Olduğu Kadar Güzeldik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Olduğu Kadar Güzeldik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat, 2014




Ben kendisini İletişim Yayınları'ndan çıkan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" ile tanıyıp, bu tanışıklığı  "Olduğu Kadar Güzeldik" ile pekiştirdim. Mahir Ünsal Eriş, genç ve yetenekli bir öykü yazarı. Kendisi ile röportaj yapma teklifimizi kabul etti ve sorularımızı sabırla cevapladı. Eriş ile öykülerden, yazarlıktan, nasıl yazdığından bahsettik. Bizim çok hoşumuza giden bu sıcak sohbetimizi sizinle de paylaşıyoruz. Soru ve cevaplarımıza geçmeden önce bu ilk röportajın bizim için çok önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmek ve kendisine buradan tekrar teşekkür etmek isteriz.




Edebiyat, yazmak, senin için ne ifade ediyor? Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark'ta "her yapıt bir endişeye doğar" diyor. Seni edebiyata iten duygulardan bahsedebilir misin?


Biz bu meseleyi, edebiyatımızın mavi pelikanı Sinan Sülün’le hemen her bir araya gelişimizde ama ayık ama sarhoş, en az bir çevrim tartışıyoruz. Sinan bana kızıyor. Çünkü o, “benim bir derdim var, dünyaya söylemek, anlatmak, işaret edip göstermek istediklerim var, bir derdim var, ondan yazıyorum,” diyor. Ben öyle diyemiyorum. Benimki galiba gevezelik. Ben anlatmayı seviyorum. Anlatacaklarım var. Ama iyi ama kötü, kudretim yettikçe, aklım erdikçe de anlatayım istiyorum. Çünkü dünyayla derdin kitapta değil sokakta çözülebileceğine inanıyorum galiba biraz.

Yazmaya başlamadan önce “yaratıcı yazarlık atölyesi” benzeri çalışmalara katıldın mı? Bu tarz çalışmaları yararlı buluyor musun?

 
Yok, hiç katılmadım. Usul erkân bilmediğim de çok belli oluyordur zaten yazıda. Yararlı mı yararsız mı bilmiyorum, çok girmek isteyeceğim bir tartışma değil galiba bu. Ama en azından katılımcıların yazmaya devam edip etmemeleri konusunda kararlarını etkiliyordur diye umuyorum. Değilse bile, nasıl yazıldığını görmek okura iyi gelebilir. Hani tiyatro için derler, ‘her tiyatroyla uğraşan son nefesini sahnede verecek diye bir kaide yok ama en azından insan seyretmeyi öğrenir orada’ diye. Onun gibi bu da biraz. 

Öykülerinde erkek ağırlığı var, bu bilinçli bir tercih mi; yoksa öyle geldiği için mi erkekleri yazıyorsun? Bir de özellikle ilk kitapta, kadınları seviyor musun, onlardan korkuyor musun, nefret mi ediyorsun anlaşılmıyor. Yani esas karakterin kadın olduğu iki öykü var: ilki Gülderen. Gülderen'i seviyor insan ama daha çok acıyor; çok güçsüz, çok korkak. Diğeri ise; göğsünü kaybeden kadın karakter. Güçlü gibi ama aslında değil; kocası tarafından ihanete uğramış. "bir konsomatris hikayesi" adlı öyküde anlatıcının ablası da  güçsüz, saf ve hatta 'aptal'. Ben bu kadınlarla aramda bağ kuramıyorum mesela ama seviyorum, acıyorum. Neden bu tarz kadınlar?

Bilmem. Adamlar da çok farklı değiller ki. Macarca okumaya büyükşehire gelip hırsız olmuş, soymaya girdiği ilk evde de köpekle arkadaş olmuş adamlar var, patronuna gizliden âşık olduğu için onun ölüp yerine oğlunun patron olduğu bir dünyayla barışamayan, sevgilisinden özür dilemeye gidip bembeyaz entarisine kusan adamlar var. Geneli güçsüz, saf ve hatta –ben kıyamıyorum aptal demeyeyim- şaşkın tipler. Ancak acıyla, acı söz konusu olduğunda keskinleşebiliyorlar. Ama daha çok kadın anlatmak istiyorum tabii ki. Çalışıyorum. İnsan kendini deneyip duruyor.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik'te yer alan "işe çıkılacak gün" öyküsü ve "mektup yazılacak gün" öyküleri sanki birbirini tamamlayan öyküler gibi geldi bana öyle mi? Bir de bazı öykülerde benzer isimlere rastladım "Evrenos" ve "Erdinç Hoca" aynı insanlar mı?

