in belirttiği gibi, ilk elinizi tutan kişiyle hayatınızı birleştiriyorsunuz. Farklı fraksiyondan ya da okuldan biri ile ilişkiye bile itirazlar yükseliyor ki neyse ki en azından benim röportaj yaptığım kişiler bu sesleri dikkate almıyor. Toplumsal cinsiyet meselesi ‘68 hareketinde de egemen kalıplarda var oluyor. Bu arada özel hayata ilişkin meseleler kadınlar arasında bile pek konuşulan bir konu değil. Dediğim gibi, o dönemde özel hayat hala “özel”. Diğer taraftan tabii ki bir kültürel muhafazakarlık var. ‘68’ın kadınları genelde kentli, üst orta sınıf kadınlar. Kitapta yer aldığı gibi taşradan ve işçi sınıfından gelen kadınlar da var. Hangi sınıftan olursa olsun, bu kadınlara biçilen senaryo belli. Üniversiteyi bitirdikten sonra meslek sahibi olup hem çalışma hem de aile hayatlarına “uygun” bir şekilde devam edecekler. ‘68 kuşağı kadınları bu senaryoyu bozdu. Büşra Ersanlı sol hareket kadını sokağa çıkarmıştır diyor. Bence de bu eylemler sayesinde kadınlar sokağa çıktı ve bir daha da içeri girmedi!

68'in Kadınları, Doğan Kitap


Türkiye'de 68'li kadınlar olarak betimlenen kadınlara daha yakından bakarsak kültür, eğitim ve politika açısından kendi aralarında nasıl bir farklılık gösteriyorlardı? Bu kapsamda onları bir araya getiren şey sence neydi?

Altmışlı yılların sonu Türkiye’de farklı bölge ve sınıftan insanların üniversite eğitimine katılabildiği bir zamana denk geliyor. Merkezi sınav sisteminin başlaması da bu döneme denk geliyor. Bu açıdan baktığımızda, daha çok kentli, üst orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen öğrencilerin yanı sıra artık çevre de merkezin yanında yer alıyor. İlk dönemde, üniversite yıllarında bir farklılık görülebiliyor. Dil bilen kolej mezunları ve Anadolu’dan gelen öğrenciler bir arada… Yine de öğrencilerin örneğin sendikalarda çalışmaya başlaması, fikir kulüplerinde bir araya gelmesi insanları yaklaştırıyor diye düşünüyorum. Şunu ekleyebiliriz belki, ileriki dönemlerde siyasi şiddetin artması, fabrika ve gecekondu ortamlarındaki deneyimler ve taşradan gelen öğrencilerin çoğalmasıyla birlikte kadınlar için “bacı” dönemine geçiliyor. Ancak kentli erkek öğrenciler de bu popülist söyleme meyletmeye müsait gibi görünüyor.‘68’li kadınların bir başka ortak noktası da ailelerin genelde bilgiye ve eğitime önem verip çocuklarının okumasını teşvik eden Cumhuriyet kuşağı aileler olması. Bir diğer nokta da babaların çoğunlukla kızını destekleyen ve güvenen bir baba portresi çizmesi.
                                                  
Sen 68 kadınları ile konuşurken, bugünün aktivist kadınları ile bir bağ kurabildin mi? Yoksa bugünün aktivizmi tamamen farklı dinamikler üzerinden mi işliyor? Karşılaştırabilir misin?
     
’68 kuşağının kadınlarına çok şey borçluyuz. Önce üniversitedeki eylemlere katıldıkları, sonra sol hareket içinde yer aldıkları, hareketin getirdiği pek çok zorluğu üstlenerek bir model oldukları ve 1980’lerdeki feminist harekette önemli bir rol oynadıkları için. Tepeden inme olarak eleştirilen Cumhuriyet döneminin modernleşmeci hukuki ve siyasi yeniliklerinin üzerine onların ’68 hareketinde ve sonraki sol hareketteki varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Onlar yaşamın ta kendisi üzerinden ve kendi hayatları ile bu katkıyı sağladılar. Bazen sadece sokakta olmak bile yeterlidir. Gezi direnişinden bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişinde feministlerin aktif olduklarını biliyoruz. Ancak Gezi’de bir çadır gözüme ilişti: Emzirme çadırı! Bugünkü ortamda artık kadın olma hali, kadınlık herhangi bir siyasi ya da toplumsal olayın dışında değil. Hepsi bir arada yaşanıyor. Bugünün kadın aktivistleri kadın olmanın bilincinde ve bunu her yere taşıyıp mevcut toplumsal kalıpları sarsıyor.

Kitabında bu kuşaktan gelen 16 farklı kadına yer veriyorsun. Gündelik hayatlarında farklı biçimlerde karşılaştıkları ve mücadele içine girip kazanım elde ettikleri ataerkil yapı ile bugün içinde olduğumuz ataerkil yapı arasında nasıl bir fark sence?  Yoksa günümüzde kadınlar daha zorlu bir mücadele içinde mi?

