kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz, 2014


Bazı kitaplar vardır. Sizi şok eder ve her satırıyla yerinize mıhlar. Hele ki bu kitabı ergenliğe adım attığınız yıllarda okumuşsanız ruhunuzda derin izler açar. Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın” isimli romanı da benim için bu romanlardan biri. Yaklaşık 20 yıl sonra tekrar okuduğumda etkisini hiç de kaybetmediğini görmek ise dönemler ötesi bir eser olduğuna kanıt.
Pınar Kür, Türk edebiyatının en verimli ve kendine kadının romanını yazmayı şiar etmiş yazarlarından. Son dönemlerde yaptığı yorumlar ve aydın kimliğiyle ilgili tartışmalara burada girmeden yorumum öncesi  “Asılacak Kadın” hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse; ilk kez 1979’da yazılmış olan roman, Müjde Ar’ın başrolünde olduğu bir filme uyarlanmış, hakkında dava açılmış aslında gerçek bir olaydan uyarlanmış bir eser. Romanın ana konusu bir cinayet ancak bir cinayet romanı değil. Katili bulmak değil amaç. Katil belli ama aslında gerçek suçlu herkese göre farklı. Eseri enteresan kılan da bu, asıl suçlunun kişiye ve onun yaşadıklarına göre değişmesi.
Roman bir cinayete dair faklı bakış açılarının olduğu üç kısımdan oluşuyor. Dava zanlılarından, romanın ana karakteri Melek’i idama mahkum eden yargıç Faik İrfan Elverir’in geceyarısı düşünmeleri; Melek’in hücrede düşündükleri ve cinayeti işleyen Yalçın’ın yazdıkları. Kür’ün de tanımıyla “ezen-ezilen-kurtarıcı” üçgeni. Cinayet kurbanı Hüsrev de genel olarak kadınlarla ilişkilerinde tatmin yakalayamamış, o nedenle de Melek’e cinsel sapkınlıkları ile işkence eden hasta bir ruh ve onun hayatına dair yansımalar da romanda bulunuyor.
İlk kısma damgasını vuran yargıç Faik’in ezikliğini duyduğu kurtulamadığı geçmişi ve kadınlarla olan sorunlu ilişkileri. Bir sınıf atlama hikayesi bakış açısı söz konusu. Ona göre kadınlar “Pis. Ne kadar yıkanmış olsa da pis”. Pis kokmak fakirlik ve eziklik göstergesi onun için. Gündelikçi annesiyle başlayan, kendisini aldatan karısıyla yüzleşemeyen ve Melek’te ortaya çıkan bir kirlilik algısıyla bütün kadınları suçlayan ve taraflı bakan bir yargıç Faik. O kadar kendinden emin ki “Pisliğin ta kendisi. Masum olamaz onun gibiler. Bilmez miyim. Aralarında büyüdüm” diyerek önyargı ile Melek’in suçlu olduğuna kesin kanaat getirmiş, sözde adaleti sağlamakla yükümlü bir insan aslında. “Ben erkek kadın ayırt etmem” deyip dava hakkında şerh koyduran kadın hakime gönderme ile hissi karar verdiğinden kadından hakim olmaz diye taraflı bir insan olarak kadınların bütün yaptıkları yanlış ya da belli bir gizli amaca yönelik. Gerçekleri kendine göre çarpıttığından Melek’in sevgilisini kandırarak kocasını öldürttüğünü iddia ederken aslında öldürülen Hüsrev’in sadece zenginliği bile onun kafasında bir üstünlük ve haklılık belirtisi.
İkinci kısımda ise olayın faillerden Melek, eğitiminin elverdiğince kendi şivesiyle aktarıyor yaşananları. Nokta işareti olmadan, bir sürü imla hatasıyla ve şiveyle. Çünkü kendisi, çünkü gerçek. Hüsrev bey’in cinsel sapkınlıklarının etkisiz öznesi.  Hüsrev bey’in tutkuyla bağlandığı Josette’in kötü bir kopyası. Edilgen, ezik ve her türlü muameleye sessizce kabullenmiş, kullanılmış bir kadın. Hiçbir şeyi sorgulamayarak, hiçbir şeye karşı koymayarak kaderini kabullenmiş olması, Türkiye’deki kadına biçilen rolün de bir resmi aslında.
Son kısımda ise kendine kurtarıcı rolü biçmiş Yalçın’ın olaya bakış açısı mevcut. Olayların ana sahnesi yalının bahçıvanın oğlu Yalçın, Galatasaray’da okurken yaşadığı dönüşüm ile sol görüşü benimsemiş bir genç adam. Melek’in hayatını kurtarmayı kendi görevi sayıyor ve karısı Melek’i başka erkeklerle ilişkiye girmeye zorlayan ve bundan zevk alan Hüsrev’i öldürüyor. Solcu bilinci ile “buraya gömülen senin köleliğin” diyerek kendini yüceltiyor. Ancak bunu yaparken “Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek’e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına göz yummasıydı sanırım” demesine rağmen Hüsrev’in çirkin oyunlarına dahil olmaktan da geri durmuyor. Melek’in “Kurtarmasını biliyordu diğerleri gibi çökmeyeydi üstüme” diyerek özetlediği gibi kurtarmaktaki amaç kendinin önemini vurgulamak aslında. Cinayet sonrası düşünürken ve Melek’in sessizliğini de yorumlarken ise aslında aydınlanma yaşıyor ve yaptığımı hatayı şu satırlarla anlatıyor: ”Oysa ben kurtarmaya kalkıştığım için şimdi ölümü bekliyor o. Nasıl da yalan yanlış yaptım her yaptığımı. Yaptık her yaptığımızı.” Melek’e gerçek bir insan değil de bir kavram olarak baktığından o da kötülük yapıyor aslında. Bu kavramı da genelde kadınlara ithaf edilen –babasının da bahçıvan olmasıyla bağlantılı olarak- çiçek türleri ile sembolize ediyor, çünkü o da gerçeklerden uzak bir insan. Ağaçtayken sağ ve beyaz koparılınca solan bir manolya, rüzgarla sürüklenen bir zambak ya da koparılmış ve vazoya konmuş bir gül. Ona göre her halükarda edilgen bir varlık, “.. düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti.”
Bütün karakterler, insanın ruhunun evrenselliğini dönemler ötesinde yansıtmasıyla bir başucu eseri aslında. Kitabı tekrar okudukça insan ırkının yaşadıklarından ders almadığını görmek, gerçekten de üzücü. Kitap ile ilgili davada yaptığı savunmada Pınar Kür gerçekten de dönemler üstünde insanlığın kolektif bilincine dair çok güzel bir şey söylemiş: “Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektedir.” Keşke herkesin kulağına küpe olsa bu söz.

