Merve Apaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Merve Apaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos, 2014



  "Oh Captain, My Captain" ya da Robin Williams'a Veda


"Kopar goncaları henüz vakit varken
Anlamazsın zaman nasıl kanatlanır, uçar gider 
O gonca sana gülücükler saçarken bugün 
 Gelince yarın, sararır solar, boynunu büker"


Bu hafta yazmak için seçtiğim kitap aslında Japon öykü yazarı Ryunosuke Akutagava'ya ait Rashomon'du. Ancak 11 Ağustos'ta Robin Williams'ın aramızdan ayrılışı nedeniyle, ki kendisinin benim için çok derin ve büyük bir anlamı vardır, bu yazıyı Ölü Ozanlar Derneği üzerine yazmaya karar verdim.


Ölü Ozanlar Derneği, 1989 yılında vizyona girmiş bir film aslında. Bilinenin aksine film kitaptan uyarlama değil. Hatta 1990 yılında Akademi tarafından "En İyi Özgün Senaryo Ödülü"ne layık görülmüş. Ama öte yandan da aynı sene içinde filmin kitabı da yayımlanmış. Filmin senaryosunun yazarı ile kitabın yazarı farklı insanlar. Tom Shulman, kendi hayatından esinlenerek senaryoyu yazmış. Konuya ilişkin çok fazla bilgi bulunamasa da, filmin kitap versiyonunu yazan ise N. H. Kleinbaum'dur. Özgün senaryo, film ve kitap arasında bazı nüanslar bulunsa da temel olarak geçen konu, kişi ve olaylar birbirine çok yakın. 


Ölü Ozanlar Derneği, çok sert eğitim anlayışına sahip, "Gelenek", "Onur", "Disiplin", "Yetkinlik" ilkelerini benimsemiş, sadece erkek öğrencileri kabul eden Welton Akademisi'nde geçiyor. Okul, bir asırdır verdiği katı eğitimle üniversiteye pek çok başarılı öğrenci yetiştirmesiyle ün salmıştır. Dersler büyük bir ciddiyet ve disiplin içinde işlenmektedir ve öğrencilerin müfredat ve okulun belirlediği boş zaman etkinlikleri dışında bir işle uğraşmaları yasaklanmıştır. Tüm bu "düzen" okula yeni gelen ve aynı zamanda da okulun eski bir mezunu olan edebiyat öğretmeni Mr. Keating (Robin Williams) ile değişmeye başlar. Geleneksel eğitim yöntemlerinin dışında, öğrencilerin kendilerini keşfetmesine olanak sağlayan ve "Carpe Diem" anlayışını onlara aşılayan Mr. Keating bir anda öğrencilerin en gözde öğretmeni olmayı başarır. Öğrenciler en başlarda Mr. Keating'in yöntemlerini garipseseler de sonrasında, eski okul yıllarından "Ölü Ozanlar Derneği"ni keşfederek onun yolundan gitmeye karar verirler. Bu derneğin amacını Mr. Keating şu sözlerle anlatır;

"Ölü Ozanlar Derneği yaşamın iliğini özümsemek amacıyla kurulmuş bir dernekti. Her toplantımızda yinelediğimiz bu cümleyi Thoreau söylemiş. Küçük bir gruptuk, Eski bir mağarada toplanırdık. Sırayla Shelly, Thoreau, Whitman'dan şiirler okur, kendi dizelerimizi söylerdik; hepimiz kendimizi bu anın büyüsüne kaptırırdık." 


Derslerden artakalan zamanlarında ormanın içindeki gizli mağarada toplanan gençler, hem şiirin insanı kuşatan cazibesini, hem de kendi amaç ve arzularını keşfetmeye başlarlar. Ölü Ozanlar Derneği üyesi olan Neil Perry çok başarılı bir öğrencidir ve bu süreç içinde tiyatro yapma tutkusunun farkına varır. Yakınlarındaki bir okulda yapılan tiyatro seçmelerine, babasına karşı çıkmak pahasına, katılır ve kazanır. Oyuncu olmak onun için artık hayatının yegane amacı haline gelmiştir ancak bunu babasına anlatması (babasının da bu tutkuyu anlaması) mümkün değildir. Bu nedenle her şeyi büyük bir gizlilik içinde yapar. Ancak babası bir şekilde oyunda yer alacağını öğrenir ve şiddetle karşı çıkar. Babasının tüm karşı çıkışlarına rağmen Neil Perry oyunda yer alır ve büyük bir başarı gösterir.