Bugün, aslında altmışlarda da var olan ama şimdilerde siyasi konjonktürle pekişmiş olan bir muhafazakarlık ikliminden söz edebiliriz. Aslında ben buna kültürel muhafazakarlık demeyi tercih ediyorum. Sadece yaşayış tarzı meselesiyle birbirinden ayrılan iki toplumsal tabaka var diye düşünülebilir. Ya da şöyle söylesek, başörtüsünü çıkarırsak ataerkil yapı konusunda Türkiye’de kutuplaşmış olan kesimler birbirinden ne derece farklı? Ataerkil yapının sorgulanması, gündelik yaşam, evlilik ve cinsellik gibi konularda farklardan çok benzerliklerden konuşmak daha mümkün gibi geliyor bana. Bunda Zeitgeist yani zamanın ruhu da etkili. 1980’lerden beri dünyada içe dönüş yaşanıyor. Neoliberal politikalar bireyi, kültürü ve cemaati destekliyor. İçinize dönün ve örgütlenmeyin! Oysa altmışlı yıllar insanların mobilize olduğu, göç ettiği, sokaktan bir şeyler öğrendiği, dışa dönük yaşadığı yıllardır diyebiliriz. Türkiye’de 1950’lilerden sonra başlayan hızlı göç sonrası hele ‘68’de kent olgusunun güçlendiği, kentin kalabalıklaşmaya başladığı ve ortak tecrübelerin oluştuğu bir dönemdi diyebiliriz. Bu dönemde ‘68 hareketine katılan kadınlar siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmede erkeklerle eşit rol üstlenerek mevcut düzene ve normlara meydan okuyor diye düşünüyorum. Ancak özellikle siyasal şiddetin artmasıyla mevcut kadın-erkek ilişkileri yeniden gün yüzüne çıkıyor ve erkekler önde, kadınlar onların arkasında yer alıyor. Aslında Behice Boran gibi bir liderden sonra bu harekette çok kıymetli kadınlar olmasına rağmen Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil gibi bir kadın figüre rastlayamıyor olmamız şaşırtıcı geliyor.


Türkiye’de bağımsız bir ikinci dalga feminist hareket çok da ortaya çıkmıyor. Yani kadın hareketi kendisini daha çok sol hareketin içerisinde tanımlıyor. O dönemin kadınları için önce devrim sonra kadın hakları gibi bir durum söz konusu. Diğer taraftan Türkiye’deki 68 kuşağı da bir anlamda ataerkil. Aslında sanki bir ikilemin içindeler. Sen bu ikilemi nasıl yorumluyorsun?

O dönemin en önemli ikilemi belki yine bu topraklarda çok etkili olan ve “her şey vatan, devlet ve toplum” için anlayışının zaman zaman değişen önceliğiyle ama genelde bu minvalde akmasıyla ilgili. Biraz önce değindiğim üzere, Türkiye’deki ’68 belki başta üniversite yönetimini eleştirirken esas etkin olan yapıları devam ettirme yoluna girdi ve hatta yetmişlerde kendi katı yapılarını kurdu. Feminizme geçersek; her şey toplum için, toplumu değiştirmek ve kurtarmak içinse sizin haklarınızın ne gibi bir önceliği olabilir? Bir de sol hareket farklı ortamlara giriyor ve fabrikalarda, köylerde, gecekondularda aktif oluyor. Eteğin altına pantolon giymekten başka bir formül var mı? Ataerkil yapı farklı suretleriyle her yere nüfuz etmiş durumda. Bir ikinci mesele de, altmışlarda bir çeviri ve yayın zenginliği var. Ancak feminizmle ilgili gelişmelerin daha çok kolej mezunu, dil bilenler tarafından takip edildiği gibi bir izlenime kapıldım. Genelde ise feminizm Türkiye ‘68’inin gündeminde, hele de öncelikli gündeminde hiç değil. Sonuç olarak, ikinci dalga feminizmi Türkiye’deki şartların kendi özgünlüğü nedeniyle yeşeremedi ve 1980’leri beklemek durumunda kaldı. Belki Kürt hareketine kısaca değinmek gerekebilir. Kürt hareketi bugün bariz biçimde görünen haliyle kadın ve erkeğin temsili konusunda bir farklılık sergiliyor. Bunda benimsenen siyasi söylem ve önceki kuşaklar kadar hareketin kendi yapısı ve gelişiminin de etkisi olabilir. 

68 kuşağının kadınları, 1980'den sonra yeni dalga feminist hareketten nasıl etkileniyorlar? 3. dalga feminist harekette yer alıyorlar mı? Daha da ileriye götürüp sorarsak, 2000’li yıllarda bu kadınların savundukları şey nedir? Bu konuda ortak bir noktaları var mı? Örneğin, Oya Baydar “Yetmez ama Evet”çi olduğunu söylemişti en son. Bu kadınların AKP’ye bakış açısı hakkında söylemek istediklerin var mı?

