20 Ağustos, 2014


Yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Vedat Türkali’nin romanlarını biraz sonra yorum yazacağım kitabını okuyana kadar okumamıştım. Türk Edebiyatı'nın en önemli kalemlerinden birini bu zamana kadar okumamış olmak da benim utancım olarak burada dursun. Aslında kendisinin senaryolarına daha fazla hâkimiz her halde, tanıdık hikâyeler bizim için. Mesela “Fatmagül’ün suçu ne?”

Güzel bir Ege kasabası Selimiye'den

Yalancı Tanıklar Kahvesi, 60’ların sonundan 80 darbesine kadar olan bir zaman aralığında geçiyor. Türkiye tarihine damgasını vurmuş bu dönemde yaşanmış, Maraş ve Çorum katliamları gibi belleklerde yer edinmiş olayları kitabı okurken tekrar hatırlıyorsunuz.


Kitabın ana kahramanı Muhsin, en yakın arkadaşı Salih’in de yönlendirmesiyle sol görüşü destekleyen bir devrimci. Kitabın bölümleri de Muhsin’in hayatında yaşadığı önemli değişikliklere göre ilerliyor. İlk bölümünde - aslında kitabın geneline de hakim olan - Muhsin’in kafa karışıklığına ve ciddi ilişkiye yanaşmayan aşkı Reyhan’la ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Salih’in vurulması ve babasının ölmesiyle kişiliğinde yeni çalkantılar yaşayan Muhsin’in memleketine dönüşü ve orada insanlarla olan iletişimi sonucu yaşadığı değişim takip ediyor bu süreci.
Muhsin’in kafa karışıklığı hayatının her yerine yansıyor. Ne politik görüşünde, ne özel hayatında karşı cinsle olan ilişkilerinde bir karara varıp ve bu kararın da arkasında durmak gibi bir duruş sergileyebiliyor. “Kendine bir yol bulman gerek,” önerisine “O yolu göstersene bana” diyerek cevap veren bir karakter. Ağa çocuğu olarak hiçbir maddi sıkıntı çekmemiş ve ailesinin – özellikle de annesinin el altından - gönderdiği paralarla hayatını devam ettirirken Salih ile sınıf tartışmaları yapıyor. Babasının zenginliğinden hoşlanmadığını söylerken bunu köylüye nasıl anlatacağını bilemiyor ve “Güzel de, neyi, nasıl anlatacaktı; bilmiyordu ki. Bu topraklar sizin mi diyecekti!” diye düşünüyor.
Muhsin’in kitap boyunca iletişim içinde olduğu kişiler de farklı politik görüş ve bakış açılarını yansıtıyorlar. Kısaca, küçük bir Türkiye panoraması diyebiliriz. Solcu Salih, her şeyin en doğrusunun kendi düşündüğü gibi olduğunu savunan ve devrimi onların yapması gerektiğini düşünen, bir nevi tutucu diyebileceğimiz bir insan. Nedim Hoca hem kültürel birikimi hem de halkla empati kurabilmesi açısından aklın sesini temsil ediyor kitapta. Sahip olduğu kitapçı Fide de ismiyle de yansıtıldığı gibi özgür ve demokratik düşüncenin aşılandığı  “Ekmek, kitap çalanlara ceza olmaz! Ülkeyi çalıyorlar, kitap çalanla mı uğraşacağız?” ile belirttiği gibi kitap çalınmasına ses çıkarmayan bir yüce gönül. Rüştü ise halkın dinle olan ilişkisini farklı bir gözle yorumlayan ve antikapitalist müslümanlık çizgisinde olan bir dost olarak farklı bir ses. Özellikle Rüştü’nün sözleri entelektüel hezeyanlarımız içindeki bizlere bir tokat gibi çarpıyor bence: “En güçlü inancının karşısına dikileceksin; o da gelecek! Aklın alıyor mu?” “Doğru benim dediklerimdir!” diye kesin yargıyla girdin mi tartışmaya, yerinde sayar durursun! Bu bizim temel eksiğimiz”. Nedim Hoca da bu noktada kendisi “Bu din sorununda biz terse düştük Muhsinciğim. Bir türlü barışamadık bu halkla. Yalnız sen, ben değil, toptan yalnız kaldık! En doğruyu söyledik, kaç kişi geldi yanımıza?” sözleriyle eleştirerek akıl tarafını yeniden öne çıkartıyor. Hocanın her cümlesi bir motto aslında: “Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe tartışmalarına kalkışmayın halkla...Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini gösterin!”
Zevkle okuduğum kitabın en sevdiğim yönü, Türkiye’nin belki de en devinimli siyasi dönemini insani bir bakış açısıyla anlatması. Ülkenin yaşadığı çalkantıyı insanların gözünden okumak dönemi daha iyi anlamamı sağladı. Sadece siyasi görüş değil, Muhsin’in kadınlarla olan ilişkisi de okumayı zevkli hale getiren bir nokta. En sıkıntılı noktalarda bile kadınlara dair iç sesi ve cinsellik ile ilgili düşünceleri kitabın gerçek insani yönü de diyebiliriz aslında. Diğer beğendiğim bir yön ise şimdiki zamanla kurduğum bağlantı. Siyasetin çürümüşlüğü, bireysel alan olan dinin kamusal bir konu haline getirilmesi kendi içimde de sorguladığım ve yanıt bulamadığım konular. Tabi içime sinmeyen noktalar da mevcut. Biri, şive kullanımı. Kitapta Ege şivesi kullanımının çok fazla karikatürize edildiğini düşünüyorum. Muhsin’in köyündeki insanlarla olan diyaloglarının bu zorlama şive nedeniyle bana uzak kaldığını söyleyebilirim. Burada aslında kitap boyunca “Yüzeysel bilgiler, yarım yurum, sığ kafalarıyla koca koca savlara kalkışan ünlü aydınlarlaydı sorunu,”cümlesinde olduğu gibi eleştirilen uzak aydın duruşu sergilenmiş gibime geldi. Muhsin gibi ancak uzaktan bakabiliyoruz insanlara bu yüzden. Çok doğru bir eleştiri yapılırken, eleştirilen şey kitapta tekrar vücut bulmuş.

PS: Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyormuş. Adliye karşısındaki kıraathanede davanın seyrine göre fikir değiştiren ve tanıklık yapan kişiler mevcutmuş. Gerçekliğin yalanla birbirine girdiği bir diğer nokta işte.

PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)

0 yorum :

Yorum Gönder