Neil dışında da hayatında değişiklikler yaşayan öğrenciler vardır. Örneğin Knox Overstreet, Chris adında bir kıza aşık olmuştur ve ona olan aşkını ifade edip onunla birlikte olmak için elinden geleni yapma cesaretini "Carpe Diem" ile bulur. Bir diğeri ise okula o sene ailesinin zoruyla kaydolan Tedd Anderson'dur. Tedd'in ailesi onula hiç ilgili değildir, tek istedikleri aynı okuldan mezun ve çok başarılı bir öğrenci olan ağabeyinin izinden gitmedir. Ağabeyinin gölgesinde olmak, ailesinden yeterli destek ve ilgiyi görememek, aynı zamanda sevmediği bir okula uyum sağlayıp tutunmaya çalışmak Todd için çok güçtür. Todd, hassas ve yetenekli bir genç olmasına rağmen tüm bu nedenlerden ötürü, içine kapalı ve utangaçtır. Mr. Keating ise Todd'un içinde gizli olan yeteneğin farkındadır ve bunu ortaya çıkarması için onu zorlamaktadır. Bir gün edebiyat dersinde onu şiir okuması için sınıfın önüne çıkarır ve tüm bakışları, gülüşmeleri görmezden gelerek içindekileri dışa vurmasını sağlar. Yaşadığı bu deneyim Todd için çok önemli bir adım olmuştur. Ve bu adım için Mr. Keating'e çok şey borçlu olduğunun da farkındadır. Maalesef her şey bu kadar güzel gitmez. Ön bilgi vermemek için daha fazla detaya girmeden toparlamam gerekirse, yaşanan talihsiz olaylar nedeniyle Mr. Keating okuldan ayrılmak zorunda kalır. Bu istenmeyen ayrılık karşısında, onu seven ve öğrettiklerini benimseyen öğrencileri, ona yakışır şekilde veda ederler.



Ölü Ozanlar Derneği benim için yeri apayrı olan bir film ve romandır. Her ne kadar romanı önce okumuş olsam da, Robin Williams'ın da etkisiyle filmin bendeki yeri daha önemlidir. Sistemi eleştirmeyi ve özgür düşünmeyi öğreten idealist bir öğretmen özlemi yaratmıştır. Aynı zamanda beni Whitman ve  Thoreau ile de tanıştırmıştır. Ölü Ozanlar Derneği her ne kadar sonrasında "eğitim sistemi eleştirir gibi yapan ama aslında düzenin dışına çıkanların cezalandırılacağı alt metnine sahip" diye eleştirilse de, bana göre bu insafsız bir eleştiridir. Şöyle ki; talihsiz olayların yaşandığı, çocukların kabuklarına çekildiği ve eski düzendeki hayatlarına devam ettiklerini gösteren bir sonla bitmiş olsa da , o gençlere verilen "özgür düşünce ve anı yaşa" ilkeleri içlerine yerleşmiştir. Aynı zamanda yaşanan son her ne kadar istemesek ve beğenmesek de gerçeğe uygundur. Büyük değişimler ve devrimler zaman gerektirir, acı çektirir, sancılıdır. Bu açıdan ben filmi ve kitabı gerçeğe uygun ama umut vadeden bir yerde görüyorum. 

Kitaptan altını çizdiğim yerlere gelince;

"Eğer bir şeyden eminseniz, buna bir de başka bir açıdan bakmaya zorlayın kendinizi.Aptalca veya yanlış olduğunu düşünseniz bile yapın bunu. Bir şey okurken yalnızca yazarın düşüncelerini dikkate almakla kalmayın, bu konuda kendinizin de ne düşündüğünü tartın. Kendi benliğinizin sesini bulmaya çalışın çocuklar. Ve buna başlamak için ne kadar çok beklerseniz, onu bulmanız o kadar güçleşir. Thoreau demiş ki: 'İnsanların çoğu sessiz bir umutsuzluk içinde yaşamlarını sürerler!' Neden buna boyun eğelim? Yeni yollar aramaktan asla kaçınmamalısınız." (53)

"Bu yarışta şansım az, ama ben yine de korkusuzca çarpışacağım" (61)

"Bir insan ne başarabileceğini görmek için, tamamen yalnız kalmalıdır." (61)

"Şiiri sözcüklerle sınırlamayın. Müzikte, bir fotoğrafta, bir yemeğin hazırlanış biçiminde esin kaynağı olan herhangi bir şeyde karşımıza çıkabilir ama yine de kesinlikle sıradan değildir. Gökyüzü veya bir kızın gülüşü, konu ne olursa olsun yazın ve sonunda şiirinizin kurtuluş gününü, kıyamet gününü ya da herhangi bir günü anımsatmasını sağlayın. Önemli olan yazdığınız şiirin bizi aydınlatması, bizi heyecanlandırması, bir esin kaynağı olması ve kendimizi bir nebze ölümsüz hissetmemizi sağlamasıdır, gerisi boş." (63)




ve son olarak Whitman'dan

"Ah ben! Ah Yaşam!
bütün bu sorulara tekrar tekrar sorulan,
bu sonsuz akıp giden trenlere,
vefasızca şehirleri delilerle dolduran.
ne olmalı yanıtım, Ah ben, Ah yaşam?

Yanıt

sen burlardasın -yaşam ve kişilik var olsun diye
bu güç oyun sürüp giderken, sen de katılırsın belki bir gün, kendi dizelerinle"






Son not:
Bu yazı Mr. Keating'i canlandıran usta oyuncu ve ilk aşklarımdan Robin Williams'ın anısına yazılmıştır. Onu çok özleyeceğim. Oynadığı pek çok karakterle hayatımda o kadar önemli bir yer elde etti ki, şimdi bir boşluk hissediyorum.
Ölü Ozanlar Derneği'ni, Ölü Ozanlar Derneği yapan Robin Williams'tır benim için. O umut dolu gözlerle öğrencilerine bakarken, benim içim de umut dolar. Hayatın ne kadar kısa olduğunu, bu kısıtlı süre içinde gençlik rüyalarını yitirmenin aslında yaşamı yitirmek anlamına geldiğini ve bu nedenle "anı yaşama"nın ne denli önemli olduğunu size fark ettirir. Hayata başka açılardan bakmak gerektiğini söyleyip masanın üstüne çıkması, benim için de eşi bulunmaz bir derstir. Okuldan ayrılmak zorunda kaldığında ben de kendimi en az o çocuklar kadar suçlu, utanç içinde ve rehbersiz kalmış hissederim.