 ‘68’li kadınlar bugün elbette ekseriyetle feministler ve konuştuğumuz üzere aralarında seksenlerdeki dalgaya aktif olarak katkıda bulunan isimler var. Ancak Oya Baydar örneği şöyle bir genel siyasi duruşa işaret ediyor: Bu kuşağın bugün aldığı duruş onların geçmiş on yıllar boyunca edindiği tecrübelerle yakından ilişkili. Bir kere ezilmiş ve mağdurun yanında olma, haksızlığa karşı gelme ’68 hareketinin düsturlarından. Sonra hareketin yetmişlerdeki genişlemesi ve kapalı örgüt yapısı ile birlikte devlet şiddetive iki darbe yaşaması da önemli. Bir de sürgün hayatı var… Üstelik tüm bunlar bir bireyin yirmi yıllık hayat çizgisine oturuyor. Bu nedenle hem dünyada hem de Türkiye’de özgürlükleri en kuvvetli ve en aşırı şekilde savunan kesimler bu kuşaktan çıkabiliyor. Ancak bazı durumlarda bunun siyaseten doğruluğu tartışılır. Kadın ve erkeğin aynı ve eşit olmadığı anlayışını benimsemiş ve tüm programını buna göre kurgulamış bir partiden özgürlükler konusunda bir adım beklemek bence fazla iyimser olur. İyimserlik özneldir ve eninde sonunda kişinin tecrübelerinin bir sonucudur. Son olarak şunu ekleyebilirim, ’68 kuşağının üyeleri farklı kutuplardaki grupların kanaat önderleri oldular. Biz görüşlerini benimseyelim ya da benimsemeyelim… Sadece bu kitapta yer alan kişilere bakmak ve bugün neler yaptığını düşünmek bile yeter.

Bu kitapta ya da geçen yıl Toplumsal Tarih’te yaptığın gibi yeni bir röportaj serisi projesi düşünüyor musun? Ajandanda neler var?

Toplumsal Tarih için yaptığım beş röportajlık Tarihçinin Odası serisinin bir kitaba dönüşmesini arzu ediyorum. Röportajın çok sevdiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Yeni projeler elbette gelecektir...

25 Ocak, 2014



Bildiğiniz üzere Beğenmeyen Okumasın için daha önce inceleme-araştırma türündeki ilk kitap eleştirisini Gözde Benzet, Murat Gül’ün Modern İstanbul'un Doğuşu isimli eseri için yazmıştı. Bloğumuzun bu türdeki eser eleştirileri konusunda da genişlemesi gerektiğini düşündüğümüzden önümüzdeki süreçte daha çok inceleme-araştırma yazısı yazmayı planlıyoruz. Benim bu türdeki ilk yazımın Mark Mazower olması da hiç tesadüfi değil, zira kendisi akademik olarak hayranlık duyduğum birkaç isimden biridir ve bunu da bir kenara koyarsak Karanlık Kıta, eleştirilecek tarafları olmasına rağmen, 20. yüzyıl dünya tarihi kitapları seçkimde ilk üçe kesinlikle girer.  

Mark Mazower



Kitabın alt başlığı her ne kadar “Avrupa’nın 20. Yüzyılı” olsa da aslında eser bilindik tarih kitaplarından biraz farklı. Bir başka deyişle olayların salt kronolojik olarak sıralanmasından oluşmuyor. Aksine daha kitabın ilk cümlelerinden kendisini belli eden bir görüşü savunma temelinde yazılmış: Bugün medeniyet, çağdaşlık ve demokrasi gibi temelini Avrupa’ya atfettiğimiz birçok kavram aslında kıta için çok yenidir ve Avrupa’nın 20. yüzyılına baktığımızda bu kavramların bugün kıtada bulunması kaçınılmazın aksine rastlantısaldır.


“Kısacası, burada anlattığım kaçınılmaz zaferler ve ileri hamleler değil, kıl payı sonuçların ve beklenmedik dönüşlerin bir öyküsüdür.”

İşte Avrupa’nın 20. yüzyılı da bu rastlantısallığı bize örnekleriyle açıklama gücüne sahip bir periyod. Bu noktada yazarın temas ettiği önemli dönüm noktaları ve aynı zamanda gözlemleri var. Mazower, Avrupa’ya bakanların ve Avrupa’yı yazanların, faşist/otoriter yönetimlerin yükseldiği 1920’ler ve 1930’ları kıtanın büyük demokrasi tarihindeki bir parantez olarak gördüğünü, ancak bu yaklaşımın hatalı olduğunu savunuyor. Yani Faşizm aslında kısa süreli bir hastalık dönemi değildi… Avrupa’nın içinden çıkmıştı ve faşist uygulamaların bazıları da 1945’ten sonra bile kıtada mevcuttu. Hatta, Mazower, faşizmi komünizm ve liberal demokrasiyle karşılaştırıldığında en Avrupa merkezli ideoloji olarak görüyor da diyebiliriz.


“Avrupa’nın kendi değerler sistemi neydi? Liberalizm bunlardan sadece biriydi ve başkaları da vardı. Avrupa’nın yirminci yüzyılı bunların çatışmalarının öyküsüdür.”

