31 Ağustos, 2013



        Bir Kitap Okudum; İçim Temizlendi : BAZUKA



Murat Uyurkulak'la tanışmam yakın zamanda gerçekleşti. Önce Tol'u okudum. Şu ana kadar okuduğum kitaplar içinde - iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki- en etkileyici giriş cümlesine sahip kitaptı. Ancak onun hakkında yorum yazma cesaretine henüz sahip olmadığımdan ikinci okuduğum kitabı - aynı zamanda kendisinin yayımlanan üçüncü kitabı- Bazuka hakkında naçizane hislerimi yazmak istedim.

Ben pek öykü okuyucusu değilimdir açıkçası, roman bana hep daha cazip gelmiştir nedense. Ancak bu kitap beni benden aldı. Hatta itiraf ediyorum kitap okurken ilk kez gözlerimden yaş geldi (Kırmızı'da).

Bazuka - Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler- 2011 yılında Metis Yayınlarından çıkmış. İçinde -bendeki etki sırasına göre - Kırmızı, Kuş Yuvası, Tutkular Kitaplığı, Derviş, Gülsüm, Aşk Yalnızlık ve Bazuka, Şarap, Kurtuluş On İki adlı 9 harika öyküyü barındıryor.



Bu uzun girişin ardından eserle ilgili notlara gelecek olursak - kitaptaki sıra ile-



Tutkular Kitaplığı; (Reha Mağden'in Yazgılar Tableti (Avasta, 1999) adlı müthiş kitabına naziredir. 2004'te Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı" arka sayfa notuna sahiptir.) Kıymeti bilinmeyen yazarların kitaplarının tanıtımının yapılması için; reklamcı, gazeteci hatta milletvekili kaçırmayı göze alan bir edebiyat tutkunu yoksul bir kütüphane memurunu bulmaya çalışan bir dedektifin öyküsüdür.  Ancak kütüphane memuruna göre "Asıl vahim ve acı olan, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur.", " Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür.." Eserin baki, okuyucunun fani olduğu şu dünyada zaten az olan kitap okurunun durumu bu kuru kalabalık raflar arasında seçici geçirgen olmayı gerektirir. Ancak kapitalist piyasa koşullarında metalaşmasının önüne geçilemeyen kitaplardan kıymetlilerini bulmak da bir o kadar zordur. "Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır..."



Kurtuluş On İki; (fişek gazeteci Ulaş Gürpınar ile ortaklaşa yazıldı, 2007'de Time Out dergisnin hazırladığı İstanbul Hikayeleri kitabında yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) Kitaptaki bana en az etkii eden öyküdür. Belki tam olarak anlayamadığımdan belki de ne anlamam gerektiğini henüz bilmediğimden kaynaklaklıdır bu durum karar veremedim. Bu nedenle üstüne yazmayı doğru bulmuyorum, affola.


Kuş Yuvası; (şahane hikayeci Aslı Ilgın Kopuz'la ortaklaşa yazıldı, 2008'de Alman yayınevi Berliner Taschenbuch'un Unser Istanbul adlı hikaye seçkisinde yayımlandı.) Kitaptaki en etkileyici öykülerden biridir. Cinsiyet meselesini temele alan bir aşk hikayesini anlatır. Aşk zaten zordur, iki kadının aşkı ise imkansızdır. Yaşadığımız dünyada ya da memlekette o kadınlardan biri erkek gibi mi olmalıdır dışarıya karşı? Öykünün sorusu muhtemelen bu değil ama bendeki yarattığı çağrışımlardan biri oldu; kabul görmek için, cinsel yönelimini saklamak ve diğer cinsin rolüne bürünmek. Asıl sorusu ise öyküde geçmekte; " Her türlü acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan, kendi kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip, veya tam tersi kılan?" Kendi adıma benim şu an bu sorulara cevabım yok çünkü; düşünüp kurcalamaya korkuyorum ya da daha doğru ifade edecek olursam yüksek sesle sizinle paylaşırken kırılma yaşamak istemiyorum. Ancak Murat Uyurkulağın 06/05/2011 tarihli Radikal'de yayımlanan Burcu Aktaş ile röportajına kulak verecek olursak kendisi "Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim."   demekte.



Pembe; (2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Kadın erkek olma meselesinin başlangıç noktasıdır bana göre pembe. Cinsiyetimle ilgili sorgulamalar ve sorunlar yaşamaya başladığım andan itibaren -ki ilk okul sıralarına denk gelir- hayatımdan kasıtlı olarak uzaklaştırdığım hatta düşman olduğum bir renktir. Sadece benim değil pek çok insanın hatta bebeğin başına gelen bir sorundur pembe. "Kız" olmakla eşdeğerdir, feminen(!) kırmızının sulandırılmış halidir, sevimsizdir. Öykümüzün 'erkek' kahramanının başına da ne geldiyse hep 'pembe' yüzünden gelmiştir; gözünü, en sevdiği arkadaşını, sevdiği kadını, zenginliği hep 'pembe' yüzünden kaybetmiş hatta yine aynı meymenetsiz renk yüzünden hapse bile düşmüştür.


Aşk, Yalnızlık ve Bazuka; (Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler (İletişim, 2009) adlı şahane kitabına naziredir. 2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Çocuklukla ergenlik arası erkeklerin kendileri kanıtlama çabaları aslında bu öykü. Doğru olur mu bilemem ama tam bir erkeklik hikayesi. Okurken gülümsetti beni, sevdim. "Aşk , bir, iki veya daha fazla kişi fark etmez, her halükarda yalnızlık demekmiş, bunu şimdi gayet iyi anlıyorum."