Keşke aramızdan ayrıldığını hiç öğrenmeseydim de, benim için o dünyanın bambaşka bir köşesinde halen yaşıyor ve gülümsüyor olsaydı. Sadece Ölü Ozanlar Derneği de değil, Good Will Hunting, Patch Adams, Mr Doubtfire, Hook, Fisher King gibi filmlerde canlandırdığı karakterlerle de yeri doldurulmaz bir seyir ve hayat deneyimi yaşattı bana. Tüm bunlar için ona teşekkür etmek istiyorum. Onsuz bir dünya eksik olurdu, iyi ki vardı, benim için filmleriyle var olmaya devam edecek. Seni çok özleyeceğim "Oh captain, my captain". Seni seviyorum Robin Williams.

22 Temmuz, 2014


Zamanın Nabzını Tutan Roman: deliduman



Deliduman, Emrah Serbes'in Haziran 2014 içinde çıkan kitabı. Blogumuzda daha önce  Emrah Serbes'in Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ve Hikayem Paramparça adlı kitaplarına yer vermiştik. Önceki kitaplarına referansla ben Deliduman'ı da merakla bekliyordum. İletişim Yayınları kitap piyasa çıkmadan önce sosyal medya hesapları aracılığıyla kitaptan bazı parçaları okuyucuya sunmuştu. İlk bölümü içeren kısmı okuyunca merakım katlandı. Zira, Gezi hakkında olduğu söylenen kitabın başlangıcından anladığım kadarıyla Gezi'ye bağlanması bana epey zor gelmişti.

Neyse efendim, kitap çıktı ve ben alıp okumaya başladım.Tahmin ettiğimden ve beklediğimden daha kalın bir kitaptı; yaklaşık 350 sayfa kadar. (Beni tanıyanlar bilirler, kalın kitaplar benim gözümü korkutur. Ama neyse ki; psikolojik sınırımın üstünde değildi.) Deliduman, çok hızlı okunan bir kitap.  Kullanılan dil, o kadar aşina olduğumuz bir dil ki, okurken hiç bir zorluk yaşamıyorsunuz. Sayfalar akıp gidiyor, bir de bakmışsınız ki bitivermiş.
Kitap, 18 Mayıs 2013 günü  Çiğdem İyice ve abisi Çağlar İyice'nin bir yetenek yarışmasının ön eleme turunda sıra beklemeleri ile başlayıp 16 Haziran 2013 Pazar sabahı Gezi Parkı yakınlarında son bulmakta. Çağlar ergenlik çağında bir çocuk, hayat felsefesini pek çok yetişkinden daha net ve sağlam bir şekilde oturtmuş. O tarafta ya da diğer tarafta değil, kendi sözleriyle söylemek gerekirse; "olması gereken yerde" olan biri. Onun Gezi Parkı'na geliş hikayesi ise bizimkinden farklı. Çağlar, Gezi'ye kardeşini aramak için gidiyor.Bu açıdan bakıldığında Çağlar'ın durumu görece daha tarafsız ve yönelttiği eleştiriler de daha dikkate değer oluyor.
 
Romana ilişkin fazlaca ön bilgi vermemek için detaylara girmeden yazacağım kitap hakkındaki fikirlerimi. Öncelikle belirtmek isterim ki, ben bu romanı sevdim. Emrah Serbes'in önceki romanlarından daha canlı ve hareketli bir atmosfer var bu romanda. Gündelik hayat içinde karşılaştığımız ve hepimizin bir şekilde eleştirdiği pek çok olay, durum ve konu bu romanda yer alıyor. Televizyonlardaki yetenek yarışmalarından, evlilik programlarına, sevgiden aşka, dayatılan güzellik algısının yarattığı hasarlara, sosyal medya araçlarına, teknolojinin hayatımızdaki yerine, kentsel dönüşümden ranta, kadrolaşmaya, rüşvete ve yalana kadar pek çok şey kitapta var. Bu noktada dikkat çeken ve önem kazanan kısım ise; dil oluyor çünkü Serbes tüm bu eleştirileri Çağlar aracılığıyla bize aktarıyor. Ve doğal olarak  romanı, bir öğretmen edasından ya da akademik jargonla bezeli bir metinin mesafesinden kurtararak; renkli, esprili ve kolay anlaşılır hale getiriyor.
Romanı ele alırken iki kısma ayırmamız mümkün ilki, Çağlar ve kız kardeşinin Gezi'ye gelmeden önceki hayatlarına dair kısım, diğer ise; Gezi'ye geldikten sonraki kısım. Gezi öncesi bölümlerde yukarıda saydığım güzellik algısı, yetenek yarışmaları, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi, kentsel dönüşüm ve rant, adam kayırmacılık üstüne. Çok yerinde tespitler ve eleştiriler sunulmuş. Özellikle iki çürük domates bölümünü okurken hem eğleniyorsunuz hem de dönüp kendinize de bir bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. 