Bu noktada, aslında, Karanlık Kıta Marksist tarih yazıcılığına da bir eleştiri sunuyor. Mesela, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nda tüm 20. yüzyılı komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele üzerinden anlatarak, faşizmi bir noktada ıskaladığını ya da onu kapitalizmin ulaştığı son nokta olarak gördüğünü söyleyerek, buna karşı çıkıyor. Kısacası, Mazower’a göre kıtada hüküm süren faşizme ya da otoriter rejimlere bir şeyin farklılaşmış hali olarak bakmak problemli bir yaklaşımı temsil ediyor.


“Değerler ve ideolojilerdeki farklılıklar ciddiye alınmalı ve basit bir şekilde sınıf çıkarlarının göstergesi olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle faşizm yalnızca kapitalizmin başka bir türü değildi.”


Kitabın bu söylemi, farklı tarih yazım gelenekleri tarafından eleştiriye açık olsa da, yine aynı dönemde okuduğum Aşırılıklar Çağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini yalnızca 1929 İktisadi Buhranı’na bağlamasını, şahsi olarak (çok önemli bir müessese olduğumdan değil, dış politika çalıştığımdan) problemli gördüğümü belirtmeliyim.


Kitabın bir başka odak noktası da, Avrupa merkezli tarih yazıcılığının, faşizmi bir parantez olarak görürken, bir de coğrafi olarak Avrupa terimiyle oynama eğiliminde olduğudur. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Avrupa Topluluğu bugün Avrupa’ya özgü çağdaş bir değerler sistemi olarak aktarılırken, kıtanın diğer yarısında kalan komünist Doğu Avrupa rejimleri hiçe sayılmaktadır. Oysaki 1960’ların ve 1970’lerin iktisadi ve siyasi istikrar döneminde, kıtanın bir de doğu tarafı bulunmaktaydı ve bu doğu tarafı da en az batısı kadar incelenmeyi hak etmekteydi. Aynı şekilde, Portekiz ve İspanya da- Avrupa dediğimiz yerde- uzun süre diktatöryel rejimlerini koruyabilmişlerdi. 


Bu tarz coğrafi oynamalar, yani Avrupa’nın bir kısmının Avrupa olarak görülüp görülmemesi, anlatının gidişatına göre değişmektedir ki, bu da yine problemlidir. Bu bakımdan Karanlık Kıta, bu bölünmeyi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Karanlık Kıta, Bilgi Ün. Yayınları
Tüm bunları aşmaya çalışırken eser ortaya aslında bizim bildiğimiz Avrupa düşüncesinden daha karanlık bir şey çıkarıyor. Peki, Avrupa’nın 20. yüzyılının karanlık noktaları nedir? Başka deyişle, hasıraltı edilmiş Avrupa ne demektir? 1930’larda yaşanan ve doğusu ile batısı ile Avrupa’yı kaplamış otoriter rejimler; 1940’ların ilk yarısında milyonları katletmiş olan İkinci Dünya Savaşı; 1940’ların ikinci yarısındaki toplumsal kriz ve sonrasındaki döneme de damgasını vuracak olan Soğuk Savaş; bir Batı Avrupa şehrinin bölgelere ayrılması; Stalinizm; 1950’ler sonrası Altın Çağ olarak gösterilen demokrasi ve ekonomide gelişme, ancak demokrasinin büyüdüğü yerde Portekiz ve İspanya gibi otoriter yönetimlerin görmezden gelinmesi; aşırı sağın ılımlı sağa dönüşmesi ama Avrupa’ya gelen göçmenlerin maruz kaldıkları kötü muamele; 1970’lerden itibaren refah devletinin çöküşü ve kriz; 1989 sonrası komünizm çökerken Doğu’da ortaya çıkan kriz; 1990’larda Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da yaşanan savaş ve Batı Avrupa’nın bu kıyıma uzunca bir müddet seyirci kalması… Bu örneklerin hepsi, 1920’lerden itibaren Avrupa’nın çok yol kat etse de, karanlık bir tarafının hep mevcut olduğunu gösteriyor. Aslında bu yönüyle kitap, kabul edilmek istenmeyen bazı olguları okuyucunun gözüne sokmakta epey başarılı…

Başarılı bulduğum bu kitabın eksiklikleri yok mu? Tabii ki var… Birincisi, kitap periyodik olarak 1. Dünya Savaşı sonrasından başlıyor. Bu bakımdan aslında bence çokça önemli olan Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi, 20. yüzyıl için sadece bu kitabı okusak, varlıklarından bihaber olabileceğimiz, birkaç paragrafla geçiştirilmiş olgular olarak göze çarpıyor. İkinci olarak, sanırım Mazower da benim gibi 20. yüzyıl tarihinin 1930 ve 1940’larını daha çok seviyor. Çünkü kendisinin 1930’lar ve 1940’lar anlatısı çok çok güçlü iken, aynısını 1950 sonrasında çok göremiyorsunuz. (Zaten, “karanlık” bulma çabasında kendisine en çok yardım edecek periyodlar da bunlar. Diğer tüm karanlıklar 1930’lar ve 1940’ların gölgesinde ve biraz hafif kalıyor.) Bana kalırsa, Komünizmin çöküşü ve Yugoslavya’daki savaşı anlattığı son bölüm, kitabın en zayıf halkası. Ancak bunların dışında, akademik tartışmalardan takip ettiğim şekliyle, kitabın olay örgüsü açısından zayıf olduğu görüşüne katılmıyorum. Çünkü başlangıçta da dediğim gibi eserin amacı olayları tek tek sıralamak değil. Bu tarz eleştiri yapanlara önerim Türkçe öğrenmeleri, zira argümansız olay yazmakta çığır açmış bir milletiz.