 
Evet, ilk kitapla ikinci kitaptaki öyküler arasında açık bağlantılar var. Her ikisinde birden görünen insanlar da var. Belki üçüncüde de olur, bilemiyorum. Aynı olay ya da durumun başkalarınca nasıl göründüğünü merak etmek çocukluktan beri sevdiğim bir şeydir. Denemek istedim. 
  
Kitaplarını tamamlaman ne kadar sürdü? (karar aşamasından basım aşamasına kadar) Kitabın ya da öykünün tamamladığını nasıl anlıyorsun?

 
İlki çok uzun sürdü. Levent Cantek çok bekletti beni. Dosyayı teslim ettiğimi bile unuttuğum bir zamanda geldi haber. Ama ikincisi daha çabuk oldu tabii. Ben teslim ettim, Cantek baktı, yayın kurulu baktı, redaktör düzeltti, Cantek düzeltti ve basıma hazır hale geldi. Bir ay içinde falan bitti işi. İlkinde sadece beklediğim süre altı aya yakın. Bittiğini nasıl anlıyorum? Galiba şöyle, ben bir hikâye kafamda tamamlanmadan, ilk paragrafı ve son paragrafı kafamın içinde yazılmadan oturmuyorum başına. Öyküler biriktikten sonra da gerisi forma hesabı.

Seni yazarken besleyen şeyler neler?

Hayattır herhalde. Kitap hariç değil.

Yazma odan nasıl? Yazarken dış dünyaya kendini kapatıyor musun? Yazarken belli ritüellerin var mı? Kağıt – kalem ile yazanlardan mısın yoksa daktilo veya bilgisayar kullananlardan mısın?

 
Dağınık. Annelerin bir türlü ikna olamadığı o “bu dağınıklığın kendince bir düzeni var” dağınıklığında bir oda ve masa. Bilgisayarla yazıyorum ben. Elde yazdıktan sonra onu bilgisayara geçirmek eziyet gibi geliyor. O yüzden doğrudan bilgisayarda yazıyorum. Ama çok tembelim ben. Temize çekileceğini bilsem kesin deftere yazardım. Bir de gece çalışabiliyorum ben. Herkes, evdeki, apartmandaki, karşı apartmandaki herkes uyuduktan sonra. Müzik dinleyemiyorum. Ama Flash Tv izlemeyi severim çalışırken. 

Neden öyküden romana geçmeye karar verdin?

Öyle bir karar vermedim aslında. Romanla uğraşıyorum, bu ara çok fazla dergilere, şuraya buraya yazmayacağım dedim kendime. Onu da beceremedim gerçi, OT’la bozdum yemini. Ama öyküyü bırakmış değilim. Bırakmam da herhalde. Geçenlerde Levent Cantek de yine iştahlandırdı beni öykü yazmaya. Yazıyorum ben de, devam ediyorum. Öyküye devam romana selam; hayatımız slogan oldu. Yaşasın Gezi!

Türkiye'deki öykücülük hakkında neler düşünüyorsun? (Mesela neden bu kadar az değer gördüğü ve hep roman öncesi bir deneme gibi değerlendirilmesi yönünde senin fikirlerin nedir?)

İyi şeyler düşünüyorum. Çok güzel öyküler yazılıyor, çok güzel kitaplar çıkıyor. Hem de büyük büyük yayınevleri basıyor bu gencecik öykücüleri. Bu önemli bir gelişme. Çok iyi öykücülerimiz var, daha da iyileri olacak, göreceğiz. Bana öyle bir sıçrama tahtası gibi gelmiyor ama öykü. Yani aynı şeyler değiller bir kere. Öyküye bol su katınca roman olmuyor. Başka türlü kuruluyor, yazılıyor ve okunuyorlar. Kaldı ki öykünün sanıldığından daha itibarlı bir yerde durduğunu düşünüyorum artık. Güzel şeyler okuyacağız bence, çok heyecan verici. 

Sinemayla aran nasıl? (Bu aralar fazlaca Türk filmi izlediğini biliyorum ama genel bir soru olarak düşünebilirsin bunu.)