"baktın manavlık seni kepaze ediyor, çünkü domates tartarken araya iki tane çürük domates sokuşturmadan edemiyorsun, o zaman neden böyle bir şey yapıyorum diye sormalısın kendine. derin bir nefes alıp o iki tane kodumun çürük domatesini araya sıkıştırmadan niçin duramadığını düşünmelisin. o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamayınca kendini çok mu çaresiz hissediyorsun? uykuların mı kaçıyor, boğulacak gibi mi oluyorsun, tükenmişlik sendromuna mı giriyorsun o iki tane çürük domates araya sokuşmayınca? bütün dünyayı önüne de serseler o iki tane çürük domatesi araya sokuşturamadıktan sonra bir anlamı yok mu? "

Gezi ile ilgili ikinci bölüme geldiğinizde bambaşka duygular uyanmaya başlıyor içinizde. Ben 2013 Haziranında Gezi'de olanlardan biri olarak o kısımları okurken tarafsız davranamadım. Çok canlı bir anlatım vardı ve anlatının içinde bahsi geçen her yere adeta yeniden gittim, o hissi, atmosferi teneffüs ettim. Gözlerim doldu okurken, hüzünlendim. Her ne kadar Çağlar'ın, ilk etapta Gezi'de bulunmasının sebebi kız kardeşini aramak da olsa sonradan, orada yaşadıklarıyla ortama adapte olması metne bambaşka bir ruh katıyor. Ama belirtmek isterim ki, Deliduman Gezi'yi kutsayıp dokunulmazlaştıran bir roman değil; aksayan, eksik, kendi içindeki çelişkileriyle ortaya koymayı deneyen bir roman. Hele ki yaşananlar hala bu kadar taze ve demlenmemişken, Emrah Serbes'in Gezi sürecindeki duruşu da göz önüne alındığında, romanın kurgusunun ve anlatımının ne kadar başarılı olduğu daha açık görülebiliyor. Yine de temkinli yaklaşarak herkes tarafından sevilerek bir çırpıda okunabileceğini iddia etmiyorum. Bunun kendimce nedeni ise, Çağlar! Romanı okurken fark ettiğim ve bitirdikten sonra iyice anladığım şey şu oldu; Çağlar'ı bir roman kahramanı olarak ne kadar çok sevsem de, gerçek hayatta kolay kolay arkadaş olmayı başarabileceğim biri değil kendisi. Bunu bir de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurken Holden için hissetmiştim. (Sanırım benim hayata bakışımdaki kaoslarla, onların hayata yalın bakışları arasındaki farktan kaynaklanıyor bu. )Yoksa ikisi de çok iyi çocuklar. ( Tabii bir de o kadar çok küfretmeseler daha güzel olur ama ne yapalım.)
 
Daha fazla dağılmadan yazıma son vermenin vakti geldi sanırım. Deliduman, Gezi'yi özleyenlerin okuması gereken bir roman. Akıcılık, dil, kurgu, hikaye anlamında bence Emrah Serbes'in diğer romanlarına kıyasla daha renkli, hareketli ve umutlu. Okuyunuz efendim, pişman olacağınızı sanmıyorum.



























































































































28 Mayıs, 2014




Germinal

"Yıldızsız gecenin zifiri karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes'den Montsou'ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu".


Roman incelemesi yapmanın asıl amaç olmadığı bu geç kalmış yazımda seninle biraz sohbet etmek istiyorum 'Ey okur'. Bu sohbetimizi yaparken de Germinal aracılığı ile günümüz Türkiye'sine uzanıp Soma'da hayatını kaybeden madencilerimizi, yoksulluğu, zorlu çalışma koşullarını konuşacağız. "Maden, Devlet, Fıtrat" başlıklı yazısında Hazal konunun siyasi ve tarihsel boyutuna girmiş olduğundan ben insan üzerinden şekillendireceğim yazacaklarımı.

Emile Zola'nın 1885 yılında yazdığı Germinal adlı romanı işte yukarıdaki açılış cümlesiyle başlar. Germinal, Emile Zola'nın 20 kitaptan oluşan Rougon-Macquart serisinin 13. kitabıdır. Rougon-Macquart serisi "ikinci imparatorluk idaresi altında bir ailenin doğal ve toplumsal tarihi” şeklinde özetlenebilir. Yazarın en bilinen eserlerinden olan Nana ve Meyhane de yine aynı serinin kitaplarındandır.

Emile Zola, Germinal'i yazmaya 1884 Nisan ayında başlar. Bazı kaynaklar bu kitabın yazımından önce yazarın maden ocaklarına giderek işleyiş ve yaşam hakkında adeta bir araştırmacı gibi bilgi toplayıp notlar aldığını yazmaktadır. Germinal, Latince 'germen' yani 'tohum' kelimesinden gelir, aynı zamanda da Fransız Devrimi Takvimi'nin de 'filizlenme, doğurganlık' anlamına gelen 7. aynın adıdır.

Roman, Etienne Lantier'in bir maden şehri olan Montsou'ya gelmesi ile başlıyor. Bölge Fransa'nın maden ocaklarının bulunduğu yer ve halkın büyük çoğunluğu geçimini madende çalışarak sağlıyor. Kazançları çok düşük, açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Zola, dönemi ve güçlüklerini çok yalın ama bir o kadar da çarpıcı anlatıyor. Etinne'nin şehre gelip madende çalışmaya başlamasıyla, maden işleri emekleri konusunda bilinçlenmeye başlıyorlar. Sabahtan akşama kadar çalışıp kelimenin tam anlamıyla ömürlerini tükettikleri maden ocağında haklarını aramak için greve kadar giden bir direnişin içine giriyorlar. Zola burada sosyalizm, kapitalizm ve anarşizm üçgeninde bir sorgulamanın içine sokuyor bizi. Sınıf çatışmasının ortasından ama çok da taraf olmadan yaşanan drama seyirci oluyorsunuz.