Türklerden bahsetmişken, bir noktanın daha altını çizmem gerek. Argümansız olay yazmak gibi bir başka çığır açtığımız nokta da, Batı’nın aslında ne kadar “karanlık” olduğunu kanıtlama çabamız. Bu yazıyı yazma amacım bir Batı eleştirisi ya da Doğu güzellemesi yapmak değildi. Sadece alışık olduğum anlatının biraz dışına çıkmış, tüm eserlerini takip etmeye çalıştığım bir akademisyenin beğendiğim bir kitabını inceleme isteğimdi. Yoksa, herkesin komşusunun dedikodusunu yapmadan önce kendi kapısının önündeki pisliği süpürmesi taraftarı olduğum akılların bir köşesinde kalsın efendim. 


Son olarak, bu kitabı alan okuyan ve seven, ya da alıp okuyacak ve seveceklere tavsiyem, yazarın Selanik, Hayaletler Şehri kitabı. Uluslararası ödüller almış bu eserin belki Karanlık Kıta’dan daha güçlü olduğunu dahi söyleyebilirim. Mazower’ın çalışmalarının iki tanesinin daha Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu da belirtelim: Büyülü Saray Yok ve Hitler İmparatorluğu. Umarım bir gün bir kitabını da ben çeviririm deyip, sizlere iyi okumalar ve güzel Cumartesiler diliyorum!

28 Aralık, 2013


                                   Bir Peri Masalı?

George Orwell dendiğinde akıllara gelen ilk kitabın 1984 olduğuna eminim. Ama bu hafta ne yazmalıyım diye düşündüğümde ve aklıma George Orwell geldiğinde, Hayvan Çiftliği’nin içinde bulunduğumuz süreçte bize daha fazla şey söyleyebileceğine kanaat getirdim.

Hayvan Çiftliği, Can Yayınları
Hayvan Çiftliği’ni ilk kez Rus Tarihi ve Siyaseti dersi için okumuştum. Romandaki hayvan karakterleri Rus/Sovyet tarihine göre tahlil etmiş, domuz Napoleon (Stalin) ve Snowball (Trotsky) arasındaki farklara bakmış, at Boxer’ın (işçi sınıfı) koşullarının devrimden sonra da ne kadar az değiştiğine hayret etmiştim. (Bu kısım tarihçiler tarafından tartışılabilir, kesin bir yargıdan kaçınıyorum). Bu hafta kitaba yeniden bakarken ise, meseleyi Sovyetler Birliği’nden çıkarıp, içinde yaşadığım topluma uyarladım. Karakterler birebir oturmadı belki ama düşüncelerim daha çok “güç” denen şeyin ne kadar kötüye kullanılabileceğine odaklandı. Peri masalındaki soru işaretim de işte bunadır…

Evet, bu uzunca girizgâhtan sonra adet olduğu üzere kitaptan bahsedeyim. Hayvan Çiftliği, Orwell’in fabl türünde yazdığı kısa bir roman.  Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, çiftliğin sahibi Mr. Jones’a karşı ayaklanıp- ki Mr. Jones hikâyede Rus Çarı’nı temsil eder-bir devrim gerçekleştirirler. Bundan sonra çiftliği hayvanlar kendileri yönetecektir. Sonraki düzen için 7 maddelik bir “anayasa” hazırlanır ve o güne kadar ezilen hayvanlar bundan sonra bu 7 maddenin ışığında kardeşçe ve sömürülmeden yaşayacaklarına inanırlar. 7 Emir şöyledir: İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin, dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin, hiçbir hayvan giysi giymeyecek, yatakta yatmayacak, içki içmeyecek, başka bir hayvanı öldürmeyecektir. Ve son olarak, bütün hayvanlar eşittir.