Sinemayla kötü ama filmle iyidir diyebilirim. Bir sağlık durumundan ötürü sinemaya gidemiyorum. Görsel ve işitsel uyaranların kuvveti beni kötü yapıyor. Ancak Nuri Bilge Ceylan filmlerine falan gidebiliyorum. Yeşilçam’a, özellikle de Safa Önal-Bülent Oran-Sadık Şendil üçlüsünün yazıp, Osman Seden’lerin, Atıf Yılmaz’ların, Memduh Ün’lerin, Erksan’ların, İnanoğlu’ların çektiği siyah-beyaz yılların filmlerine müptelalığım kaygı verici boyutlardadır ama. Orada bize şeklen benzeyen insanların yaşadığı erişilmez uzaklıktaki bir gezegeni izliyor gibi hissediyorum. Dünyanın en dibine denk geldi ömrümüz. Keşke kırk yıl daha önce doğmuş ve çoktan ölmüş olsaydım.

Neden Türkan Şoray?

Neden mi? Başkası da mı var?
 

10 dil bilmen senin hakkında en çok bahsedilen özelliklerin biri, bu diller hangileri?  Sence dil ile olan bu ilişkin yazmanı nasıl etkiliyor?

 
Benim on dil bilmem sadece Gülenay Börekçi’nin teveccühünden ibaret. Çünkü belli bir sayısal karşılığı olduğunu düşünmüyorum dil bilmenin. Dil, anlaşıyorsanız dildir. Bir insanla, bir yazıyla, bir sesle anlaşılabildiğiniz sürece o dili dil olarak kabul edebiliriz. Bunun dışındaki tüm dilbilgisi donuk bir ansiklopedik bilgi yığınıdır. Kaldı ki şöyle bir durum var. Hiç yabancı dil bilmiyorum,  diyen birinin bile Azerice, Kırım Tatarca, Irak Türkmencesi ve Gagavuzcayı doğal olarak anlayabileceğini kabul edebiliriz. Yani insan Fransızca öğrenmekle sadece bir dil yüklenmez, İtalyancayı, İspanyolcayı, Portekizceyi, Valoncayı hatta Rumenceyi de anlamayı kolaylaştıracak hatta anlaşılır kılabilecek bir paradigmayı Fransızcayla beraber alır. O yüzden şu kadar dil biliyorum demek pek itibar edilecek bir şey değildir. Hangi dilleri konuşuyor, yazıyor, okuyor, dinliyor, anlıyorsanız dil odur. Anladığım bazı diller var benim de. Ama annemin evin içinde, çarşıda, pazarda konuştuğu dille kurduğum ilişki sanırım daha çok etkiliyordur yazmamı.

Yazmanın ve çevirinin yanı sıra  akademik olarak da yoluna devam ediyorsun öğrendiğim kadarıyla. Master-doktora konuların nelerdir?

 
Etmiyorum. Hafazanallah, devam etmeyi düşünmüyorum bile hatta. Akademinin durumu malum, anlatmayayım şimdi emekli paşalar gibi uzun uzun. Benimki biraz askerlikle ilgili bir durumdu. Kamuflajları giymeyeyim derken tarih doktoru olacaktım neredeyse. Bir de tabii arkeoloji mezunuyum ben, işsiz kalacağım muhakkaktı. Akademiye yanaşmaktan başka çarem yoktu. Neyse ki temelli sıyrıldım artık. Eğlenceli konular çalıştım ama. Mastıra başvurmaktaki niyetim Türkiye Yahudilerinin modernleşmesini çalışmaktı. Sonra girdiğim bütünleşikte de çalıştığım konu ‘Türkiye Yahudilerinde Türk Milliyetçiliği’ydi. Şimdiyse bedelliyi ödeyeyim diye çektiğim kredi için çalışıyorum. Hayat.
 
 
Seninle ilgili internette araştırma yaparken Afili Filintalar’daki birkaç yazına da rastladım. Afili Filintalar ‘a ne zaman katıldın ve ayrılmayı düşünüyor musun?
 
Afili Filintalar ’la ilgili fikirlerimi daha önce Yalnızlar Mektebi ile yaptığımız bir sohbette anlatmıştım uzun uzun. İkinci baskı yapmayayım şimdi. Ama şu var. Afili Filintalar hala okuyucusu olan bir yazı ortamı. Burun kıvıranı kadar, ısrarla inatla okuyanı takip edeni de var, beğen beğenme. Okurun hazırda beklediği bir yer. İlk kitabımın çıktığı günden beri neredeyse, benimle öykülerini, romanlarını, kitap dosyalarını paylaşan insanlarla tanışıyorum. Bunların arasında yazmaya şaşırtıcı bir iştah ve yeteneği olan gencecik adamlar, gencecik kadınlar var. Onların öykülerini burada, kendi adıma ayrılan sayfada yayınlamak istiyorum. Artık adı Konuk Filinta mı olur ne olur bilemiyorum. Ama benim mail kutumda kalmasınlar, okuyucu bulsunlar ve geri dönüşler alsınlar istiyorum. Edebiyat-yazı blogları bu kadar hayati önem ve değerdeyken bu imkânı yeni öyküler okumak için kullanalım istiyorum. Elimde birikiyorlar. Paylaşacağım yakında.

