İki Dil, Bir Bavul’un bir sahnesinde yoksulluk içindeki köyün okulunun öğrencilerinden
Zülküf (ya da Zilkif) ismi okununca yıl sonu karnesini almak üzere öğretmeninin
yanına gider, fakat öncesinde kendisine uzanan eli öpmesi gerekecektir. Öpmeye
çalışır fakat tutarak öpmeyi akıl edemez. Üstüne bir de öptüğü eli başına koyma
safhası vardır ama önce, “Tutup da öpsene oğlum,” der öğretmeni. Ve birkaç defa
tekrarlaması gerekir bunu çünkü Zilkif “tut” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmez,
daha çok, koca gözlerini öğretmeninden ayırmadan ânı kurtarma, doğru şekilde karşılık
vermeyi tutturmanın derdindedir. El öpme faslının ardından, Zilkif öğretmeninin,
yaz tatili planlarıyla ilgili sorduğu sorulara da benzer şekilde deneme-yanılma
yoluyla cevaplar verecektir. Film, köy deresinin serin sularında kendi
dillerinde oynaşan çocukların görüntüsüyle sonlandığında içimde yükselen
anlamsızlık (ve çaresizlik) duygusunu bugün bile anımsıyorum.
Benzer bir dalga, bu kez yüksek dozda
öfke ve kalp sıkışması içeren versiyonuyla, iki gazeteci Rojin Canan Akın ve
Funda Danışman’ın hazırladığı ve altbaşlığı 1990’larda
Güneydoğu’da Çocuk Olmak olan Bildiğin
Gibi Değil kitabını okurken, içimde kabardıkça kabardı. Aslında kitabın
anlaşılması hiç de zor olmayan bir dili, bir oturuşta okuyup bitireceğiniz
türde bir temposu olmasına rağmen, bu dalganın yüksekliği beni kitapla arama
mesafe koymaya, molalar vermeye zorladı yer yer. Neden? Çünkü bu, anlaması ve anlatması
zor bir kitap. Anlaması zor, çünkü insan insana nasıl bunu yapa(bili)r
dedirtecek türde acı ve şiddet içeriyor. Anlatması zor, çünkü “Üvey Kardeşin
Dilinden” başlıklı sunuş bölümünde Yıldırım Türker’in de belirttiği gibi,
acının ve şiddetin tercümesinde
kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dilin, birbirimizin acılarını anlama konusunda
bizi mahkûm ettiği yetersizlik duygusunu, yine kelimeler yoluyla, fark etmemize
fırsat sunduğu için çok değerli bir kitapla karşı karşıyayız. Bir de, bilmediğimiz
türden acılara bir ziyarette bulunma, anlama iddiasıyla olmasa da bir kapı
aralayabilme ve iade-i ziyaretlerin yolunu böylece açabilme gücünü, taşıdığı
elemden aldığı için belki de.
Akın ve Danışman, 1975-1980 yılları
arasında doğmuş ve çocukluk yıllarını 1990’ların güneydoğusunda geçirmiş 19 Kürt
genciyle yüz yüze yaptıkları görüşmeleri bireysel tanıklıklara dayalı
anlatılara dönüştürerek biraraya getiriyor. Görüşülen kişilerin isimleri anonim
tutulduğundan her anlatıcı yasaklanmış bir Kürtçe köy adıyla tanıtıyor kendini.
Kitabın görselliğindeki en çarpıcı yönlerden birisi ise her tanıklığın
siyah-beyaz bir “yaralı ev” fotoğrafı ile açılması. Kitapta da geçen “yaralı
ev” benzetmesini fazla edebî bulanlar olursa, “taranmaktan delik deşik edilmiş
ev” diye de ifade edebiliriz durumu. Bu anlamda, Akın ve Danışman, Türker’in de
belirttiği gibi, belge niteliğinde bir sözlü tarih çalışması sunuyor bize.
Kitabın F-Tiplerinde yasaklı kitaplar arasına girmiş, Selahattin Demirtaş
tarafından 2011’de Başbakan Erdoğan’a okuması için gönderilmiş bir kitap
olduğunu da ekleyelim.
Anlatıcının sosyal statüsü, ailesinin
yoksulluğu ya da hali vaktinin yerindeliği, yetiştiği ailenin aşirete mensup
olup olmaması yahut babasının devlet memuru olarak çalışıp çalışmaması gibi
faktörlerden bağımsız olarak, her cevapta yinelenen bazı kelimeler ve cevabı
büyük benzerlik taşıyan sorular var. Mesela, o dönemin yüksek tirajlı gazetelerinde
belirli aralıklarla uzatılması dışında gündeme gelmeyen Olağanüstü Hal’in bütün
halleri var: akşamları sokağa çıkma yasağı, boşaltılan köyler, gözaltında
işkenceler, kayıplar ve faili meçhuller, kaybedilenler, kaybedilmekten kıl payı
kurtarılanlar.
