Metis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos, 2014

    


İki Dil, Bir Bavul’un bir sahnesinde yoksulluk içindeki köyün okulunun öğrencilerinden Zülküf (ya da Zilkif) ismi okununca yıl sonu karnesini almak üzere öğretmeninin yanına gider, fakat öncesinde kendisine uzanan eli öpmesi gerekecektir. Öpmeye çalışır fakat tutarak öpmeyi akıl edemez. Üstüne bir de öptüğü eli başına koyma safhası vardır ama önce, “Tutup da öpsene oğlum,” der öğretmeni. Ve birkaç defa tekrarlaması gerekir bunu çünkü Zilkif “tut” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmez, daha çok, koca gözlerini öğretmeninden ayırmadan ânı kurtarma, doğru şekilde karşılık vermeyi tutturmanın derdindedir. El öpme faslının ardından, Zilkif öğretmeninin, yaz tatili planlarıyla ilgili sorduğu sorulara da benzer şekilde deneme-yanılma yoluyla cevaplar verecektir. Film, köy deresinin serin sularında kendi dillerinde oynaşan çocukların görüntüsüyle sonlandığında içimde yükselen anlamsızlık (ve çaresizlik) duygusunu bugün bile anımsıyorum. 

Benzer bir dalga, bu kez yüksek dozda öfke ve kalp sıkışması içeren versiyonuyla, iki gazeteci Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı ve altbaşlığı 1990’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak olan Bildiğin Gibi Değil kitabını okurken, içimde kabardıkça kabardı. Aslında kitabın anlaşılması hiç de zor olmayan bir dili, bir oturuşta okuyup bitireceğiniz türde bir temposu olmasına rağmen, bu dalganın yüksekliği beni kitapla arama mesafe koymaya, molalar vermeye zorladı yer yer. Neden? Çünkü bu, anlaması ve anlatması zor bir kitap. Anlaması zor, çünkü insan insana nasıl bunu yapa(bili)r dedirtecek türde acı ve şiddet içeriyor. Anlatması zor, çünkü “Üvey Kardeşin Dilinden” başlıklı sunuş bölümünde Yıldırım Türker’in de belirttiği gibi, acının ve şiddetin tercümesinde kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dilin, birbirimizin acılarını anlama konusunda bizi mahkûm ettiği yetersizlik duygusunu, yine kelimeler yoluyla, fark etmemize fırsat sunduğu için çok değerli bir kitapla karşı karşıyayız. Bir de, bilmediğimiz türden acılara bir ziyarette bulunma, anlama iddiasıyla olmasa da bir kapı aralayabilme ve iade-i ziyaretlerin yolunu böylece açabilme gücünü, taşıdığı elemden aldığı için belki de.
Akın ve Danışman, 1975-1980 yılları arasında doğmuş ve çocukluk yıllarını 1990’ların güneydoğusunda geçirmiş 19 Kürt genciyle yüz yüze yaptıkları görüşmeleri bireysel tanıklıklara dayalı anlatılara dönüştürerek biraraya getiriyor. Görüşülen kişilerin isimleri anonim tutulduğundan her anlatıcı yasaklanmış bir Kürtçe köy adıyla tanıtıyor kendini. Kitabın görselliğindeki en çarpıcı yönlerden birisi ise her tanıklığın siyah-beyaz bir “yaralı ev” fotoğrafı ile açılması. Kitapta da geçen “yaralı ev” benzetmesini fazla edebî bulanlar olursa, “taranmaktan delik deşik edilmiş ev” diye de ifade edebiliriz durumu. Bu anlamda, Akın ve Danışman, Türker’in de belirttiği gibi, belge niteliğinde bir sözlü tarih çalışması sunuyor bize. Kitabın F-Tiplerinde yasaklı kitaplar arasına girmiş, Selahattin Demirtaş tarafından 2011’de Başbakan Erdoğan’a okuması için gönderilmiş bir kitap olduğunu da ekleyelim.
Anlatıcının sosyal statüsü, ailesinin yoksulluğu ya da hali vaktinin yerindeliği, yetiştiği ailenin aşirete mensup olup olmaması yahut babasının devlet memuru olarak çalışıp çalışmaması gibi faktörlerden bağımsız olarak, her cevapta yinelenen bazı kelimeler ve cevabı büyük benzerlik taşıyan sorular var. Mesela, o dönemin yüksek tirajlı gazetelerinde belirli aralıklarla uzatılması dışında gündeme gelmeyen Olağanüstü Hal’in bütün halleri var: akşamları sokağa çıkma yasağı, boşaltılan köyler, gözaltında işkenceler, kayıplar ve faili meçhuller, kaybedilenler, kaybedilmekten kıl payı kurtarılanlar.
Devleti kim temsil ediyordu sorusu ise cevapların benzeştiği sorulardan biri. O dönemin koalisyon hükûmetlerinin dilinden düşürmediği “şefkat” sözcüğünün OHAL’ce karşılığının “şiddet”, “şefkat görmenin” ise asker, polis, özel timler, kontrgerilla ile “içli dışlı olmak” (!) olduğunu anlıyoruz tanıkların gözünde. Ayrıca, Hizbullah’ın ortaya çıkıp faili meçhul olarak kayda geçen cinayetlerin faillerinden olduğunu, bünyesine katmak için okul çağındaki çocuklara da yanaştığını öğreniyoruz.    
Dolayısıyla, her bir tanıklık, aşağıdaki iki örnekte de görüleceği gibi, türlü acı barındırıyor. Bu örneklerden de, şiddetin her bünyede farklı izler bıraktığını, bazen iyileşmesi zor ve derin yaralar açarak, bazense kılık değiştirerek şiddete tanık olanın hayatında var olmaya devam ettiğini anlıyoruz.