 
Ve bir on yıllık gelecek planında yazar-akademisyen-köşe yazarı olarak hedefinde neler var?

Akademisyenlik zinhar, köşe belki, biraz elim rahatlarsa. Ama futbol yazmayı seviyorum ben, fırsat olması lazım. Kısmet. Ama öyküye romana ömür elverdikçe, akıl erdikçe devam etmek niyetindeyim. Yani anlatacaklarım oldukça tabii. Romanlarım var, öykülerim var, bakalım. Ömür olsun da.
 


15 Şubat, 2014


   


Öykü kitapları hakkında yazı yazmak bence zordur. Tek tek öyküleri anlatmaya çalışmak yazara haksızlık oluyor gibi geliyor bana; aradan öykü seçip anlatmaya çalışmaksa diğer öykülere haksızlıkmış gibi. Bu sefer önümde iki öykü kitabı var. İkisi de birbirinden güzel ve bizden.

Mahir Ünsal Eriş 1980 doğumlu genç bir yazar. "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" & "Olduğu Kadar Güzeldik" onun İletişim yayınlarından şu ana kadar çıkan kitapları. Açıkçası ben kendisiyle çok tesadüf eseri tanıştım. Bir gün bir arkadaşımı beklerken sıkılmamak için girdiğim kitapçıda "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"yi gördüm. Kitabın kapağı, bana küçüklüğümü hatırlattı, ailemle çıktığımız yaz tatillerindeki sahilleri. Bu sıcacık kitap kapağının çekiciliğine karşı koyamayıp aldım kitabı. Ben yeni tanıştığım insanlara karşı mesafeli ve hatta yabani denebilecek kadar da soğuk bir insanım. Bu kitabı okumaya başladığımda iyice fark ettim ki, yeni tanıştığım yazarlara ve kitaplara karşı da çok farklı değilmişim. Soğuk durdum en başta; "tamam bu ilk hikaye güzelmiş ama diğerleri de öyle mi bakalım" diye bilmişlik tasladım. Öyle hemen samimi olmadım yani. Sonra bir de baktım ki, kitabı bitirmişim. O kadar akıcı, kendini sevdiren bir dili ve o kadar farklı bir bakış açısı vardı ki, mesafeler bir günde kapandı.

Sonra ikinci kitabı aldım; "Olduğu Kadar Güzeldik". Ne yalan söyleyeyim bu kitabın kabı, diğerinden de güzeldi. Hatta babamla benim aşağıda yer alan fotoğrafımıza pek benzettim. Bu kitap da diğeri gibi kendini sevdiren bir kediydi.Yalnız aralarındaki "ağabey- kardeş kitap" olma durumu fark ediliyordu. İlk kitap acemiydi diyemem ama "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de hissedilen o "yeni" olma hali "Olduğu Kadar Güzeldik"te kendini daha olgun bir ağabey seviye çıkarmayı başarmıştı. Öyküler, karakterler daha oturmuş, ne dediğini daha net ifade eden öykülerdi.


 
Kitaplara geçmeden önce Mahir Ünsal Eriş hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Efendim, Mahir Ünsal genç bir yazar. Çanakkale doğumlu ve Bandırma'da büyümüş. Bu nedenle öykülerinde bu iki ile çokça rastlıyoruz. Kendisi -yanlış öğrenmediysem- 10 dil biliyor ve çeşitli kitap, makale ve öykü çevirileri de bulunmakta. Gümüşlük Akademi'de "Dil ve Etimoloji Atölyesi/ Dilbazlık Atölyesi" adı altında da bir atölye düzenlemekte. Öyküleri pek çok yerde Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes ile tarzları nedeniyle benzeştirilmekte. Kendisinin yorumuna göre de bu benzerlik; Emrah Serbes ve Barış Bıçakçı'nın da İletişim yayınlarının Ankara Bürosu tarafından 'keşfedilmiş' olmalarından kaynaklıdır. Öte yandan Eriş, gerçek okuyucu tarafından aslında o kadar "benzer" görülmediklerinin de altını çiziyor. Kitaplarda Balıkesir, Bandırma, Edremit, Çanakkale havası ağırlıklı, bir tutam Ankara da bulunmakta. Taşralı insanı anlatıyor ama aslında 1980 doğumlu çocukların hikayelerini anlatıyor. Bazı öykülerinde mizaha kayıyor dili, bazı öykülerde hüzün ağır basıyor. Bana her iki kitap içindeki favori öykülerini söyle derseniz ayrım yapmak çok zor olacaktır ama "benim adım Feridun" diğer öykülerinden bir adım daha öne çıkıyor benim için.



Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde

İlk kitabı olan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de 14 öykü bulunmakta; "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar", "kimi sevse gülderen", "biten bir aşkın ardından", "bana küstüler", "bilye hikmet", "her kanser erken ölümdür", "bir konsomatrisin hikayesi", "Ringo", "mektup yazacak gün", "hep klinsmann'ın yüzünden", "kadınlar hep olmadık zamanlarda", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum", "vakitlice gelmeyen çiş", "biraz uzunca bir diyet hikayesi".  Ben hepsini çok sevdim lakin; "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum" ve "mektup yazacak bir gün" adlı öykülerindeki mizah bana daha yakın geldi. Ben saçma ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan komik halleri severim. Bu öykülerde de öyle kendi içinde  komik - absürt durumlar vardı. Hüzünlü öyküler de vardı ama gerçek hayatın her yanı hüzün olduğundan ben diğer öykülere biraz  daha sempati ile baktım. Çocuklar üzerinden anlattığı "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar" ve "hep klinsmann'ın yüzünden" öykülerindeki dili de anlattığı yaşa inebilmesi nedeniyle başarılı buldum. Ancak "Ringo" her ne kadar güzel anlatılmış olsa da çok sevemediğim bir hikaye oldu; içinde barındırdığı kadın karakterle ilgili olarak. Bir de şunu not düşmeden geçemeyeceğim, bana öyle geldi ki; bu kitaptaki kadın karakterlerde hep kötü bir taraf vardı, ihanet eden, giden, sevemeyen... Belki ben çok takıntılı olduğumdan bana öyle geldi; belki de belli özelliklerdeki kadınları anlatmak daha kolay olduğundan yazar bu yolu tercih etti; bilemiyorum.


Olduğu Kadar Güzeldik



"Olduğu Kadar Güzeldik" içinde 8 öykü barındırıyor; "sen o zaman parasız yatılıydın", "benim adım Feridun", "işe çıkılacak gün", "kanatlarımız olsa be Metin", "malibu", "dayımın avrupa'ya kaçırılışı", "zehir miktarda", "stoper".  Hepsi de birbirinden güzel yine. Ama bu kitapta kendime bir favori belirmeyi başardım; "benim adım Feridun". Bu öykü benim hep bir gün denemek istediğim "kaybolma" ve sonrasında "başka biri olma" halini anlatıyor. Tam bir kaybolma yok bu öyküde biraz daha farklı bir  durum var ancak "başka biri olma" noktasında harika bir tahmin yürütmüş yazar. Öyküyü gerçekten de merak içinde ve soluksuz okudum. Her anında kendimi yerine koydum. Size de olur mu bilmem ama bana nadiren olsa Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki hal gelir; 

              

"bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup uyusam"

İşte bu öyküde hem "bir başkası olma" hem de bu "misafir olma" hali vardı. Bu öykünün dışında diğer çok sevdiğim öykü ise "dayımın avrupa'ya kaçırılışı". Bu öyküde bir annenin oğlu için endişelenişinin mizahı yapılıyor; hepimizin tanıdığı panik olmaya, abartmaya, korkmaya müsait bir anne ile sorumsuz, bir baltaya sap olamamış, hayırsız oğlunun hikayesi. Daha önce de belirttiğim gibi bu kitap bir önceki kitabına göre daha ayakları yere basan bir kitap ve içindeki tüm öyküler daha sağlam. Ben ayrıca "stoper" ve "malibu"yu da epey beğendim. 

Kısacası efendim, okumanız sırasında sizi dışlamayacak, size kibirle yukarıdan bakmadan bakmadan "göz hizasından" yazılmış öyküler okumak istiyorsanız; dil akıcı olsun, rahat okunsun diyorsanız; yakın zamana ait detaylar da bulayım diyorsanız bu iki öykü kitabını size tavsiye ederim.