Bildiğiniz üzere Beğenmeyen Okumasın için daha önce
inceleme-araştırma türündeki ilk kitap eleştirisini Gözde Benzet, Murat Gül’ün Modern İstanbul'un Doğuşu isimli eseri için yazmıştı. Bloğumuzun bu türdeki eser eleştirileri konusunda da genişlemesi
gerektiğini düşündüğümüzden önümüzdeki süreçte daha çok inceleme-araştırma
yazısı yazmayı planlıyoruz. Benim bu türdeki ilk yazımın Mark Mazower olması da
hiç tesadüfi değil, zira kendisi akademik olarak hayranlık duyduğum birkaç
isimden biridir ve bunu da bir kenara koyarsak Karanlık Kıta, eleştirilecek tarafları olmasına rağmen, 20. yüzyıl
dünya tarihi kitapları seçkimde ilk üçe kesinlikle girer.
Kitabın alt başlığı her ne kadar “Avrupa’nın
20. Yüzyılı” olsa da aslında eser bilindik tarih kitaplarından biraz farklı. Bir başka deyişle olayların salt kronolojik olarak sıralanmasından oluşmuyor.
Aksine daha kitabın ilk cümlelerinden kendisini belli eden bir görüşü savunma
temelinde yazılmış: Bugün medeniyet, çağdaşlık ve demokrasi gibi temelini
Avrupa’ya atfettiğimiz birçok kavram aslında kıta için çok yenidir ve
Avrupa’nın 20. yüzyılına baktığımızda bu kavramların bugün kıtada bulunması
kaçınılmazın aksine rastlantısaldır.
“Kısacası, burada anlattığım
kaçınılmaz zaferler ve ileri hamleler değil, kıl payı sonuçların ve beklenmedik
dönüşlerin bir öyküsüdür.”
İşte Avrupa’nın 20. yüzyılı da bu rastlantısallığı bize örnekleriyle
açıklama gücüne sahip bir periyod. Bu noktada yazarın temas ettiği önemli dönüm
noktaları ve aynı zamanda gözlemleri var. Mazower, Avrupa’ya bakanların ve
Avrupa’yı yazanların, faşist/otoriter yönetimlerin yükseldiği 1920’ler ve 1930’ları kıtanın büyük demokrasi tarihindeki
bir parantez olarak gördüğünü, ancak bu yaklaşımın hatalı olduğunu savunuyor.
Yani Faşizm aslında kısa süreli bir hastalık dönemi değildi… Avrupa’nın içinden
çıkmıştı ve faşist uygulamaların bazıları da 1945’ten sonra bile kıtada
mevcuttu. Hatta, Mazower, faşizmi komünizm ve liberal demokrasiyle
karşılaştırıldığında en Avrupa merkezli ideoloji olarak görüyor da diyebiliriz.
“Avrupa’nın kendi değerler
sistemi neydi? Liberalizm bunlardan sadece biriydi ve başkaları da vardı.
Avrupa’nın yirminci yüzyılı bunların çatışmalarının öyküsüdür.”
Bu noktada, aslında, Karanlık Kıta Marksist tarih yazıcılığına da bir
eleştiri sunuyor. Mesela, Hobsbawm’ın Aşırılıklar
Çağı’nda tüm 20. yüzyılı komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele
üzerinden anlatarak, faşizmi bir noktada ıskaladığını ya da onu kapitalizmin
ulaştığı son nokta olarak gördüğünü söyleyerek, buna karşı çıkıyor. Kısacası,
Mazower’a göre kıtada hüküm süren faşizme ya da otoriter rejimlere bir şeyin
farklılaşmış hali olarak bakmak problemli bir yaklaşımı temsil ediyor.
“Değerler ve ideolojilerdeki
farklılıklar ciddiye alınmalı ve basit bir şekilde sınıf çıkarlarının
göstergesi olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle faşizm yalnızca
kapitalizmin başka bir türü değildi.”
Kitabın bu söylemi, farklı tarih yazım gelenekleri tarafından eleştiriye
açık olsa da, yine aynı dönemde okuduğum Aşırılıklar
Çağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini yalnızca 1929 İktisadi
Buhranı’na bağlamasını, şahsi olarak (çok önemli bir müessese olduğumdan değil,
dış politika çalıştığımdan) problemli gördüğümü belirtmeliyim.
Kitabın bir başka odak noktası da, Avrupa merkezli tarih yazıcılığının, faşizmi
bir parantez olarak görürken, bir de coğrafi olarak Avrupa terimiyle oynama eğiliminde
olduğudur. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Avrupa Topluluğu bugün
Avrupa’ya özgü çağdaş bir değerler sistemi olarak aktarılırken, kıtanın diğer
yarısında kalan komünist Doğu Avrupa rejimleri hiçe sayılmaktadır. Oysaki
1960’ların ve 1970’lerin iktisadi ve siyasi istikrar döneminde, kıtanın bir de
doğu tarafı bulunmaktaydı ve bu doğu tarafı da en az batısı kadar incelenmeyi hak etmekteydi. Aynı şekilde, Portekiz ve İspanya da- Avrupa dediğimiz yerde- uzun süre diktatöryel rejimlerini koruyabilmişlerdi.