23 Haziran, 2014



“Bu bulmacayı çözmeyi sana bıraktım. Kitap, senin. İster katılımsal ögelerden yararlan, ister yüz binlerce öbür ögeden…”


Tomris Uyar’ın, farklı dönemleri, şehirleri, kişileri, hatta geçmişi ve bugünü bir araya getiren ve birbiriyle kesişen kısa öykülerinden oluşuyor bu kitap. Yalın bir anlatımı var. Kısa olmasına rağmen birçok konudan derinlemesine bahseden, özenle yazılmış, inceliklerle dolu geniş bir içeriğe de sahip.

Kitap, duvarında asılı duran yağlı boya portresinden yola çıkarak, Otuzlar Kadını’nı –aslında annesini- anlatmak isteyen bir kadın yazarla başlıyor ilk öyküsüne. Alışılagelenden çok farklı bir anlatı sunacağı hem bu çıkış noktasında hem de yazarın Otuzların Kadını’nı nasıl anlatacağından bahsettiği sayfalarda görülüyor.

Öncelikle “kişiliğini, bulmaca yöntemiyle çözmeliyim” diyor Otuzların Kadını için yazar. Sıradanlaştırmadan, “bir nostalji nesnesi” haline getirmeden, “kurgulanmayı değil, anlatılmayı bekliyor” dediği Otuzlar Kadını’nı, “çok-yazılandan, çok-özlenenden, herhangi bir çok’tan ayırıp”, “kendi yerine” oturtmayı deniyor.

Sonra, 1917’de Selanik’te doğan ve 1964’te de vefat eden kendi Otuzlar Kadını’nın hayat hikâyesini üç ayrı dönemde anlatıyor. Bu üç dönemde, Otuzlar Kadını’nın, kızının deneyimlerinin ve birçok farklı dönemlerin iç içe geçtiği bir anlatımda bu bulmacayı çözmeye çalışıyor(uz).  

