11 Ocak, 2014




İlk defa bir Philip Roth romanı okudum, diğer romanlarını da almayı ve edebiyatını daha yakından takip etmeyi diliyorum. Nemesis Philip Roth'un 32. romanı ve 2010 yılında basılmış. Kitap Newark'ta bir mahallede yaşanan polio vakasının etkilerinden bahsediyor. Böyle söyleyince çok bilimselmiş gibi bir izlenim oldu fakat kimsenin önüne geçemediği bu hastalığın yayılma sebebi bilimsel olarak hiçbir zaman kestirilemiyor ve polisiye romanlarda katili arar gibi, polionun yayılmasının ardındaki nedenin hava, su, toprak, insan nefesi, kirlilik vs. olup olmadığı bilinmeksizin olanları kimi zaman ana karakter Mr. Cantor'un (yani Bucky'nin) gözünden izliyor ve düşünüyorsunuz: Ne zaman duracak bu meret?

Palio'nun etkisiyle sarsılan bir Yahudi mahallesinde Mr. Cantor atletizmi, adaleti ve küçüklüğünden beri dedesinden öğrenmiş olduğu dürüstlük, görev bilinci ve korkusuzluk gibi prensipleri temsil etmektedir. İtalyan paliolu bi grubun Yahudi mahallesine gelip etrafa tükürerek bulaştırmaya çalıştığı bu hastalık, ilk başta "olur mu öyle şey?" dedirtse de, bu ziyaretten sonra hızla yayılmaya başlıyor. Hikaye duygu sömürüsü yapmaksızın yoğun bir edebiyat zevkiyle okunabilecek bir kurguyla ilerliyor. Tanrının varlığını sorgulamaya başlayan Mr. Cantor mudur yoksa yazar mıdır bilemeyiz kimi zaman kitapta, bazen ikisini ayırdetmek zorlaşır. Bir cenaze sahnesi ancak bu kadar skeptik ve güzel anlatılır: 

"Tanrı'nın kadiri mutlaklığını öven ve çocuklar da dahil her şeyin ölüm tarafından yok edilmesine müsaade eden bu aynı Tanrı'yı hesapsızca, bıkıp usanmadan göklere çıkaran matem duasını okuyan hahama herkes eşlik etti. Alan Michaels'in ölümü ve hep bir ağızdan Tanrı'yı yücelten Kadiş duasının okunuşu arasında Allah'ın ailesinin onlara verdiği bu dayanılmaz acı yüzünden Tanrı'dan nefret edip ikrah getirmesi için yirmi dört saat kadar bir vakti olmuştu- tabii Alan'ın ölümüne böyle bir tepki vermek akıllarının ucundan geçmezdi, özellikle de Tanrı'nın gazabını üzerlerine çekerek O'nu Larry ve Lenny Michaels'i ellerinden alıp Alan'ın peşinden yollamaya teşvik etmekten korkarken." (s. 53)

Tanrı çocukların canına kast edecek kadar gaddar olamaz Mr Cantor'a göre. Hikayenin tamamını anlatmak ve romanın sonunu söylemek istemiyorum. Fakat İkinci Dünya Savaşı zamanında paliolu mahalleden sevgilisinin isteği üzerine ayrılarak bir izci kampında beden öğretmenliği yapmaya başlayan Mr. Cantor sürekli askerdeki arkadaşlarının yerlerinde olmamaktan dolayı suçluluk duymaktadır. Palio ile savaşmadığı için de... ta ki izci kampında da palionun etkileri görülmeye başlayıncaya dek. Bir yandan kendini suçlu bulur bir yandan da beden öğretmeni olarak çocuklarla paylaşacak çok şeyi vardır. Bedenen sağlıklı oluşu ile askere gitmiyor oluşu büyük bir tezatmış gibi gelir ona. Aşkı Marcia'nın doktor olan babası ona şöyle der: "Sen vicdanlı bir insansın, vicdan da seni kendi sorumluluk alanının ötesindeki şeyler nedeniyle kendini suçlamaya sevk etmediği sürece değerli bir nitelik." (s.70) Marcia'yı çok seven Bucky aslında kendisini onun kültürlü ve eğitimli ailesine layık görmemektedir. Marcia'nın siyah tenli bedenini, "hayatta çok nadiren bir şey simsiyahtır" dedirten saçlarını, incecikliğini ve en büyük kardeş oluşunun getirdiği koruyuculuğunu sevmekte ve onunla olmaktan dolayı mutluluk duymaktadır. Ama savaş zamanı mutluluk, suçluluk duygusunu da beraberinde getirir. Gece yattığı zaman paliodan ölen çocukları düşünür. Çocuklar okul bahçesinde oynayıp ne pahasına olursa olsun çocukluklarını yaşamalı mıdır? Yoksa onları eve tıkıp palio belasından korumak mı gerekir? Veliler çocuklarını okula göndermeye devam eder. Mr Cantor çocukları en çok 23 yaşındayken attığı ciritlerle etkiler, tüm çocukların gözünde aslında o bir ilahtır... 

Her şey insanın elinden yitip gider, hayatta ne kalırsa elimize işte bazen bir gururumuz kalır şaka yapmayı, dalga geçmeyi, kendimizle alay etmeyi bilmiyorsak. Bazen alay edilemeyecek kadar kötü durumlara düşeriz de adaletsiz dünyada kızgınlığımızı yenemeden yaşar gideriz. Kimi zaman bu kızgınlık bizim sağlığımıza, işimize ve aşkımıza engel olurken, kimi zaman her şeyin ağır aksak devam ettiği ama yüzümüzün pek de gülmek istemediği bir hayata sebep olur. İnanışların sorgulandığı felaket zamanlarında akıldışı açıklamalar yapanlar çıkar... İnsanın deliresi gelir. Kimisi ise sadece affetmek ister, affetmek ise mahkemelerin, hastanelerin, bürokratların işi değildir... Affetmek sadece insanı rahatlatır bir nebze. Gerçekten affedebilirse insan. Çoğu zaman bir insandır affedemediğimiz. Mr. Cantor ise Tanrı'yı affetmez. 

Dilerseniz ayrıca Roth'un bu kitabına dair güzel bir yorumu Guardian'da bulabilirsiniz: http://www.theguardian.com/books/2010/oct/03/philip-roth-nemesis-book-review



Philip Roth önceden okuma fırsatı bulamadığım, "ben nasıl olmuş da keşfetmemişim?" dediğim bir yazar. Deniz Koç'un çevirisi çok başarılı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan Edebiyatı'nın en üretken ve saygı gören romancılarından olduğunu da burada belirtelim. Nemesis dışında Türkçeye çevrilmiş diğer kitapları şunlar: Portnoy'un Feryadı (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Özden Arıkan), Shylock Operasyonu: Bir İtiraf (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Aysun Babacan), Aldatma (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Didem Hızkan), Bir Komünistle Evlendim (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Orhan Yılmaz) ve Ölen Hayvan'dır (Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Can Kantarcı), Sokaktaki Adam (YKY, Çeviren: Kaya Genç), Öfke (YKY, Çeviren: Şeyda Öztürk), Nemesis (YKY, Çeviren: Deniz Koç). Yazarın ayrıca Amerikan Tarihçileri Ödülü'ne, PEN/Nabokov, PEN/Faulkner ödülüne ve PEN/Saul Bellow Ödülü'ne sahip olduğunu da söylemeden geçmeyelim.


0 yorum :

Yorum Gönder