Bu tarz coğrafi oynamalar, yani Avrupa’nın bir kısmının Avrupa olarak
görülüp görülmemesi, anlatının gidişatına göre değişmektedir ki, bu da yine
problemlidir. Bu bakımdan Karanlık Kıta,
bu bölünmeyi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Karanlık Kıta, Bilgi Ün. Yayınları |
Tüm bunları aşmaya çalışırken eser ortaya aslında bizim bildiğimiz Avrupa
düşüncesinden daha karanlık bir şey çıkarıyor. Peki, Avrupa’nın 20.
yüzyılının karanlık noktaları nedir? Başka deyişle, hasıraltı edilmiş Avrupa ne
demektir? 1930’larda yaşanan ve doğusu ile batısı ile Avrupa’yı kaplamış
otoriter rejimler; 1940’ların ilk yarısında milyonları katletmiş olan İkinci
Dünya Savaşı; 1940’ların ikinci yarısındaki toplumsal kriz ve sonrasındaki
döneme de damgasını vuracak olan Soğuk Savaş; bir Batı Avrupa şehrinin
bölgelere ayrılması; Stalinizm; 1950’ler sonrası Altın Çağ olarak gösterilen
demokrasi ve ekonomide gelişme, ancak demokrasinin büyüdüğü yerde Portekiz ve
İspanya gibi otoriter yönetimlerin görmezden gelinmesi; aşırı sağın ılımlı sağa
dönüşmesi ama Avrupa’ya gelen göçmenlerin maruz kaldıkları kötü muamele; 1970’lerden
itibaren refah devletinin çöküşü ve kriz; 1989 sonrası komünizm çökerken
Doğu’da ortaya çıkan kriz; 1990’larda Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da
yaşanan savaş ve Batı Avrupa’nın bu kıyıma uzunca bir müddet seyirci kalması…
Bu örneklerin hepsi, 1920’lerden itibaren Avrupa’nın çok yol kat etse de,
karanlık bir tarafının hep mevcut olduğunu gösteriyor. Aslında bu yönüyle
kitap, kabul edilmek istenmeyen bazı olguları okuyucunun gözüne sokmakta epey
başarılı…
Başarılı bulduğum bu kitabın eksiklikleri yok mu? Tabii ki var… Birincisi,
kitap periyodik olarak 1. Dünya Savaşı sonrasından başlıyor. Bu bakımdan
aslında bence çokça önemli olan Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi, 20. yüzyıl
için sadece bu kitabı okusak, varlıklarından bihaber olabileceğimiz, birkaç
paragrafla geçiştirilmiş olgular olarak göze çarpıyor. İkinci olarak, sanırım
Mazower da benim gibi 20. yüzyıl tarihinin 1930 ve 1940’larını daha çok
seviyor. Çünkü kendisinin 1930’lar ve 1940’lar anlatısı çok çok güçlü iken,
aynısını 1950 sonrasında çok göremiyorsunuz. (Zaten, “karanlık” bulma çabasında
kendisine en çok yardım edecek periyodlar da bunlar. Diğer tüm karanlıklar 1930’lar
ve 1940’ların gölgesinde ve biraz hafif kalıyor.) Bana kalırsa, Komünizmin
çöküşü ve Yugoslavya’daki savaşı anlattığı son bölüm, kitabın en zayıf halkası.
Ancak bunların dışında, akademik tartışmalardan takip ettiğim şekliyle, kitabın
olay örgüsü açısından zayıf olduğu görüşüne katılmıyorum. Çünkü başlangıçta da
dediğim gibi eserin amacı olayları tek tek sıralamak değil. Bu tarz eleştiri
yapanlara önerim Türkçe öğrenmeleri, zira argümansız olay yazmakta çığır açmış
bir milletiz.
Türklerden bahsetmişken, bir noktanın daha altını çizmem gerek.
Argümansız olay yazmak gibi bir başka çığır açtığımız nokta da, Batı’nın
aslında ne kadar “karanlık” olduğunu kanıtlama çabamız. Bu yazıyı yazma amacım
bir Batı eleştirisi ya da Doğu güzellemesi yapmak değildi. Sadece alışık
olduğum anlatının biraz dışına çıkmış, tüm eserlerini takip etmeye çalıştığım
bir akademisyenin beğendiğim bir kitabını inceleme isteğimdi. Yoksa, herkesin
komşusunun dedikodusunu yapmadan önce kendi kapısının önündeki pisliği
süpürmesi taraftarı olduğum akılların bir köşesinde kalsın efendim.
Son olarak, bu kitabı alan okuyan ve seven, ya da alıp okuyacak ve
seveceklere tavsiyem, yazarın Selanik,
Hayaletler Şehri kitabı.
Uluslararası ödüller almış bu eserin belki Karanlık Kıta’dan daha güçlü
olduğunu dahi söyleyebilirim. Mazower’ın çalışmalarının iki tanesinin daha
Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu da belirtelim: Büyülü
Saray Yok ve Hitler İmparatorluğu. Umarım
bir gün bir kitabını da ben çeviririm deyip, sizlere iyi okumalar ve güzel Cumartesiler diliyorum!
0 yorum :
Yorum Gönder