Etinne, yeni yeni bilinçlenmeye başlamış ve kendini geliştirmeye açık, okuyan, anlamaya çalışan bir genç. Maden işçilerinin Enternasyonel'e katılması taraftarı. Çünkü çevresinde gördüğü ve yaşadığı sefalet ancak genel bir greve gidilmesi halinde son bulabilir onun fikrine göre. Ama öte yandan maden işçileri ve onların aileleri; okuma yazma dahi bilmeyen, hayatları maden ve ev çizgisinde gidip gelen, tek "lüksleri" sevişmek olan ve sadece hayatta kalmak için yaşayan insanlar. Onları şehre yeni gelen bir yabancı olarak ikna etmek ve bu fikre alıştırmak çok da kolay olmuyor. Yılmadan, devamlı surette, okuduklarından öğrendiklerini halkla paylaşıp onların da bilinçlenmelerini sağlamak için çaba sarf ediyor.



Öte yandan madenciler ve aileleri gerçekten tam bir sefaletin ortasında yaşıyorlar. Daha fazla para kazanabilmek için daha fazla çocuk yapıyorlar. Etinne'nin yanlarında kalmaya başladığı aile olan Manheular'ın yedi çocuğu var. Bunlardan görece büyük olan üçü madende çalışıyor. "O dönem" madende çocuk işçi ve kadın çalıştırılmasını engelleyecek herhangi bir kural olmadığı için daha çocuk denecek yaşta hayatlarını madene satmaya başlıyorlar. Çalıştıkları koşullarsa hiç insani değil, öyle ki, kırk iki yaşına gelip çalışamayacak halde olan pek çok madenci oluyor. Daha fazla para kazanıp, daha iyi yemek yiyebilmek için daha fazla çocuk yapıp madene gönderiyorlar. Ancak bu kısır döngünün madencilerin kaderlerini bir türlü değiştirmediğini anladıkları noktada daha fazla dayanamayacaklarını fark ediyorlar. Madencilerin aydınlanmaya ve yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan karşı duruşlarına, yaşanan iki olay da katalizör etkisi yapıyor. Bunlardan biri madende yaşanan göçük diğeri ise ücretlendirme politikasında yaşanan değişim. İşletme sahipleri yaşanan göçüğün faturasını payandalama işini iyi yapmayan işçilere kesiyorlar. Ancak burada yaşanan asıl sorun şu ki; payandalama işi işçinin güvenliği için ne kadar önemli olsa da bu işe harcanan vakit çok uzun ve para kazandırmıyor. İşletme de bunu fırsat bilerek galerilerin güçlendirilmesi işi için ayrı ücret belirleyip, vagon başı ücreti kısıyor. Uzaktan bakıldığında işçinin yararına sanılan bu durum aslında bir işçinin alacağı toplam ücrette ciddi miktarda bir düşüş demek. Madende çalışanlar da bu ücret değişikliğini kabul etmeyerek greve gidiyorlar. İş veren tarafından kısa süreceği tahmin edilen grev, bir buçuk aydan daha uzun sürüyor. Bu aşamada ise ne işçinin ne de iş verenin dayanacak gücü kalıyor. İşçiler açlıktan ve sefaletten dolayı kontrollerini kaybediyorlar. Öte yandan bu duruma dayanamayan bazı işçilerin grev kırıcılık yapması da planlara zarar veriyor. Sonunda hiç istenmese de çok ciddi bir isyan çıkıyor. Etinne ve grevin önde gelenleri isyan çıkmasını, kan dökülmesini ya da madenlere fiziksel olarak maddi hasar verilmesini istemiyorlar. Hakları olanı grev yoluyla kazanmayı umuyorlar. Ama eski bir Rus soylusu olan ve o dönem madende makinistlik yapan Saovarin'e göre, yaşanlar grev ile çözülecek şeyler değildir. Ona göre kan ve ateş olmadan hiç bir şey düzelmeyektir.




Ancak önü alınamayan bu isyanda, işçiler çalıştıkları madenleri yakıp yıkmaya başlarlar. Ve işler bu noktadan sonra iyice kontrolden çıkıyor. İşletmeler validen ve jandarmadan duruma müdahale etmesini istiyorlar. Maden ocaklarının girişlerine asker yerleştirmeye başlanıyor. Grev devam ettiğinden ve işletmenin üretim yapmaya devam etmesi gerektiğinden Belçika'dan işçiler getirtiliyor. Buna karşı çıkan ve işlerini geri almak isteyen madenciler tekrar ocaklara gittiklerinde ise jandarmalarla karşılaşıyorlar. Çıkan çatışmada Manheu bir jandarma tarafından öldürülüyor. Bu olay grevdeki kırılma noktası oluyor ve Etinne de dahil olmak üzere çalışanlar yavaş yavaş işlerine geri dönmeye başlıyorlar. Ama her şey burada bitmiyor. Romanın başından itibaren sosyalizm ile anarşizmi karşılıklı konuşturan Zola, son darbeyi de Souvarine'nin hamlesiyle indiriyor. Souvarine'nin ocağa yaptığı sabotaj sonunda pek çok insan hayatını kaybediyor. Etinne ise ağır yaralı olarak kurtarılıyor. İyileştikten sonra da bir gün sabaha karşı Montsou'dan ayrılması ile roman sonlanıyor.