Devleti kim temsil ediyordu sorusu ise cevapların
benzeştiği sorulardan biri. O dönemin koalisyon hükûmetlerinin dilinden
düşürmediği “şefkat” sözcüğünün OHAL’ce karşılığının “şiddet”, “şefkat
görmenin” ise asker, polis, özel timler, kontrgerilla ile “içli dışlı olmak”
(!) olduğunu anlıyoruz tanıkların gözünde. Ayrıca, Hizbullah’ın ortaya çıkıp
faili meçhul olarak kayda geçen cinayetlerin faillerinden olduğunu, bünyesine
katmak için okul çağındaki çocuklara da yanaştığını öğreniyoruz.
Dolayısıyla, her bir tanıklık,
aşağıdaki iki örnekte de görüleceği gibi, türlü acı barındırıyor. Bu
örneklerden de, şiddetin her bünyede farklı izler bıraktığını, bazen iyileşmesi
zor ve derin yaralar açarak, bazense kılık değiştirerek şiddete tanık olanın
hayatında var olmaya devam ettiğini anlıyoruz.
“Faili meçhuller, ev baskınları
yüreğimi daha da sertleştirdi. ölüm denildiğinde umurumda olmazdı. O insanları
bir daha görememem bana bir sürü şey öğretti. En azından öğretti. Amcamın ve
arkadaşlarımın ölmesi, ölümü kabullenmek oldu. Ben onları çok aradım, okul
bahçesinde, mayın tarlasında... Aslında mezarlıkta yattıklarını biliyordum. Ben
neden orada yatmıyorum, diye düşünüyordum.” (sf. 66)
“Batı’da belki insanlar çocuklarına
farklı bir oyuncak alıyor, ama bizim çocukların aldığı şey silah. Bayramlarda hâlâ
burada çocuklara silah alınıyor. Patlayıcı madde alıp patlatmak en büyük
zevkleri. Çünkü daha çok hükmettiğini gördük silahı olanın.” (sf. 141)
Hemen her tanığın Türkçe ile kurdukları ilişki de,
o ilişkiyi belirleyen faktörler de benzerlik taşıyor. En temelde, neresinden
bakarsanız bakın tamir edilmesi neredeyse imkânsız, sorunlu bir ilişki
karşınıza çıkıyor anlatılanlardan. Okulda Türkçe ile tanışana kadar kendi
aralarında Kürtçe konuştuğunu, ilkokulu bitirene kadar Türkçeyi ancak
öğrenebildiğini, hatta ilk üç yıllık süreçte dersleri anlamadan takip ettiğini
söylüyor tanıklardan çoğu. Sınıfta elinde cop etkisi yaratan bir çekiçle gezen,
Kürtçe konuşuyor diye ayakkabısının topuğuyla vuran, kendilerine aptal
muamelesi yapan öğretmenlerin zihinlerinde yer eden hatıraları olduğunu
anlıyoruz okurken. Kürtçe konuşuyor olmakla “terörist” olmayı eş gören ve dolayısıyla
onları şiddete maruz bırakan algının o dönemlerde hâkim olduğunu söyleyenler
arasında “Aşağılayan öğretmen yüzünden Türkçeyi hiçbir zaman doğru düzgün
öğrenemedim,” diyen de var, “kendime kızıyordum Türkçem zayıf olduğu için,”
diyen de. İki bölümden iki çarpıcı alıntı:
“Öğretmen bizimle konuştuğunda ne
söylediğini anlamıyorduk. Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum.
Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim
tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı.