Her şey ilk başlarda güzelce ilerlerken, zekaları ile çiftliğin beyin takımını oluşturan domuzlardan Napoleon rakibi olarak gördüğü Snowball’u ortadan kaldırır. Hikâyenin bundan sonraki kısmında şahit olduğumuz şey, yukarıda bahsettiğimiz 7 emirin Napoleon tarafından tek tek çiğnenmesidir. Yarattığı saldırgan köpeklerle (polisi temsil eder) çiftliğin diğer hayvanlarını korkutarak onların kendisine karşı çıkmasını önlerken, hikâyede sansürcü ve propagandacı medyayı temsil eden Squealer isimli domuz ile de çiğnediği her maddeyi kılıfına uydurur. Hikâyenin sonunda Napoleon giysi giyen, yatakta uyuyan, başka hayvanları öldüren, insanlarla ticaret ilişkisi kuran, işçi sınıfı çalışırken kendisi çiftlikten çıkmayan, diğer hayvanlar açken, kendisi 150 kilo olmuş semirmiş bir domuz olmuştur. Sistem o kadar kötüye kullanılmıştır ki, “bütün hayvanlar eşittir” maddesi, “bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir”e dönüşmüştür. İşin en acıklı kısmı da, hikâyenin sonuna kadar yılmadan çalışan ve “Napoleon ne derse haklıdır”ı bir yaşam şiarı haline getiren at Boxer’in, hastalanınca emekli edilmek yerine, bir at kasabına gönderilmesidir!

Aslında okurken ne düşündüğümü belirttiğime göre çok fazla yorum yapmama da gerek kalmadı sanırım ama yine de diyeceğim. Ezilenin sesi olmaya çalıştığını iddia ederken semirmek, o ezilenle artık hiçbir bağının kalmaması ve gücü tamamen kötüye kullanmak Orwell’in Hayvan Çiftliği’ne ait bir şey değil. Nitekim, hepimiz birer Hayvan Çiftliği mensubuyuz. Asıl mesele, sonunda at kasabına gidecek Boxer olmayı mı tercih ettiğimiz yoksa leş kokan düzene hayır demeyi yeğleyecek başka bir karakter mi olacağımızdır…

Aşağıda 1954 yapımı bir Hayvan Çiftliği çizgi filmini de bulabilirsiniz. Kendim seyretmediğim için hakkında yorum yapmam doğru olmaz… Ama ille de okumam seyrederim diyenlerdenseniz, belki bunu deneyebilirsiniz…

Düşünmeniz bol olsun.






30 Kasım, 2013


Latife Tekin’le ilk “karşılaşmam” Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Dili dersinde olmuştu. Dönem boyunca okumamız gereken- sınavda hakkında soru sorulacak-dört kitaptan biri de yazarın kült yapıtı olan Sevgili Arsız Ölüm’dü. Masalımsı, şiirimsi bir göç ve yoksulluk hikâyesi olan bu kitaba o yıllarda sınıfça haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Malum, hiçbir okuma ve yazma deneyimi, mecburiyetle, son teslim ya da sınav tarihleriyle el ele yürüyemiyor. O yüzden, bugün aklımda Sevgili Arsız Ölüm’den geriye kalan 3 “şey” var. Dirmit, Atiye ve “genç kızlara iyi gelmezmiş.” Şu an sadece bu kitabı okumuş kişilere hitap edebilecek sonuncu deyiş, o dönem ağzımıza o kadar yapışmıştı ki, Beğenmeyen Okumasın’ın bir diğer yazarı Burcu A. ile aradan geçen 8-9 seneye rağmen birbirimize hala “gece geç saatlerde dışarda dolaşmak genç kızlara iyi gelmezmiş,” “fazla gülmek genç kızlara iyi gelmezmiş” diye mesajlar atıp güler, kitabı da anarız. Lafı fazla uzatmadan, Sevgili Arsız Ölüm’ü daha rahat bir zaman diliminde okuyup, hak ettiği değeri vermek istediğimi belirtmek istiyorum.  

Berci Kristin Çöp Masalları, İletişim Yayınları

Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’den sonra yayınlanan ikinci eseri. Anlatım tarzı olarak ilk kitabın peşinden koşan, şiirsel bir dille yazılmış bu kitap, isminin hakkını veren bir yoksulluk masalı. Sosyal bilimci gözüyle baktığınızda ise genel olarak bir sosyoloji masalı. 1950’lerden sonra artan göçle Türkiye’nin önemli bir gerçeği haline gelen gecekondulaşma ve gecekondu olgusu bu kitabın ana eksenini oluşturuyor. Eser, adı sonradan Çiçektepe olacak bir mahalleye kurulan ilk gecekonduların hikâyesi ile başlıyor. Tenekeden, çöpten, kartondan kurulan bu gecekonduların, yıkım ekipleri tarafından defalarca yerle bir edilmesi, halkın yılmadan yorulmadan yenilerini dikmesi, yıkım ekiplerinin sonunda gitmesi ve bölgenin bir gecekondu mahallesine dönüşmesi Tekin’in masalsı diliyle anlatılıyor. Kitabın üzerinde özellikle durduğu tek bir kahraman, ya da aile yok, yazar birçok gecekondu hikâyesini, mahallenin farklı karakterleri üzerinden anlatmayı yeğliyor.