Romanı okurken, yaşanan sefalet, açlık ve acılardan dolayı içiniz dayanmasa da, her satırda umutsuzluğa kapılsanız da, Zola romanını umutsuzlukla bitirmez. Aksine ona göre yaşanan tüm bu acılar bir amaç uğruna yaşanmıştır ve hiçbiri tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak, geleceği aydınlatan bir ışık olacaktır.

"Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu."

Şimdi romandan çıkıp günümüze geldiğimizde değişen ne var diye bakınca ben değişen hiç bir şey göremiyorum. Klişeliğim nedeniyle affınıza sığınarak diyorum ki; Etinne'nin adını değiştirsek de Etem yapsak ve onu Soma'ya bıraksak; muhtemelen vasfına ve tecrübesine bakmaksızın ocağa indirirler. Aldığı üç beş kuruş para ancak karnının doymasına yeter. Çalıştığı yerin işçi güvenliği ise 130 sene önce yazılan bu romandakinden çok iyi sayılmaz büyük ihtimalle. Hatta Etem'in şu anki sendika temsilcileri o dönemin yeni yeni filizlenen sendikal anlayışına yaklaşamaz bile. Ama ocakta yaşanan felaket sonrası devlet yine iş verenin yanında yer alır. Nasıl romanda grev sırasında jandarmalar ocağı beklediyse, Soma'da da polis ve asker ocağı yine madencilerden korur.

Peki geçen bu 130 senede ne olmuş? İnsan hayatına değer verme noktasında ne kadar ilerlemişiz? Bana sorarsanız bu açıdan da bir ilerleme kaydedilmemiş, belki kötüye bile gitmiş olabilir. Sonuçta algı yönetimi konusunda o kadar çok oyun oynanıyor ki, hayatını kaybeden madenciler sayıyla ifade ediliyor. Sanki hiç seveni, sevdiği, annesi, babası, çocuğu, ailesi, kısacası hayatı olmamış bu insanların da, sadece "sayı" olmuşlar gibi. "301 tane" madenci... Hikayeleri hiçe sayılan 301 maden işçisi insan. Hatta bu durum daha da trajikomik bir hal alıp Radikal Gazetesi'nin 26/05/2014 tarihli internet sitesinde Aile ve sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın şu sözlerini okuyoruz:
"İlk planda şehit ailesine bir konut yapmayı planlıyoruz. Bu konutların 301’ini bir arada yapabiliriz veya şu anki konutlarını yenileyebiliriz. Şimdilik bunlar plan aşamasında görüşülüyor. Ama konut işi kesinleşti. Şu anda nerede yapabiliriz bunu araştırıyoruz. Bunlar temin edildikten sonra konut problemlerini tamamen ortadan kaldırmış olacağız. 301 Evler gibi bir şey düşünüyoruz."
 Şu noktadan sonra hala iyi niyetimi koruyup "301 Evler derken aslında şöyle demek istemiştir" demeyeceğim. Bu satırları yazmak acı verici. İnsanları "şey" gibi gören ve "işlerinin kaderiyle" o insanların kaderini tanımlayan bir zihniyete karşı ne denir artık ben bilmiyorum. Vicdan, merhamet, acımak, üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak gibi erdem belirtisi olan duygular ve eylemler, iktidarın erkek zihniyeti altında "zayıflık belirtisi" olduğu için kullanılmıyor. Karşı çıkmak, sesinizi duyurmak istediğinizde ise marjinalleştiriliyorsunuz. Oysa yaşanan bu acıda iktidar ve işverenin dışında bir kutup yok. Ama toplum olarak öyle bir noktaya geldik ki, ortak bir acı etrafında bile birbirimize saldırmadan duramıyoruz. Ya ben çok safım, anlamıyorum ve hala umut etmeye cüret ediyorum ya da işler o kadar çığırından çıktı ki; biz ( Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde yaşayan istisnasız herkes) bir daha "biz" olmamak üzere ayrıldık ve bunun geri dönüşü yok. Bakalım zaman bize ne gösterecek.

Not: Yukarıda kullandığım fotoğraflar Germinal'in 1993 yapımı film versiyonundan. Film olarak biraz uzun sürse de, romana sadık kalınarak çekildiği ve dönemi iyi yansıttığı için izlemenizi tavsiye ederim.

Kaynak
1- http://www.radikal.com.tr/turkiye/madenci_aileleri_icin_konut_projesi_301_evler-1193988 (erişim tarihi 26.05.2014)












20 Nisan, 2014



Görünmez Canavarlar

Dikkat: Bu yazı ciddi miktarda kişisellik içerir!