“Faili meçhuller, ev baskınları yüreğimi daha da sertleştirdi. ölüm denildiğinde umurumda olmazdı. O insanları bir daha görememem bana bir sürü şey öğretti. En azından öğretti. Amcamın ve arkadaşlarımın ölmesi, ölümü kabullenmek oldu. Ben onları çok aradım, okul bahçesinde, mayın tarlasında... Aslında mezarlıkta yattıklarını biliyordum. Ben neden orada yatmıyorum, diye düşünüyordum.” (sf. 66)

“Batı’da belki insanlar çocuklarına farklı bir oyuncak alıyor, ama bizim çocukların aldığı şey silah. Bayramlarda hâlâ burada çocuklara silah alınıyor. Patlayıcı madde alıp patlatmak en büyük zevkleri. Çünkü daha çok hükmettiğini gördük silahı olanın.” (sf. 141)



Hemen her tanığın Türkçe ile kurdukları ilişki de, o ilişkiyi belirleyen faktörler de benzerlik taşıyor. En temelde, neresinden bakarsanız bakın tamir edilmesi neredeyse imkânsız, sorunlu bir ilişki karşınıza çıkıyor anlatılanlardan. Okulda Türkçe ile tanışana kadar kendi aralarında Kürtçe konuştuğunu, ilkokulu bitirene kadar Türkçeyi ancak öğrenebildiğini, hatta ilk üç yıllık süreçte dersleri anlamadan takip ettiğini söylüyor tanıklardan çoğu. Sınıfta elinde cop etkisi yaratan bir çekiçle gezen, Kürtçe konuşuyor diye ayakkabısının topuğuyla vuran, kendilerine aptal muamelesi yapan öğretmenlerin zihinlerinde yer eden hatıraları olduğunu anlıyoruz okurken. Kürtçe konuşuyor olmakla “terörist” olmayı eş gören ve dolayısıyla onları şiddete maruz bırakan algının o dönemlerde hâkim olduğunu söyleyenler arasında “Aşağılayan öğretmen yüzünden Türkçeyi hiçbir zaman doğru düzgün öğrenemedim,” diyen de var, “kendime kızıyordum Türkçem zayıf olduğu için,” diyen de. İki bölümden iki çarpıcı alıntı:

“Öğretmen bizimle konuştuğunda ne söylediğini anlamıyorduk. Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı. Ama ben isterdim iyi Türkçe konuşmayı.” (sf. 114)

“Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum, sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime düşündüm ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçede “iyi” anlamına geliyor], “Atatürk! Cevabını verdim.” (sf. 91)