Ama ben isterdim iyi Türkçe konuşmayı.” (sf. 114)
“Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle
ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün
sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum, sosyal bilgilerden
soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak
kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu:
Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime düşündüm
ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçede “iyi” anlamına geliyor],
“Atatürk! Cevabını verdim.” (sf. 91)
Dolayısıyla, sembolik şiddet her anlatıda yüzünü gösteriyor. Bourdieu'nün tanımladığı üzere, sembolik şiddet, sistemin yarattığı eşitsizliklerin “doğanın kanunu” gibi gösterilip mağdurun kendisi tarafından içselleştirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bir kadının “iffet”ine zeval geleceğine inandırılageldiği için toplum içinde kahkaha atmakta bir beis görmesi ya da maden ocağında çalışmaya mahkûm bir gencin, yoksun geçen çocukluğunun tek sorumlusu olarak kendini ve ailesini görüp paralanmasındaki gibi, bir Kürt gencinin iyi Türkçe konuşamadığı için kendine kızmasını da sembolik şiddet olarak okuyabiliriz. Özellikle doksanların dışı şefkat süslü, içi şiddet yüklü ortamı düşünüldüğünde. Peki bu durumda, bu kitabın sağladığı türden bir tercümenin, doğal gibi görünendeki yapaylığı, dört bir taraftan bizi kuşatan bilgideki öznelliği, savunulan değerlerdeki göreceliliği görünür kılarak şiddetin kaçınılmaz ve dolayısıyla meşru kılınmasını engelleyebileceğinden bahsedebilir miyiz? Bildiğin Gibi Değil, bu çerçevede baştan sona şiddetin tercümesi olarak okunabilecek bir kitap. Kürtçeden Türkçeye, Doğu ile Batı arasında, geçmişten bugüne, diller ve kültürler arası bir tercümesi.
Her görüşmenin son bölümünde öne çıkan iki
anahtar sözcük bu nedenle bu kadar üstünde durup düşünmeye değer: “affetme” ve “barış(ma).” Devletten mutlaka bir
özür bekleyenler, affetmek isteyip de edemeyenler, “ben affetsem, vicdanım
affetmez” diyenler ama her hâlükârda barış isteyenler, barışmayı önemseyenler
var çünkü bu tanıklar arasında. İki ateş arasında kalanlar, çocuk yaşta on yaş
büyümek zorunda kalanlar, panzerle ezilmiş kafatasının görüntüsü aklından hiç
çıkmayanlar, dağa çıkanlar, çıkmaktan caydırılanlar, çocuk yaşta zorla
evlendirilen erkekler, hem kocadan hem devlet babadan şiddet gören, cehennemi
iki misli yaşayan kadınlar, havai fişek sesinden korkan yetişkinler, susanlar,
susturulanlar en nihayetinde, “affetmek mümkün müdür bilinmez ama barış hepimiz
için elzem,” diyebiliyorlar.
Bitirirken, kitabın başlığı üzerine bir nebze kafa
yormak yerinde olabilir. Bilmiyorsun, bilmezsin ya da ben biliyorum,
değil. Anla(ya)mazsın, hiç değil. Bildiğin gibi değil. İki soruyu peşi sıra
sorduran bir başlık. Bildiğini zanneden kim, yani kitap kime hitap etmeyi
arzuluyor? Bilinmeyen ya da bilindiği zannedilen ne ola ki? Peki ya, neden? İlk
sorunun cevabı yukarıdaki alıntıda da bahsi geçen Batı’dakiler olmalı. Ama bu
Batı, Türkiye’de Batı’yı yerme klişelerine girişilince adı geçmezse olmazlardan
olan İzmir’in de içinde bulunduğu Ege Bölgesi ile sınırlı değil, OHAL
bölgesinin batısına düşen her ili kapsıyor benim görüşüme göre. İkinci soruya
gelince, safça bir soru elbette. Hatta, 2013 Yazı’nın Türkiye’de 90’ların
tarihi gibi yazılmasına başından itibaren fırsat tanınmadığından salakça bir
soru gibi bile gelebilir. Ama bir bilgi zihinlerde yerleşmeye görsün, sevgili
okur, yanlışsa düzeltilmesi, hükmediyorsa al aşağı edilmesi bir travmanın
izlerini beyinden silmek kadar zor olmalı. Tam da bu yüzden, “bildiğin gibi
değil” cümlesinin gündelik dildeki kullanımıyla da birlikte düşünüldüğünde
1990’lara dair tanık olmadan yüklendiğimiz bilgileri sorgulama ve ezberleri
bozmaya davet amacına çok uyan bir seçim olduğunu düşünüyorum. Özellikle de,
kitabın “birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla” yazılmadığı
noktası hatırlandığında. O bakımdan, ikinci soruya cevaben, bilindiği gibi
olmayan her acı sahibinin sesinde gizlidir, demek yeterli olacaktır diye
düşünüyorum. 1990’ları medyadan izlemiş her kimse, ona, orada yaşananları
sahibinin sesinden dinlemeye bir çağrıdır bu kitap.
İsrail’in Gazze’yi bombalamayı sürdürdüğü
şu günlerde, bu yazının içeriğine de uyacağını düşündüğüm bir videoyu paylaşarak
bitirmek istiyorum, çünkü barış gerçekten de hepimize lazım, özellikle
şimdi her zamankinden daha çok.
0 yorum :
Yorum Gönder