Bazı kitaplarla kendiniz tanışırsınız, bazı kitaplarla ise tanıştırılırsınız. Ben bu kitapla tanıştırıldım. "Dövüş Kulübü"nü izledikten bir kaç yıl sonraydı. Acımasız bir sarının hakim olduğu karanlık koridorlu bir hastane.. Yüksek, küçük ve parmaklıklı bir oda... Korkak, kendinin farkında olmayan, hayata küs, varoluşuyla sorunları olan ben. Ve çok şey borçlu olduğumu sonradan fark edeceğim bir adam, masanın iki yanında oturmuşuz. Beni "iyileştirmeye" çalışıyoruz. Bana terapi kitabı olarak iki kitap öneriyor; "Görünmez Canavarlar" ve "Yüzyıllık Yalnızlık". 
İlk kitabı bulmak o dönemde hiç de kolay olmamıştı, Taksim'de bir çok kitapçıya uğramış olmama rağmen kimsede yoktu. Sonrasında bir şekilde bulmayı başardığımda kitabın kapağı biraz 'garip' geldi. Her zaman yaptığım gibi hemen kitabın sonunu okuyarak 'kitabın sonunda ne oluyor?' merakından kendimi kurtarmak istedim ama başa döndüğümde okuduğum son bana hiç bir şey ifade etmedi. Çünkü Görünmez Canavarlar daha önce okuduğum hiç bir kitabın kurgusuna benzemiyordu. Romanı okumayı bitirdiğimde biliyordum ki, bu kitap bir başucu kitabıydı. Ve o kesinlikle haklıydı, Görünmez Canavarlar bir terapi kitabıydı. 

Şimdi asıl sorun şu ki, bu kitabın -her ne kadar Ayrıntı Yayınları kitabın arka kapağında kendince bir özet yapmışsa da- bir özetinin yapılması ya da hikayesinden kısaca bahsedilmesi 'spoiler' içermeden yapılamaz. Şahsen ben ne kadar çok ön bilgi ile kitaba başlarsam o kitaptan o kadar zevk alıyor olsam da; pek çok kişi için bu ön bilgilendirme hoş bir şey olmayabiliyor. Bu sebeple size altını çizdiklerim üzerinden kişisel hesaplaşmamı sunuyorum.





"Bana sempati ver"
Flaş
"Bana acımasız dürüstlük ver"
Flaş
"Bana varoluşçu can sıkıntısı ver"
Flaş
"Bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver"
Flaş
"Bana bir mola ver"





Romanda bunlara benzer pek çok cümle ile karşılaşabilirsiniz. En başta moda çekimlerinin atmosferini yansıtsa da sonra kitabın içinde ilerlemeye devam ettiğinizde  bu cümle ile karşılaşırsınız: "... izleyici olmadan histeri krizi geçirmek imkansızdır. İnsanın kendi başına paniğe kapılması, boş bir odada kendi kendine gülme krizine tutulmasıyla aynıdır. İnsan kendini gerçekten aptal hisseder." Her anımızın rollerimizle çevrili olduğu gerçeği artık daha serttir. İnsanlar üstünüze geldiğinde "Bana sabır ver" dersiniz, mutsuzluktan nefes alamazken "Bana cehalet ver" dersiniz. Seyircilerinize kendiniz olarak görünmek ya da rolünüze devam etmek arasında seçim yapmanız gerekir!

Bazen kitapta da denildiği gibi "algınız sıçar" Geçmişte başınıza gelen şeyler, büyümüş olmanıza, daha güçlü olmanıza, artık farkında olmanıza rağmen peşinizi bırakmaz. Sizi yormaya, hırpalamaya, hayatla aranızdaki o incecik bağı kopma noktasına getirmeye devam eder. Geçmiş, sırf sizin için hala geçmemiş olduğundan ölmek istersiniz. Ölümden türlü sebeplerle korksanız da, bedeninizde kalıp devam etmek ihtimali daha korkunç gelir. İşte bu noktada söze giren muhteşem kraliçe Brandy Alexander size yol gösterir: "Şimdi, az önce yaptığın gibi bana bütün hikayeni anlatacaksın. Hepsini yazacaksın. Bana hikayeni tekrar tekrar anlatacaksın. Bana bütün gece yürek parçalayıcı boktan hikayeni anlat. Anlattığın şeyin sadece bir hikaye olduğunu anlayacaksın. Ve aynı şeyleri bir daha yaşamayacağını. Anlattığın hikayenin sadece kelimelerden ibaret olduğunun farkına vardığında, geçmişini bir kağıt gibi buruşturup çöpe atabildiğinde, işte o zaman kim olacağına karar vereceğiz"  Yüce kraliçe haklıdır. Sizi o hale getiren ne yaşamışsanız anlatmanız gerek. En başta kanırtarak, acıtarak, kanatarak... Sonra sıkılarak, anlamsız bularak... Aynı kelime arka arkaya söylediğinizde anlamını kaybetmesi gibi, geçmişin anlamını elinden alıp içini boşaltmanız lazım! Kendini yeniden üretecek o iktidarı geçmişten aldıktan sonra o acı geçmiş "sabah uyandım, kahve içip dışarı çıktım" cümlesinde olduğu kadar "normal" olacaktır. O anılar artık güçsüz! Ve siz özgürsünüz! Ama bunun için sizi dinleyen birine ihtiyacınız var, onlarsız olmaz!

Sonra hayatınızda temizliğe başlamanız gerekir. Size "hafta sonu tatilinde ne yaptıklarını sormalarının tek sebebi kendi hafta sonu tatilini anlatma isteği olan" insanlardan kurtulmanız gerek. Sizi sadece kendini anlatma sırasının gelmesini bekleyerek dinleyen insanlardan arınmalısınız. Sizi cesaretlendirmek yerine karışık kafanıza daha çok soru sokan, siz basite indirgenmiş bir çözüm ararken sizi karmaşık yollara iten insanlardan arınmanız gerek. Bunu bir kez denedikten sonra hiç bir şey kaybetmediğinizi hatta hafiflediğinizi hissedeceksiniz.

