Yazıma bir itirafla başlamak istiyorum. Vedat Türkali’nin
romanlarını biraz sonra yorum yazacağım kitabını okuyana kadar okumamıştım.
Türk Edebiyatı'nın en önemli kalemlerinden birini bu zamana kadar okumamış olmak
da benim utancım olarak burada dursun. Aslında kendisinin senaryolarına daha fazla hâkimiz her halde, tanıdık hikâyeler bizim için. Mesela “Fatmagül’ün suçu ne?”
Yalancı Tanıklar Kahvesi, 60’ların sonundan 80 darbesine
kadar olan bir zaman aralığında geçiyor. Türkiye tarihine damgasını vurmuş bu
dönemde yaşanmış, Maraş ve Çorum katliamları gibi belleklerde yer edinmiş
olayları kitabı okurken tekrar hatırlıyorsunuz.
Kitabın ana kahramanı Muhsin, en yakın arkadaşı Salih’in de
yönlendirmesiyle sol görüşü destekleyen bir devrimci. Kitabın bölümleri de
Muhsin’in hayatında yaşadığı önemli değişikliklere göre ilerliyor. İlk bölümünde - aslında
kitabın geneline de hakim olan - Muhsin’in kafa karışıklığına ve ciddi ilişkiye
yanaşmayan aşkı Reyhan’la ilişkilerine tanıklık ediyoruz. Salih’in vurulması ve
babasının ölmesiyle kişiliğinde yeni çalkantılar yaşayan Muhsin’in
memleketine dönüşü ve orada insanlarla olan iletişimi sonucu yaşadığı değişim takip
ediyor bu süreci.
Muhsin’in kafa karışıklığı hayatının her yerine yansıyor. Ne
politik görüşünde, ne özel hayatında karşı cinsle olan ilişkilerinde bir karara varıp ve bu kararın da arkasında durmak gibi bir duruş sergileyebiliyor. “Kendine
bir yol bulman gerek,” önerisine “O yolu göstersene bana” diyerek cevap veren
bir karakter. Ağa çocuğu olarak hiçbir maddi sıkıntı çekmemiş ve ailesinin – özellikle
de annesinin el altından - gönderdiği paralarla hayatını devam ettirirken Salih
ile sınıf tartışmaları yapıyor. Babasının zenginliğinden hoşlanmadığını
söylerken bunu köylüye nasıl anlatacağını bilemiyor ve “Güzel de, neyi, nasıl
anlatacaktı; bilmiyordu ki. Bu topraklar sizin mi diyecekti!” diye düşünüyor.
Muhsin’in kitap boyunca iletişim içinde olduğu kişiler de
farklı politik görüş ve bakış açılarını yansıtıyorlar. Kısaca, küçük bir Türkiye
panoraması diyebiliriz. Solcu Salih, her şeyin en doğrusunun kendi düşündüğü
gibi olduğunu savunan ve devrimi onların yapması gerektiğini düşünen, bir nevi
tutucu diyebileceğimiz bir insan. Nedim Hoca hem kültürel birikimi hem de
halkla empati kurabilmesi açısından aklın sesini temsil ediyor kitapta. Sahip olduğu
kitapçı Fide de ismiyle de yansıtıldığı gibi özgür ve demokratik düşüncenin
aşılandığı “Ekmek, kitap çalanlara ceza
olmaz! Ülkeyi çalıyorlar, kitap çalanla mı uğraşacağız?” ile belirttiği gibi
kitap çalınmasına ses çıkarmayan bir yüce gönül. Rüştü ise halkın dinle olan ilişkisini
farklı bir gözle yorumlayan ve antikapitalist müslümanlık çizgisinde olan bir dost
olarak farklı bir ses. Özellikle Rüştü’nün sözleri entelektüel hezeyanlarımız
içindeki bizlere bir tokat gibi çarpıyor bence: “En güçlü inancının karşısına
dikileceksin; o da gelecek! Aklın alıyor mu?” “Doğru benim dediklerimdir!” diye
kesin yargıyla girdin mi tartışmaya, yerinde sayar durursun! Bu bizim temel eksiğimiz”.
Nedim Hoca da bu noktada kendisi “Bu din sorununda biz terse düştük
Muhsinciğim. Bir türlü barışamadık bu halkla. Yalnız sen, ben değil, toptan
yalnız kaldık! En doğruyu söyledik, kaç kişi geldi yanımıza?” sözleriyle
eleştirerek akıl tarafını yeniden öne çıkartıyor. Hocanın her cümlesi bir motto
aslında: “Dine karşı din! İslam’ın özünde var. Kureyş’in azgın, soyguncu varsıl
egemenlerine karşı kölelerle, yoksullarla kurulmuş İslamiyet.” “Dinsel felsefe
tartışmalarına kalkışmayın halkla...Allahlı Allahsız, soygunun değişmediğini
gösterin!”
Zevkle okuduğum kitabın en sevdiğim yönü, Türkiye’nin belki
de en devinimli siyasi dönemini insani bir bakış açısıyla anlatması. Ülkenin
yaşadığı çalkantıyı insanların gözünden okumak dönemi daha iyi anlamamı
sağladı. Sadece siyasi görüş değil, Muhsin’in kadınlarla olan ilişkisi de
okumayı zevkli hale getiren bir nokta. En sıkıntılı noktalarda bile kadınlara
dair iç sesi ve cinsellik ile ilgili düşünceleri kitabın gerçek insani yönü de
diyebiliriz aslında. Diğer beğendiğim bir yön ise şimdiki zamanla kurduğum
bağlantı. Siyasetin çürümüşlüğü, bireysel alan olan dinin kamusal bir konu
haline getirilmesi kendi içimde de sorguladığım ve yanıt bulamadığım konular. Tabi
içime sinmeyen noktalar da mevcut. Biri, şive kullanımı. Kitapta Ege şivesi
kullanımının çok fazla karikatürize edildiğini düşünüyorum. Muhsin’in köyündeki
insanlarla olan diyaloglarının bu zorlama şive nedeniyle bana uzak kaldığını
söyleyebilirim. Burada aslında kitap boyunca “Yüzeysel bilgiler, yarım yurum,
sığ kafalarıyla koca koca savlara kalkışan ünlü aydınlarlaydı sorunu,”cümlesinde
olduğu gibi eleştirilen uzak aydın duruşu sergilenmiş gibime geldi. Muhsin gibi
ancak uzaktan bakabiliyoruz insanlara bu yüzden. Çok doğru bir eleştiri
yapılırken, eleştirilen şey kitapta tekrar vücut bulmuş.
PS: Kitabın ismi Anadolu’da bir kahveden geliyormuş. Adliye
karşısındaki kıraathanede davanın seyrine göre fikir değiştiren ve tanıklık
yapan kişiler mevcutmuş. Gerçekliğin yalanla birbirine girdiği bir diğer nokta
işte.
PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)
PS2: Vedat Türkali'nin resmi adı Abdülkadir Pirhasan. Bu çocukları Deniz Türkali ve Barış Pirhasan'ın neden farklı soyadlarına sahip olduğunu açıklamasıdır. Benim gibi merak edenlere bilgi olarak gelsin :)
0 yorum :
Yorum Gönder