Olay örgüsünün tamamı burada anlatılamayacağına göre, kitaptan bana geriye ne kaldığını yazmak daha doğru olacak. İlk olarak ve tabii ki yoksulluk… Çocukların çöp toplaması, çöpten çıkan kolu bacağı kopmuş bebeklerle oynamaları, damı rüzgârdan uçan evlerin içine kar yağması, konduları su basması… Türkiye’den ve büyük şehirlerden bilindik manzaralar belki ama okudukça insanın içine daha bir başka işliyor. Bu noktada, Tekin’in bu yoksulluğu resmetme biçimini, oldukça başarılı bulduğumun altını çizmek istiyorum. Ek olarak, yoksulluğun kaderi olmuş cehalet, hastalık, batıl inanç da kitabın içinde bolca mevcut. Fabrikalardan akan suyun halkı hasta etmesi, hastalanan insanların, yakınlarda zaten olmayan doktor yerine, kendisini okuyup üfleyen, “kocakarı” reçeteleri sunan insanlara başvurması, suyun, elektriğin, okulun çok sonradan mahalleye gelmesi bir taraftan çok masalsı diğer taraftan çok gerçekçi resmedilmiş. Fabrika yaşantısı, grev, direniş, halkın kafasındaki Çingene ve Alevi imgeleri, ayrımcılık, kadın-erkek ilişkileri de yine aynı eksenin farklı konularını oluşturuyor Berci Kristin Çöp Masalları’nda.

Sonuç olarak, bir sosyoloji masalı olarak nitelediğim bu kitabı tavsiye ediyorum. Kitap sadece edebi bir eser olarak okunabileceği gibi; göç, yoksulluk, gecekondulaşma çalışan arkadaşlarımın ve akademisyenlerin de mesela Tansı Şenyapılı’yı, mesela Meral Özbek’i okurken, onları özümsemek için bakacağı yardımcı bir eser olarak da görülebilir aynı zamanda. O denli güçlü gözlem gücüne sahip diye düşünüyorum. 

Bir gün Sevgili Arsız Ölüm eleştirisi ile de karşınıza çıkmak ümidiyle…



08 Kasım, 2013

Kitabın ve kitapçının dostu Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu günlerde 32'ncisi gerçekleşen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nı ziyaret etmese olmazdı... E madem ki gittik, hakkında yazı yazmasak da olmazdı! İşte fuardan notlar:

1- Kitap fuarı eskiden Tepebaşı gibi merkezi bir yerde yapılırdı. O günleri özlüyoruz. (Ki içimizden bazıları, sırf bu yüzden fuarı senelerdir boykot ediyordu, onu da belirtmiş olalım). Ancak tüm İstanbul'un üzerine bir güneş gibi doğan Metrobüs'ün güzergahı Beylikdüzü'ne kadar uzadığından fuar alanına ulaşım artık nispeten daha kolay. Araba ile gelenler içinse civarda ücretli otoparklar mevcut. Biz daha otantik olsun diye şantiye görünümlü olanı seçtik... 

Otopark 


2-Fuara giriş 7 TL. Öğrenci, öğretmen ve öğretim görevlilerine ise ücretsiz. 

3- Fuar-en azından gittiğimiz gün-oldukça hareketliydi. Kitap satın alan, hatta "alınacak kitaplar" listesi yapan kişilerin arttığını görmek umut verici. Yayınevleri etiket fiyatı üzerinden %25-30 indirim yapıyor. Yine de diyoruz ki, keşke vergiler daha düşük olsa da kitaplar daha ucuza satılsa! 

32. İstanbul Kitap Fuarı 



4-Çin bu senenin onur konuğu. Çin Pavyonu biraz daha tenha ancak biz uğramanızı tavsiye ediyoruz.

Çin Pavyonu

5- Fuar alanının çeşitli yerlerinde farklı temalarda fotoğraf sergileri mevcut. En dikkat çekenlerinden biri de, İşgal altındaki Türkiye/İstanbul fotoğrafları. İstanbul'un o dönemde nasıl bir yer olduğunu görmek isterseniz uğrayın diyoruz. Bir örnekle açıklayalım: 

Arkadaki yapı Taksim Topçu Kışlası imiş...

Kısacası gidin gezin, kitap almayı da unutmayın sevgili okurlar... Son gün 10 Kasım 2013-yani son iki gün-hatırlatmış olalım!




14 Ekim, 2013


Kör Baykuş, YKY tarafından “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap’tan Biri” etiketiyle yayımlanmış kısa bir roman. Modern İran Edebiyatı’nın en önemli ismi olan Sadık Hidayet’in  karanlık ve karmaşık olarak niteleyebileceğimiz bu yapıtı Behçet Necatigil tarafından Türkçe’ye kazandırılmış. Hemen belirteyim, normalde bloğa yazmadan önce kafamda bir taslak oluştururum, ama Kör Baykuş mekândan, zamandan ve- çoğu kez-olaylardan kopuk, aynı zamanda ağır bir bunalımın yansıması olduğu için ne kadar denesem de zihnimde bu tarz bir yazı iskeleti oluşturamadım. Bu sebeple, deneyelim görelim demek istiyorum.

