25 Ocak, 2014



Bildiğiniz üzere Beğenmeyen Okumasın için daha önce inceleme-araştırma türündeki ilk kitap eleştirisini Gözde Benzet, Murat Gül’ün Modern İstanbul'un Doğuşu isimli eseri için yazmıştı. Bloğumuzun bu türdeki eser eleştirileri konusunda da genişlemesi gerektiğini düşündüğümüzden önümüzdeki süreçte daha çok inceleme-araştırma yazısı yazmayı planlıyoruz. Benim bu türdeki ilk yazımın Mark Mazower olması da hiç tesadüfi değil, zira kendisi akademik olarak hayranlık duyduğum birkaç isimden biridir ve bunu da bir kenara koyarsak Karanlık Kıta, eleştirilecek tarafları olmasına rağmen, 20. yüzyıl dünya tarihi kitapları seçkimde ilk üçe kesinlikle girer.  

Mark Mazower



Kitabın alt başlığı her ne kadar “Avrupa’nın 20. Yüzyılı” olsa da aslında eser bilindik tarih kitaplarından biraz farklı. Bir başka deyişle olayların salt kronolojik olarak sıralanmasından oluşmuyor. Aksine daha kitabın ilk cümlelerinden kendisini belli eden bir görüşü savunma temelinde yazılmış: Bugün medeniyet, çağdaşlık ve demokrasi gibi temelini Avrupa’ya atfettiğimiz birçok kavram aslında kıta için çok yenidir ve Avrupa’nın 20. yüzyılına baktığımızda bu kavramların bugün kıtada bulunması kaçınılmazın aksine rastlantısaldır.


“Kısacası, burada anlattığım kaçınılmaz zaferler ve ileri hamleler değil, kıl payı sonuçların ve beklenmedik dönüşlerin bir öyküsüdür.”

İşte Avrupa’nın 20. yüzyılı da bu rastlantısallığı bize örnekleriyle açıklama gücüne sahip bir periyod. Bu noktada yazarın temas ettiği önemli dönüm noktaları ve aynı zamanda gözlemleri var. Mazower, Avrupa’ya bakanların ve Avrupa’yı yazanların, faşist/otoriter yönetimlerin yükseldiği 1920’ler ve 1930’ları kıtanın büyük demokrasi tarihindeki bir parantez olarak gördüğünü, ancak bu yaklaşımın hatalı olduğunu savunuyor. Yani Faşizm aslında kısa süreli bir hastalık dönemi değildi… Avrupa’nın içinden çıkmıştı ve faşist uygulamaların bazıları da 1945’ten sonra bile kıtada mevcuttu. Hatta, Mazower, faşizmi komünizm ve liberal demokrasiyle karşılaştırıldığında en Avrupa merkezli ideoloji olarak görüyor da diyebiliriz.


“Avrupa’nın kendi değerler sistemi neydi? Liberalizm bunlardan sadece biriydi ve başkaları da vardı. Avrupa’nın yirminci yüzyılı bunların çatışmalarının öyküsüdür.”

Bu noktada, aslında, Karanlık Kıta Marksist tarih yazıcılığına da bir eleştiri sunuyor. Mesela, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nda tüm 20. yüzyılı komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele üzerinden anlatarak, faşizmi bir noktada ıskaladığını ya da onu kapitalizmin ulaştığı son nokta olarak gördüğünü söyleyerek, buna karşı çıkıyor. Kısacası, Mazower’a göre kıtada hüküm süren faşizme ya da otoriter rejimlere bir şeyin farklılaşmış hali olarak bakmak problemli bir yaklaşımı temsil ediyor.


“Değerler ve ideolojilerdeki farklılıklar ciddiye alınmalı ve basit bir şekilde sınıf çıkarlarının göstergesi olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle faşizm yalnızca kapitalizmin başka bir türü değildi.”


Kitabın bu söylemi, farklı tarih yazım gelenekleri tarafından eleştiriye açık olsa da, yine aynı dönemde okuduğum Aşırılıklar Çağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini yalnızca 1929 İktisadi Buhranı’na bağlamasını, şahsi olarak (çok önemli bir müessese olduğumdan değil, dış politika çalıştığımdan) problemli gördüğümü belirtmeliyim.


Kitabın bir başka odak noktası da, Avrupa merkezli tarih yazıcılığının, faşizmi bir parantez olarak görürken, bir de coğrafi olarak Avrupa terimiyle oynama eğiliminde olduğudur. Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Avrupa Topluluğu bugün Avrupa’ya özgü çağdaş bir değerler sistemi olarak aktarılırken, kıtanın diğer yarısında kalan komünist Doğu Avrupa rejimleri hiçe sayılmaktadır. Oysaki 1960’ların ve 1970’lerin iktisadi ve siyasi istikrar döneminde, kıtanın bir de doğu tarafı bulunmaktaydı ve bu doğu tarafı da en az batısı kadar incelenmeyi hak etmekteydi. Aynı şekilde, Portekiz ve İspanya da- Avrupa dediğimiz yerde- uzun süre diktatöryel rejimlerini koruyabilmişlerdi. 