Otuzların Kadını'nın, Tomris Uyar’ın kendi hayat hikâyesinden izler taşıyan ya da kesitler sunan otobiyografik bir yanı olduğu şüphesiz. 1992 senesinde yayımlanıyor. Bir yanda 1930’ları, 1930’ların kadınlarını, erkeklerini, ilişkilerini, bir yanda da 1980’ler ve 1990’ların ilk yıllarındaki Türkiye’yi ve o dönemi yaşayan bir kadın yazarın deneyimlerini anlatıyor aslında. Tomris Uyar, bu kitapta geçmişe bakarken sık sık içinde bulunduğu zamana da gidiyor. İlişkilerinden, annesinden, babasından ya da aklına takılan birçok konudan bahsediyor

          Ayrıca çok sahici bir şekilde yazıyor anlatmak istediklerini Tomris Uyar. 1930’larda gençliğini yaşayan annesini ya da babasını anlatırken, kendine dönüp, Körfez Savaşı sırasında katıldığı toplantılardan ve protestolardan ya da bir tren yolculuğunda tesadüfen tanıştığı bir kadınla yaptığı yolculuktan bahsederken, ya da karakterlerinin iç dünyalarını yansıtan tepkileri aktarırken, Tomris Uyar’ın anlattıklarının hep çok tanıdık gelen bir yanı olduğunu söylemek gerekir. 

 Otuzların Kadını, özlem dolu, dokunaklı, çoğu zaman öfkesini göstermekten de çekinmediği bir kitabı Tomris Uyar’ın. Anlattığı öyküleri ise Otuzların Kadını portresinin sınırlarını aşıp, çoğu zaman bizimkilerle de kesişiyor.


04 Mayıs, 2014

"Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler!"

Daha önce anlamadan okuduğum kitaplardan biriymiş Sait Faik Abasıyanık'ın "Kayıp Aranıyor" romanı. İlk kez 1953 yılında yayınlanan bu roman, başka bir bölümü olmamasına rağmen "I" no.lu bölüm numarasıyla başlar ve Sait Faik'in oldukça yalın, yalın olduğu kadar derinlikli anlatımı sayesinde başlandığı gibi bir nefeste okunup biter.

Okuduğum her kitapta kendimden bir şeyler arayıp bulup, kitaptaki bir ya da birkaç kahramanı kendimle özdeleştirerek, onu hislerime, söyleyemediklerime tercüman etmek isterim. Bu kitapta kahraman bence tek: Nevin. Ankara'da kendisi gibi gazeteci olan eşiyle yaşayan, emekli konsolos Vildan Bey'in saadeti arayan ve sorgulayan, 'hayatı yaşayarak münakaşa edip bir neticeye varmaya çalışan' kızı Nevin. Kitabın bazı yerlerinde Nevin, insanların kendisini hep "konsolosun kızı" "gazetecinin karısı" ya da "Balıkçı Cemal'in aftosu" olarak tanımladığını söyler ve bunu kabul etmiş gibi dursa da aslında bu durumdan rahatsız olur. Nevin'den bahsederken benim de daha ilk cümlemde bu tanımlamaları kullanmam ya kitabın etkisinden ya da ataerkil sistemin iliklerime kadar işlemiş olmasındandır. Ben tabii ki ilk seçeneği tercih ediyorum.

Nevin, geleneksel olan annesinden ziyade (bu romanın genel havası boyunca da Türk romancılığının ana konularından geleneksel-modern, Batı-Doğu ayrımını ve bu ikisi arasında kalmış ya da bu ikisini harmanlamış yaşamları çok net görüyoruz.) kızının nasıl isterse öyle yaşamasını isteyen babasının etkisi altında yetişmiştir. Konsolos Vildan Bey, "insanın kendi hayatını yaşamasını, her şeye rağmen yaşamasını öğrenmiş, kızına da bunu öğretmişti(r)." İnsanın hayatı boyunca 'ahlak' denen duvarın sınırlarını çok da zorlamadan, gözünü kapadığında hatırlayacağı mutluluk ve zevk anıları biriktirmesi gerektiğini savunur Vildan Bey. Burada biraz önce bahsettiğim Doğu gelenekselciliği ile Batı modernizminin arasında kalan bir baba görüyoruz aslında: Hayatını istediğin gibi zevkle yaşa; ama ahlak sınırlarını da çok zorlama. Vildan Bey'in şu cümlesi aslında bu konuda bize ayna tutar: Yaşamın her şeklini meşru, kitaba uyar bir hale soktuktan sonra hiçbir şeyin zararı yoktu(r). Vildan Bey böyle söylüyor; ancak meşru ya da kitabına uyan sınırlar içinde bir kimsenin kendi hayatını tam olarak istediği gibi yaşayabilmesine ne kadar imkan vardır ki? 'Modern' sayılabilecek zihinler, bir yandan dinin "günah"ını yok sayarken, diğer yandan toplumun "ahlak"ını meşru görerek mı özgürlük alanını belirliyor?