Dolayısıyla, sembolik şiddet her anlatıda yüzünü gösteriyorBourdieu'nün tanımladığı üzere, sembolik şiddet, sistemin yarattığı eşitsizliklerin “doğanın kanunu” gibi gösterilip mağdurun kendisi tarafından içselleştirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bir kadının “iffet”ine zeval geleceğine inandırılageldiği için toplum içinde kahkaha atmakta bir beis görmesi ya da maden ocağında çalışmaya mahkûm bir gencin, yoksun geçen çocukluğunun tek sorumlusu olarak kendini ve ailesini görüp paralanmasındaki gibi, bir Kürt gencinin iyi Türkçe konuşamadığı için kendine kızmasını da sembolik şiddet olarak okuyabiliriz. Özellikle doksanların dışı şefkat süslü, içi şiddet yüklü ortamı düşünüldüğünde. Peki bu durumda, bu kitabın sağladığı türden bir tercümenin, doğal gibi görünendeki yapaylığı, dört bir taraftan bizi kuşatan bilgideki öznelliği, savunulan değerlerdeki göreceliliği görünür kılarak şiddetin kaçınılmaz ve dolayısıyla meşru kılınmasını engelleyebileceğinden bahsedebilir miyiz? Bildiğin Gibi Değil, bu çerçevede baştan sona şiddetin tercümesi olarak okunabilecek bir kitap. Kürtçeden Türkçeye, Doğu ile Batı arasında, geçmişten bugüne, diller ve kültürler arası bir tercümesi. 
Her görüşmenin son bölümünde öne çıkan iki anahtar sözcük bu nedenle bu kadar üstünde durup düşünmeye değer: “affetme” ve “barış(ma).” Devletten mutlaka bir özür bekleyenler, affetmek isteyip de edemeyenler, “ben affetsem, vicdanım affetmez” diyenler ama her hâlükârda barış isteyenler, barışmayı önemseyenler var çünkü bu tanıklar arasında. İki ateş arasında kalanlar, çocuk yaşta on yaş büyümek zorunda kalanlar, panzerle ezilmiş kafatasının görüntüsü aklından hiç çıkmayanlar, dağa çıkanlar, çıkmaktan caydırılanlar, çocuk yaşta zorla evlendirilen erkekler, hem kocadan hem devlet babadan şiddet gören, cehennemi iki misli yaşayan kadınlar, havai fişek sesinden korkan yetişkinler, susanlar, susturulanlar en nihayetinde, “affetmek mümkün müdür bilinmez ama barış hepimiz için elzem,” diyebiliyorlar.
Bitirirken, kitabın başlığı üzerine bir nebze kafa yormak yerinde olabilir. Bilmiyorsun, bilmezsin ya da ben biliyorum, değil. Anla(ya)mazsın, hiç değil. Bildiğin gibi değil. İki soruyu peşi sıra sorduran bir başlık. Bildiğini zanneden kim, yani kitap kime hitap etmeyi arzuluyor? Bilinmeyen ya da bilindiği zannedilen ne ola ki? Peki ya, neden? İlk sorunun cevabı yukarıdaki alıntıda da bahsi geçen Batı’dakiler olmalı. Ama bu Batı, Türkiye’de Batı’yı yerme klişelerine girişilince adı geçmezse olmazlardan olan İzmir’in de içinde bulunduğu Ege Bölgesi ile sınırlı değil, OHAL bölgesinin batısına düşen her ili kapsıyor benim görüşüme göre. İkinci soruya gelince, safça bir soru elbette. Hatta, 2013 Yazı’nın Türkiye’de 90’ların tarihi gibi yazılmasına başından itibaren fırsat tanınmadığından salakça bir soru gibi bile gelebilir. Ama bir bilgi zihinlerde yerleşmeye görsün, sevgili okur, yanlışsa düzeltilmesi, hükmediyorsa al aşağı edilmesi bir travmanın izlerini beyinden silmek kadar zor olmalı. Tam da bu yüzden, “bildiğin gibi değil” cümlesinin gündelik dildeki kullanımıyla da birlikte düşünüldüğünde 1990’lara dair tanık olmadan yüklendiğimiz bilgileri sorgulama ve ezberleri bozmaya davet amacına çok uyan bir seçim olduğunu düşünüyorum. Özellikle de, kitabın “birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla” yazılmadığı noktası hatırlandığında. O bakımdan, ikinci soruya cevaben, bilindiği gibi olmayan her acı sahibinin sesinde gizlidir, demek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. 1990’ları medyadan izlemiş her kimse, ona, orada yaşananları sahibinin sesinden dinlemeye bir çağrıdır bu kitap.  
İsrail’in Gazze’yi bombalamayı sürdürdüğü şu günlerde, bu yazının içeriğine de uyacağını düşündüğüm bir videoyu paylaşarak bitirmek istiyorum, çünkü barış gerçekten de hepimize lazım, özellikle şimdi her zamankinden daha çok.