Bu tarz coğrafi oynamalar, yani Avrupa’nın bir kısmının Avrupa olarak görülüp görülmemesi, anlatının gidişatına göre değişmektedir ki, bu da yine problemlidir. Bu bakımdan Karanlık Kıta, bu bölünmeyi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Karanlık Kıta, Bilgi Ün. Yayınları
Tüm bunları aşmaya çalışırken eser ortaya aslında bizim bildiğimiz Avrupa düşüncesinden daha karanlık bir şey çıkarıyor. Peki, Avrupa’nın 20. yüzyılının karanlık noktaları nedir? Başka deyişle, hasıraltı edilmiş Avrupa ne demektir? 1930’larda yaşanan ve doğusu ile batısı ile Avrupa’yı kaplamış otoriter rejimler; 1940’ların ilk yarısında milyonları katletmiş olan İkinci Dünya Savaşı; 1940’ların ikinci yarısındaki toplumsal kriz ve sonrasındaki döneme de damgasını vuracak olan Soğuk Savaş; bir Batı Avrupa şehrinin bölgelere ayrılması; Stalinizm; 1950’ler sonrası Altın Çağ olarak gösterilen demokrasi ve ekonomide gelişme, ancak demokrasinin büyüdüğü yerde Portekiz ve İspanya gibi otoriter yönetimlerin görmezden gelinmesi; aşırı sağın ılımlı sağa dönüşmesi ama Avrupa’ya gelen göçmenlerin maruz kaldıkları kötü muamele; 1970’lerden itibaren refah devletinin çöküşü ve kriz; 1989 sonrası komünizm çökerken Doğu’da ortaya çıkan kriz; 1990’larda Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da yaşanan savaş ve Batı Avrupa’nın bu kıyıma uzunca bir müddet seyirci kalması… Bu örneklerin hepsi, 1920’lerden itibaren Avrupa’nın çok yol kat etse de, karanlık bir tarafının hep mevcut olduğunu gösteriyor. Aslında bu yönüyle kitap, kabul edilmek istenmeyen bazı olguları okuyucunun gözüne sokmakta epey başarılı…

Başarılı bulduğum bu kitabın eksiklikleri yok mu? Tabii ki var… Birincisi, kitap periyodik olarak 1. Dünya Savaşı sonrasından başlıyor. Bu bakımdan aslında bence çokça önemli olan Birinci Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi, 20. yüzyıl için sadece bu kitabı okusak, varlıklarından bihaber olabileceğimiz, birkaç paragrafla geçiştirilmiş olgular olarak göze çarpıyor. İkinci olarak, sanırım Mazower da benim gibi 20. yüzyıl tarihinin 1930 ve 1940’larını daha çok seviyor. Çünkü kendisinin 1930’lar ve 1940’lar anlatısı çok çok güçlü iken, aynısını 1950 sonrasında çok göremiyorsunuz. (Zaten, “karanlık” bulma çabasında kendisine en çok yardım edecek periyodlar da bunlar. Diğer tüm karanlıklar 1930’lar ve 1940’ların gölgesinde ve biraz hafif kalıyor.) Bana kalırsa, Komünizmin çöküşü ve Yugoslavya’daki savaşı anlattığı son bölüm, kitabın en zayıf halkası. Ancak bunların dışında, akademik tartışmalardan takip ettiğim şekliyle, kitabın olay örgüsü açısından zayıf olduğu görüşüne katılmıyorum. Çünkü başlangıçta da dediğim gibi eserin amacı olayları tek tek sıralamak değil. Bu tarz eleştiri yapanlara önerim Türkçe öğrenmeleri, zira argümansız olay yazmakta çığır açmış bir milletiz.

Türklerden bahsetmişken, bir noktanın daha altını çizmem gerek. Argümansız olay yazmak gibi bir başka çığır açtığımız nokta da, Batı’nın aslında ne kadar “karanlık” olduğunu kanıtlama çabamız. Bu yazıyı yazma amacım bir Batı eleştirisi ya da Doğu güzellemesi yapmak değildi. Sadece alışık olduğum anlatının biraz dışına çıkmış, tüm eserlerini takip etmeye çalıştığım bir akademisyenin beğendiğim bir kitabını inceleme isteğimdi. Yoksa, herkesin komşusunun dedikodusunu yapmadan önce kendi kapısının önündeki pisliği süpürmesi taraftarı olduğum akılların bir köşesinde kalsın efendim. 


Son olarak, bu kitabı alan okuyan ve seven, ya da alıp okuyacak ve seveceklere tavsiyem, yazarın Selanik, Hayaletler Şehri kitabı. Uluslararası ödüller almış bu eserin belki Karanlık Kıta’dan daha güçlü olduğunu dahi söyleyebilirim. Mazower’ın çalışmalarının iki tanesinin daha Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu da belirtelim: Büyülü Saray Yok ve Hitler İmparatorluğu. Umarım bir gün bir kitabını da ben çeviririm deyip, sizlere iyi okumalar ve güzel Cumartesiler diliyorum!

0 yorum :

Yorum Gönder