Kör Baykuş, Bûf-i Kûr
Kitap, yüreğinde acılar hisseden, hem ruhi hem de fiziki olarak hastalıkla boğuşan bir kişinin ağır, üzücü, yorucu ve bazen de korkutucu düşüncelerini aktaran bir roman.  Ancak bence Sadık Hidayet’in yaşam öyküsü bilinmeden okunduğunda hep eksik anlaşılacak bir eser.

Hidayet 1903’te Tahran’da üst sınıf bir aileye doğar. Yurtdışında eğitim görür. Bir süre Paris’te, bir süre Hindistan’da, bir süre de İran’da yaşar. Hayatından ve okuduğum eserden de anladığım kadarıyla, Hidayet kendisini hiçbir yere konumlandıramamış bir kişi. Evet, Batı kültürü ile yoğrulmuş, Batı edebiyatından hoşlanıyor (Maupassant, Çehov, Kafka, Rilke) ve Batı müziği dinliyor (çoğunlukla Tchaikovsky  ve Beethoven). Hatta edebi eserleri dolayısıyla da kendisine Doğu’nun Kafka’sı deniyor. Ancak nasıl Doğu’daki Batı ya da Batı’daki Doğu içinde bir karmaşayı barındırıyorsa, Hidayet de bu ikilemi içinde taşıyor. Bu bakımdan Kör Baykuş’taki bazı söylemler Sadık Hidayet’in bu iç karmaşasını yansıtır nitelikte: “...Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım…”

Kişisel sorunlarının yanında, Hidayet’in kendi hayatının çözülmesi ve dağılmasında yine bu karmaşanın izlerini görürüz. İran’daki monarşiyi de dini elitleri de yine modernist bir bakış açısıyla eleştirir.* Hayatı boyunca bu iki sınıf- ya da kurumu- İran halkının cahil ve “kör” kalmasının en önemli sebepleri olarak görür. Ona göre bu körlük, ülkedeki sorunların temel sebebidir. Bu sosyo-politik ve biraz da kişisel sebepler Hidayet’i o kadar kemirir ki, yazar sonunda hayatın acılarına katlanamaz. Paris’te havagazlı bir daire kiralar. Eve oksijen girebilecek her türlü boşluğu kapatır ve intihar eder. Ertesi gün bir arkadaşı tarafından, yakılmış müsveddeleri ile birlikte bulunur.

Sadık Hidayet, 1903-1951
Kör Baykuş’u, eser kurmaca da olsa, Hidayet’in depresyonunun bir parçası olarak görme eğiliminde olduğumdan, romanın içindeki melankoli, karmaşa ve karanlığa bir o kadar üzüldüm. Sanıyorum, herkes de bu şekilde okuyor olacak ki kitabın sonunda Hidayet’in dostu Bozorg Alevi’nin yazdığı bir Hidayet biyografisinde Alevi; Kör Baykuş’taki bazı düşüncelerin-örneğin öldürme isteği- yazara ait olduğu düşüncesini tersine çevirmek istercesine Hidayet’in insan ve hayvan sevgisinin altını çizmiştir. Aynı şekilde, kitap o kadar “ağır”dır ki, arkadaşı Hidayet’in ne kadar şakacı olduğuna atıfta bulunmuştur. Ancak bu uğraşıya rağmen yazısının sonunda yaptığı tanımlama ve açıklamalar, Kör Baykuş'un aslında Hidayet’in geçirdiği bunalımı anlattığını kabul etmektedir: “Bu roman, daha çok, sessizce katlanılan bir acının ifadesidir; kendisinin çektiği, onunla beraber hisseden ve terörün susturduğu diğerlerinin çektikleri acıların ifadesi.”

Yazımın sonuna gelirken, üç noktanın altını çizmek istiyorum. Birincisi;  mekanların, zamanların, hatta insanların birbiri içine geçtiği bu metaforik eseri özetlemek çok da kolay bir iş değil. Bu sebeple kuvvetle muhtemel yazıyı bitirdiğinizde aklınızda hala Kör Baykuş ile ilgili çok da bir şey oluşmamış olacak. Ancak belirtmeliyim ki, kitabı alıp okuduktan sonra bunun neden böyle olduğunu da anlayacaksınız. İkincisi, kitap kapaktaki etiketinin hakkını gerçekten veriyor. Bence de ölmeden önce okunması gereken eserlerden biri. Fakat naçizane tavsiyem, kötü bir ruh halindeyken okumayın. (Hayatı zorlaştırmanın bir anlamı yok değil mi?)Üçüncü noktam ise aslında bir parantez, Behçet Necatigil’in güzel çevirisi için açma ihtiyacı hissettiğim. Necatigil bu eseri akıcı bir biçimde Türkçe’ye kazandırmakla kalmamış, ayrıca yazdığı önsözle de İran Edebiyatı üzerine adeta bir ders vermiş. Bu vesile ile kendisini de anmış olalım.

*Hidayet'in eserlerinin İran'da basılıp satılması halen yasak. 


Son söz: Sadık Hidayet üzgün olduğunda Tchaikovsky’nin Andante Cantabile'sini ıslıkla çalarmış... Kendisine uygun bir biçimde bitirmiş olalım.