 






29 Aralık, 2013

Murat Uyurkulak'tan "Öteki"ne Dair 


 Bazı romanlar vardır; iltimas ister. Bazı romanların buna hiç ihtiyacı yoktur, varlıkları anlatmaya yeter dertlerini. Bir kısım başka roman ise ne yaparsanız yapın hiç bir işe yaramaz, etkisizdir sadece okuyup geçersiniz. Ben bugün övgüye hiç gerek olmayan iki romanı ele alacağım.  

 Benim için bir romanın, öykünün, denemenin bir derdi olmalı; hayatla ilgili kaygıları olmalı, diyecek bir şeyleri olmalı. Murat Uyurkulak bir yazar olarak şu ana kadarki tüm eserlerinde beklentilerimi fazlasıyla gerçekleştirmiş bir insan. Hayatla, iktidarla, insan olamanın yeterlilikleri ve sınırlarıyla, öteki olmakla ilgili söyleyecek sözleri var. Bir İntikam Romanı alt başlığıyla Tol (2002) ve Bir Kıyamet Romanı alt başlığı ile Har (2006) bu dertleri gayet yerinde tespitlerle yüzünüze vuruyor. Her iki roman da Metis Yayınları tarafından yayımlanmış.

 Yazar Murat Uyurkulak'tan kısaca bahsetmek gerekirse kendisi 1972 doğumlu ve çevirmen. Kendisi ile ilgili daha fazla bilgi vermiyor, gerek de görmüyor sanırım. Şu ana kadar yayımlanmış üç kitabı bulunmakta. Bu yazıda ele alacağım Tol, Har ve 2011 yılında yayımlanan Bazuka. Ben de, nedense, bu kadarına razıyım. 

 Her iki romanı tek tek ele almadan önce her iki romanda da ortak olan bir noktadan bahsetmek istiyorum; "öteki". Bir tanımsız 'normal'in dışında ne varsa hepsini 'öteki' torbasına sıkıştırıp hayatımızdan atma peşindeyiz; kadınlar, eşcinseller, transseksüeller, travestiler, deliler, delirttiklerimiz, evsizler, işsizler, cahiller, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, engelliler.. kısacası 'biz'den sayılmayan herkes. Murat Uyurkulak da romanlarında bu dışarı atılmış 'öteki'nin yanında yer almakta. Yukarıdan bakan bir kibirle el vermek değil bu, yatay, samimi bir halleşme. Zaten her iki romanı bu kadar hakiki, bu kadar vazgeçilmez kılan da bu unsur bana göre. 

Şimdi gelelim kitaplara;

TOL - Bir İntikam Romanı
"Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."


 Şu ana kadar okuduğum yerli romanlar arasında ihtilafsız en iyi ilk cümleye sahip kitap. Kürtçe intikam, öç, orospu anlamlarına gelen tol romanın ruhuna uygun seçilmiş kelime. 1950'lerden günümüze doğru gayri resmi tarihimize gerçekçi bir bakışla bakıp bize de görmekten kaçındıklarımızın acı tablosunu sunuyor. 