Vildan Bey'in bu hem özgürlükçü hem de bilinçsizce de olsa sınırlayıcı mesajlarıyla yetişmiş Nevin, hayatı boyunca hep bir şeylerin peşinde koşmuştur. Saadet de bunlardan biri ve en temeli olmuştur. Daha doğrusu, okuduğu tüm romanlarda, öykülerde, şiirlerde saadeti bulması ve onunla yaşaması gerektiği mesajını almıştır. Kocası Özdemir'le evlenmesinin nedeni de budur aslında. Saadet arayışı içerisinde ulaştığı sonuçta, hem toplumun kendisinden beklediği, kabul ettiği ve babasının ilettiği gibi meşru ve tehlikesiz bir yaşamı olacak hem de istediği yaşam buymuşcasına o yaşamdan zevk alacaktı. Mutlu olacaktı işte, ötesi yoktu. Ona her koldan dayatılan ve bulmasının zorunlu olduğunu hissettiği yaşam tam da bu değil miydi? Toplum gözünde statüsü olan bir adam ve onunla yaşayacağı bir yaşam... Ama bunun çok da öyle olmadığını Özdemir'in kendisini aldattığını gördükten sonraki buhran döneminde ve ondan kaçıp ailesinin yanına, İstanbul'a geldikten sonra sığındığı Balıkçı Cemal'le yaşadıklarından sonra anlayacaktı. Aslında saadet, olmak zorunda değildi. Mutluluk içerisinde yaşayan insanların da gelip dayanacağı yer boşluk değil miydi? Benim de hep savunduğum (ya da kendimi rahatlatmak için arkasına saklandığım diyelim) düşünceye göre, insanlar ne kadar mutlu ya da mutluymuş gibi yaşasalar da en sonunda herkes ölmeyecek miydi? Hayat, önü ve arkası boşluk olan bir şeyse, onu mutlu ya da mutsuz olarak yaşamanın ne anlamı vardı ki? Bu sebeple belki de saadet denen şeyi, hayatın kalitesini ölçmekte bir kıstas olmaktan çıkarmak ve onun yerine arzu, aşk gibi şeyler koymak gerekiyordu.

Otel odası buhranı...
Özdemir'in kendisini, kendi evinde bir meslektaşıyla aldattığını görüp evi terk ettikten sonra Nevin'in otel odasında yaşadığı buhranı o kadar güzel anlatmış ki Sait Faik, okurken sizin de kalbiniz sıkışıyor, nefes alamıyorsunuz, siz de bir titreyip bir güçlenip, kendinizi ipsiz bir uçurtma gibi hissediyorsunuz. Hele ki Nevin'in, yaşadıklarını unutup İstanbul'daki yeni hayatına alışma sürecini anlatırken pazartesi günlerine yüklendiği öyle bir bölümü vardır ki kitabın, dönüp dönüp tekrar okumamak elde değildir bu bölümü.

Bu süreçte Özdemir'e çok kızarken aynı zamanda, Özdemir'i affetmek, onunla tekrar birlikte olmak eğilimde olan Nevin'e de kızıyorsunuz. Öte yandan da seven bir kadının affedicilik ve unutkanlık boyutlarını az çok biliyorsanız, Nevin'e empatiyle yaklaşıp dönüp bir de kendinize kızıyorsunuz. Affeder gibi yapsa da affetmiyor Nevin. Özdemir'i iyi tanıyor çünkü. Özdemir'in kendisini tıraş sonrası rahatlamak amacıyla sürdüğü kolonya gibi gördüğünü, bu aldatma meselesinden sonra hayatı boyunca kendisine köle olabilecek kapasitede olmasına rağmen, onu rahat ettirmek amacıyla doğmadığını söylüyor ve hayatından çıkarmaya karar veriyor. Sadece onu değil aslında, herkesi hayatından çıkarıyor Nevin. Daha doğrusu herkesin hayatından kendisi çıkıyor. Nevin'i öldürüyor Nevin ve nüfus cüzdanında yazan diğer isimle, Ayşe olarak yeni bir hayata doğuyor. Arkasında sadece babası emekli konsolos Vildan Bey'in çeşitli aralıklarla kendisi için yayınladığı "Kayıp Aranıyor" ilanı bırakarak...