Şarap; (Alman SWR radyosu için yazıldı, 2010 Noel arifesinde radyodan okundu.) Bu öykü "Türkiye'nin iç bölgelerinde, Kangal köpeği, etli pidesi, madımak çorbası ve Madımak katliamı ile meşhur Sivas kentine bağlı Belveren kasabasının...." şeklinde  başlayarak arkeolojik bir kazı ekibinin hikayesini anlatmakta. Aslında bir Türk, bir Fransız, bir Alman,  ve bir Amerikalı'nın yaptıkları kazıda elde ettikeri başarıyı kutlamak için alkol aramaya çıkmalarının trajik hikayesi.



Derviş; (nadide yazar Ersan Üldes'le ortaklaşa yazıldı, 2008'de Fransız yayıneci Magellan & Cie'nin Nouvelles de Turquie adlı hikaye seçkisinde yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) "Uyan üstad. Sebep olacağın hikayenin tam zamanıdır, biz emin olduk bundan, affeyle..." gibi bana çok vurucu gelen bir cümleyle başlar bu öykü. Bir dervişin uykusundan uyanıp, şeyhinin arzusu üzerine Karaköy'den Galata'ya kısa seyahatini anlatır. Bu devrin adamı olmayan derviş için her şey bambaşkadır, kafası karşır, midesi bulanır ama yoluna devam eder. "Sırlı camları olan, pek yüksek bir hanın önünde" durur, kendini seyreder. "hanın içinden çıkan heybetli bir cüsse" onu yaka paça içeri sokar. İçeride onunla eğlenen insanlar vardır. Dışarı çıkınca şöyle düşünür; "benimle eğlenen, alem ve cümbüşü çok seven bu sivri kafalı güruh, dev bir aynanın içinde yaşamaya mecbur edilmiş zavallılardan müteşekkildi. Bu havasız yerde gün sayıpömür tüketiyordu hepsi. Böylesi dev bir aynanın içine hapsedilmek için, kim bilir vaktinde ne günah işlemişlerdi?"


Kırmızı;  (Goethe Institute'ün "Hatırlatmaya Cesaret Etmek" projesi için yazıldı. 2010'da Alman edebiyat dergisi Die Horen'de yayımlandı.) Geldik benim favori hikayeme. "İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. sonra büyüyor, büyükçesalaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi ölüyor." diye başlıyor öykümüz. Yaşlanmayı sevdiriyor bana. Ben huysuz ihtiyarları hep komik ve eğlenceli bulmuşumdur, belki de ondan bu öyküye zaten ekstra bir sempatiyle başlıyorum. Hamza dedenin (büyük büyükdede) öyküsü bu. "Birinci Dünya Savaşı ve akabinde İstiklal Harbi sırasında, tam dokuz sene, evini bir kez olsun görmemecesine askerlik yapmış...", "..rivayete göre hafif delirmiş, terhis olup döndükten sonra bir yıl boyunca evin en karanlık odasına kapanmış, tek bir insanla konuşmamış" bir adamın kırmızı görememeye başlamasının hikayesi. " Adeta boğa gibi, kırmızı renge dayanamıyordu Hamza, ne zaman kırmızı görse öfkeleniyor, kendini kaybediyordu." çünkü, "ölüm ve zulüm kırmızının kardeşiydi. Hamza beyazı da sevmiyordu, çünkü mermi kafaya girince beyin beyaz beyaz saçılıyordu. Sarıyı da sevmiyordu, çünkü irin bağlayan yaralardan sarı sıvılar akıyordu." "Hamza hangi renk parlıyorsa onu sevmiyordu." Militarizm karşıtı bir insanım, silah sevmem, savaş sevmem, savaş kahramanlarının sadece tövbelilerine sempatim vardır. Belki de bu nedenle Hamza beni ağlattı.  Kim bilir. ( Gerçi ben burada hikayenin iyice tadını kaçırmamak için bir fikrini aldım ama aslında vurucu kısmı o kısımda. )

Gülsüm; (Haşhaşi dergisi, Temmuz 2010'da yayımlanmıştır) Oğlunu ilk kez geneleve götüren bir babanın öyküsüdür. İçinizi sıkar, rahatsız eder zaten; amaç da budur aslında: rahatsız etmek. “Nurperi’nin yeri Şişli’de, Ulu Önder’in istiklal meşalesini yaktığı müze evin arka sokağındaydı. Milli sermayenin memleket bekası için ne mühim bir mesel olduğunu iyi bilen Nedim Bey, atalarının has yörük olduğunu öğrendiğinden beri Nurperi’nin yerinden hiç şaşmamış, zevk gayesiyle saçtığı banknotların Ermeni ve Rum mamaların kasasına girmesine asla müsaade etmemişti. İslam alemine medeniyet canavarıyla mücadele şuuru zerk ederken Hint ellerinde şehit olan Teşkilat-ı Mahsusa mensubu bir babanın oğluna da böylesi yakışırdı. Ve çok kıymetli bir aile yadigârı misali bir sonraki nesle nakledilen o mahsus hal her nasılsa hâlâ hükmünü sürdürdüğü için, eylül ihtilalcilerinin ahaliyi belli vakitlerde sokağa çıkarmama saplantısı Nedim Bey’e elbette ki sökmezdi.” 

Efendim, benim bu kitap hakkında yazacaklarım ve yazdıklarım bu kadar. Lakin kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, sizde bıraktığını hisler ve sorular açısından çok daha fazlasıdır Bazuka. Eğer kısa öykü okumayı sevenlerdenseniz benim kanaatimce bu kitabı da seversiniz. Edebi lezzet açısından tatmin eden, akıcılık ve kelime seçimleri, tasvirler, göndermeler ve mizah dozu açısından da sizi üzmeyecek bir kitap.







0 yorum :

Yorum Gönder