 Kısa bir özetini vermek zor bu romanın çünkü çok katmanlı ve iç içe pek çok hikaye bulunmakta. Hiç bir hikaye özetle geçilebilecek kadar basit ya da önemsiz değil o nedenle sadece genel bir çerçeve çizmekle yetineceğim. 
"Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım." diyen Yusuf bir musahhihtir. Babasını tanımayan, annesi o ilkokula başladığında intihar eden yetiştirme yurdunda büyümüş hayata karşı düşünceli ve bir o kadar da öfkeli insandır. Roman onun peşini bir türlü bırakmayan yeşil dosyası yüzünden işinden kovulması ile başlar. Birden onu ve Şair'i bir trende yolculuk ederken buluruz. Ve asıl romana girişimiz burada başlar. Şair, Yusuf'u babasıyla tanıştırır adeta. Yolculuk boyunca ona okuması için çeşitli kişilerce yazılmış hikayeler verir, bunlardan bazıları Şair'in hayatına aittir, bazıları ise Yusuf'un babası Oğuz'a. Ama sadece onlar yoktur anlatılanlarda. Bu memlekette kendince bir şeyler yapmaya çalışan insanların başına gelenler vardır. Devrim isteyen, hak isteyen, adalet isteyen ve bunun için çalışan insanların acıları, sıkıntıları, görmezden gelinmeleri, uğradıkları işkenceler ve delirmeleri vardır. Hiç biri doğuştan saf ve iyi değildir elbette ki, zaten romanı hakiki yapan da budur. Onların da pürüzleri vardır ama onları delirten kendi pürüzleri değildir. Hak mücadelesi verirken yaşadıkları zorluklar ve işkencedir. Kitap "Bir ihtimal olduğunda, devrim ne kadar da güzel" diyerek biter.

 Tol'u ilk okuduğumda Gezi sürecini yaşamaktaydık ve romanın ilk cümlesi beni "acaba hala bir ihtimal var mı?" diye düşünmeye sürüklemişti. Bu düşüncelerle romanı hızla okudum. Zaten sizi saran ve kendiliğinden akan bir dil var bu romanda. Edebiyatın yüksek ve arınmış dili yok, sokağın dili var; küfür, argo tabirler çekinmeden kullanılmış. Normalde yanımda bu tarz konuşulsa rahatsız olurdum ama bu hikayeler başka türlü anlatılamazdı ve anlatılmamalıydı da. Yalnız belirtmeden geçmek istemem, o küfürlerin gücü bile romanın şiir tadına gölge düşürmemiş. Cümleler o kadar ustalıkla kurulmuş, kurgu o kadar güzel yapılmış ki bunun bir ilk roman olduğuna inanmak çok zor oluyor. Dört senede türlü zorluklar ve 'git-gel'lerle yazılmış. İyi ki de yazılmış dedirtiyor.

" Hayat bana onurumu geri ver. Hayat bana erkekliğimi, kadınlığımı ve hayvanlığımı geri ver. Hayat bana Esmer'imi de, Ada'mı da, tepemi de geri ver. Hayat bana kurşunlarımı geri ver.."

HAR - Bir Kıyamet Romanı

"...öyle böyle değil, çok netameli, pek hassas bir yerdir. Herkesin bin türlü takıntısı, çeşit çeşit sapıklığı, ruhundan söküp atamadığı kötü hatıraları vardır. Tarihini hatırlasa infilak edecek bir ülkedir." 

Har, Murat Uyurkulak'ın 2006 yılında yayımlanan ikinci romanı. Yan taraftaki arka kapağından anlaşılacağı üzere Netamiye adlı bir ülkede geçiyor. Natamiye'de Netamlar, Xırbolar, Topikler, Cacikler, Çingolar birlikte yaşamaktadır. Netamlar ve Xırbolar arasında bir savaş vardır ve bu savaş yüzünden yuvası dağılan, bedeni dağılan, ölen, 'yamulan' insanlar vardır. Aslında çok tanıdık bir hikayedir bu. Bize uzak ya da yabancı değildir. Günümüzün "fantastik" versiyonu. 19 Şubat 2006 yılında Gündem için Orhan Güneşdoğmuş'un Uyurkulak ile gerçekleştirdiği röportajda Uyurkulak bu "fantastik"lik için şöyle demiştir;


"Netamiye dediğiniz ülke, çağrışımlarıyla vs... aslında Türkiye. Türkiye'yi ve son yirmi yıldır yaşanan 'iç savaşı' anlatmak için neden fantastik bir kurguya ihtiyaç duydun?

Bence benim kurgum fantastik değil. Har ziyadesiyle 'gerçek' bir metin. Fantastik olan, Netamiye'nin kendisi. On iki yaşındaki çocukların on üç kurşunla öldürülüp 'terörist' damgası yediği, vicdanları gereği savaşmayı reddeden bir avuç insanın zindanlarda çürütüldüğü, tek kuruş rüşvet almadan görevini yapan memurlar meydanlarda coplanırken, katillerin ve hırsızların kahraman sayıldığı bir ülke, fantazyanın ta kendisi değil de nedir? Ben Har'da olsa olsa, bu acayip fantazyayı bir tür 'hakikat' düzlemine çekmeye çalışmış olabilirim.
       Ama, simgelerin, şifrelerin, dolayımların yoğun kullanımından söz ediyorsan, henüz acısı taze olan yaraları anlatmak doğrudanlığı kaldırmıyor pek fazla. Doğrudanlık, insanı bir yerde mecalsiz bırakıyor. Dahası 'edebiyat parçalamak'tan çekiniyor insan. Böyle bir durum var..." der. Bence haklıdır da.