Bu kısacık romanda; geleneksellik, modernite, mutluluk, güven, huzur, aşk, özgürlük, gazeteciler, gazetecilik ve bu mesleğin "patronun düşünmesi  ve devletin siyaseti" eksenli olmak zorunda olması, kadın olmanın zorluğu, kendisinden vazgeçilen adamın ilk başvurduğu şeyin şiddet olması, yeniden doğmak için her şeyi geride bırakmak zorunluluğu gibi birçok şey bulabilirsiniz. Yarınki pazartesiye de göz kırparak, okurken oldukça keyif aldığım aşağıdaki satırlarla bitiriyorum yazımı:

"Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! Pazartesi! Sanki pazar bir şeymiş de onun bir de yarını, ertesi günü var. Ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git pazartesi sen de! Sende de iş yok! Sen de salıya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile görmeden; yalan söyleyerek insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, çarşambaya doğru yürüyen bulada bir salı ile kol kola geçip gideceksin. Yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! Cumartesi… Hele bu ertesiler yok mu ertesiler? Bu ertesiler, kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. Sanki devam ediyorlar. Sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar!
(...)
Amerika’ya daha şimdi giriyorsun. Japonya ötelerinde, Büyük Okyanus’un bir yerinde az sonra sen bir salısın budala!
Ulan pazartesi! Sen bir tarafta pazar, bir tarafta salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde."


17 Kasım, 2013


Bir bitişi anlamanın en iyi yolu başlangıca bakmaktadır...Hallaç, 5 ay önce aramızdan ayrılan Leyla Erbil'in ilk öykü kitabı olarak bize yazarın edebi hayatı ile ilgili bir başlangıç sunmakta.

Yazar bu kitabı ile aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair konular üzerinden burjuva yaşamındaki ikiyüzlülüğe ve yapaylığa eleştirel bir bakış açısı sunar. Kendine has düzenlediği söz dizilimleri ve noktalama işaretlerini yeniden yarattığı (üç virgül, virgüllü soru işareti gibi ) ya da hiç kullanmadığı biçimsel bir çatı içinde öykülerini işler. 

Biçimsel zorluklara karşı ilgim de olduğu için ilk başta öykülerin içeriğinden ziyade yazarın üslubu ve biçimsel unsurlarının etkisi altında kaldığımı itiraf etmeliyim. Beni istediği yöne çekti tabi buna izin vermiş de olabilirim! Bu biçimsel salınımın etkisi ile geçen ilk bölümün ardından Sait Faik Abasıyanık'ın anısına diye başlayan ikinci bölümde artık direnç göstererek daha fazla savrulmadan devam ettim. Bu arada yazarın eserlerinde Freud' dan etkilendiğini ve 'Psikaniliz yöntemlerden' yararlandığını belirtelim. Bu da yazarın tarzını farklılaştıran önemli unsurlardan biri.
Yazar başta burjuva yaşamındaki yapaylığı öykülerinde yansıtırken okuyucuya bunu dışarıdan gözlemlediği hissini veriyor. Ama ardından alaturkaya, gelenekselliğe karşı kurduğu eleştiri ile bir anda karakterle kendinizi yan yana bulabiliyorsunuz. 'İncik Boncuk' öyküsü bunun en güzel örneklerden biri. Öyküde tren yolculuğunda aynı kopartmanda oturan iki kadının sohbeti üzerinden kadın, aile ve cinsellik konularında alaturkaya karşı bir eleştiri yapılıyor.

Kitabın ilk basım tarihi 1960 ve öyküler bu yıllarda geçiyor. Ancak günümüzde hali hazırda devam eden aile, kadın, cinsellik, geleneksellik ve alaturkaya dair toplumsal çelişkileri ele aldığı için öyküler bizi aslında pek yabancısı olmadığımız bir dünyaya sokuyor.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın aday olan Erbil'in ifadesiyle Hallaç, “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatır. Son olarak, eğer üç virgüllere kapılıp gitmezseniz kitap karakterler gibi okuyucunun da 'seçmeye gitmeyen insan' olduğunu yüzüne vuruveriyor. Uyaralım...