Roman iki katmandan oluşur bir katmanda Netamiye'de yaşayan bir Netam olan Numune'nin, Onüç'ün, Otuzbeş'in ve yamukların hikayesi; bir diğer katmanda ise; kıyamet öncesi bir "seçilmiş" bulmayı umudeden meleklerin hikayesi.  Roman 'bab'lar halinde 16'dan geri sayılarak yazılmış. Her bölümün başında Uyurkulak tarafından "uydurulmuş" bir ağıt var. Bu ağıtlar ve ağıtların ait olduğu yöre o bölümle ilişki içerinde. Askerlikteki gibi 'terkip' ile başlayıp 'terhis' ile son buluyor. 

Roman iki kişiye ithaf edilmiş; bunlardan biri on iki yaşında on üç kurşunla 'terörist' diyerek öldürülen Uğur Kaymaz diğeri ise; 24 Aralık 1997 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi 2. sınıfta öğrenciyken okul tuvaletinde asılı olarak bulunan Ali Serkan Eroğlu. İntihar süsü verilmeye çalışılmıştır failleri halen bulunmamıştır. Aslında bu iki isme bakarak da romanın derdini az çok tahmin etmek mümkündür.

Uyurkulak her iki romanında da üstten bir anlatıma girmez. İnsan hikayeleriyle anlatır, görülmek istemenmeyen bu nedenle de görülmeyen insanları konuşturur. Har'da 'Hakikat' kitabını yazmak için Somyamuk'un karşısına oturan tüm yamuklar nasıl 'yamul'duklarını anlatırlar. Bunlar bir açıdan kayıt dışı sözlü tarih gibidir bildiğimiz hiç bir tarih kitabı 'o sırada orada yaşayan insan' ne çekti, ne yaşadı ile ilgilenmez. Ama Uyurkulak onları anlatmıştır. Benim şahsi kanaatimce kapitalizm ve ondan türeyen türlü belalar nedeniyle 'insan' unutulmuştur. Her dönemde filler tepişmiş olan güçsüz ve iktidarsız olan sade insana olmuştur. Bu açıdan bakıldığında şu an günümüz Türkiye'sinde de farklı bir şey yaşanmamaktadır. 

Har ile ilgili yorumumu yine Har'dan bir parça ile tamamlamak istiyorum:

"Palaskalı her Netam'ın yanında poşulu bir Xırbo var
Onüç çenesini sıvazlayıp soruyor:
    'Niye çift çift iniyor bunlar?'
    Tefail yanıtlıyor:
    'Onlar kardeştirler, ayrılmazlar...'
    Bu kez Sonyamuk salağı, kalemini dişleyerek soruyor:
    'Ya ayrılırlarsa?'
    Tefail bir puro yakıp kederle gülüyor.
    'Olsun' diyor, 'yine de kardeştirler.

Romanlardan daha da uzaklaşmadan toparlamak gerekirse; dil ve anlatım bakımından Tol ve Har kesinlikle sizi edebi olarak tatmin edecektir. Kurgu ve hikayenin ele alınışı açısından da zor olmasına rağmen zihninizi çalıştıracak ve sizi kesinlikle etkilecektir. Ele alınan konular açısındansa yer gelecek yumruk yemişten beter edecek, yer gelecek sinirden güldürecek, an gelecek için için ağlatacak yani sonuçta size dokunacaktır. Farklı bir açıdan 'tarih' okuması için tavsiye ederim.

Bitirmeden önce Murat Uyurkulak'ın Ot Dergi'nin Ekim 2013 sayısında Rewhat tarafından çizilen "Çizgilerle Murat Uyurkulak Romanlarından Parçalar" köşesinde yayımlanan ve Aralık ayındaki sayıda da takvim olarak hediye edilen çizgilerle baş başa bırakıyorum.