Sonraki aşamada, takıntılarınızdan kurtulun. Brandy Alexander'a dönelim ve ne diyor dinleyelim: "Tatlım, bu gibi zamanlarda kendini, bir koltuk veya bir gazete gibi, bir sürü insan tarafından yapılmış ama sonsuza dek sürmeyecek herhangi bir şey olarak düşünmek çok iyi gelebilir." Düşünüyorum; basit ve net, kafa karışıklığına mahal bırakmıyor. Toplumun dayattığı ve olmamızı söylediği şeylerin bizi mahvetmesine izin vermiyor. Her ne kadar varoluşçu bakış açısının insana yüklediği sorumluluk anlayışından uzak olsa da, rahatlatıyor. Bazen hepimizin ihtiyacı olan ergen bakış açısına dönmemizi sağlıyor. "Sen de en az bir araba kadar ürünsün. Bir ürünün, ürününün, ürünü. Araba dizayn eden adamlar da birer ürün. Senin ailen bir ürün. Onların ailesi de birer üründü. Öğretmenlerin, ürün. Kilisedeki papaz, başka bir ürün." Sonra devam ediyor ve vurucu cümle dudaklarından dökülüyor; "Programlı bir bilgisayar kadar özgür davranabilirsin. Bir dolar banknotu kadar biriciksin." Yıllarca size dikte edilen her şeyin farkına varıyorsunuz. İçinde yaşadığımız çağın iki yüzlü "biriciklik" anlayışı artık size komik geliyor. Güzel olmak zorunda değilim, akıllı olmak zorunda değilim, kendi
mi size sevdirmek zorunda değilim, beni sevmeniz için eğilip bükülmek "bir başkası olmaya" çalışmak zorunda değilim. Önce kendimi sevmeliyim, olduğum gibi, ne kadarım kendimse oradan başlayarak.

Son aşama; kendinizden yeni bir 'ben' çıkarma! Önce "istediğimiz her şeyi, istemeye eğitildiğimiz için istiyoruz." dan yola çıkarak istemeye eğitildiğimiz her şeyden kendimizi soyutlamaya çalışalım. Fenomenoloji yöntemini kullanarak 'salt öz"ümüze ulaşmaya çalışalım. Orada ne var? Ben yöntemimle çelişecek de olsa kitaptan gitmeye devam ediyorum; "Etiketlerin dışında bir şey istiyorum. Tüm hayatımın tek kelimeyle anlatılabilmesini istemiyorum. Bir hikayeden ibaret olmasını. Bilinmeyen bir şey bulmak istiyorum, haritada olmayan bir yer gibi. Gerçek bir macera istiyorum." Bu kararı vermek kolay olmuyor, biliyorum. Ama ben aramaya inananlardanım, hala arıyorum ve belki hiç bir şey bulamadan öleceğim bunu da biliyorum. Yine de aramak beni canlı kılıyor. 

Başta da belirttiğim gibi bu yazı fazlasıyla kişisellik içerdi. Benim için manevi değeri yüksek bir romanı ve bu romanı ilk okuduğum günlerimi hatırlamak ve yüzleşmek zor oldu. Yapmam gerekmiyordu, yapmak istediğim için yaptım. Kendimi kesip açtım, dikip kapattım. Hayatla sorunuz olduğunda okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap bu. Chuck Palahniuk'un yayınevleri tarafından reddedilen -Dövüş Kulübü'nden önce yazılmış- kitabı. Sert, acımasız, eleştirel ama yargılamayan, kalbinizi kırmayan hatta kırılmış kalbinizi nasıl onaracağınızı anlatan bir roman. Ve bonus olarak son bir alıntı; 

"Evie'den nefret etmemin önemli sebeplerinden birinin onun boş, aptal ve zavallı olması olduğunu fark ediyorum. Ama en çok da bana çok benziyor olmasından nefret ediyorum. Aslında ben kendimden nefret ediyorum ve dolayısıyla hemen hemen herkesten de nefret ediyorum."

                                       

23 Mart, 2014




"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."



Sanırım üstteki alıntının sonrasında kitapla ilgili bir özet vermeye gerek kalmıyor. Gregor Samsa, bir oğul, bir ağabey ve bir pazarlamacı. Bir sabah kendini, insanların görmeye dayanamadığı bir böceğe dönüşmüş olarak buluyor. 

Kafka'nın bu ölümsüz eserini okuduğumda daha liseye gitmiyordum. Orta okul sıralarında saçma sapan sınavlara hazırlanırken dershaneye "ben bir insanım ve sosyal ihtiyaçlarım var" şeklindeki 'kabul görmesi zor' bir nedenle gitmeyi reddettiğim zamanlarda okumuştum. O zamana kadar bu denli iştah ve şevkle okuduğum başkaca hiç bir roman olmamıştı. Kapağı kapatıp baktığımda ise hayatımın asla aynı olmayacağını biliyordum çünkü ben de bir Gregor Samsa adayı olduğumun bilincine varmıştım. 

Kafka'nın bu eseri üzerine çok yazılmış; akademik ya da kişisel bir sürü doküman ve metin bulmanız mümkün. Ben burada onları tekrar etmek istemiyorum ama onların değindiği noktaların dışında anlatılacak bir 'nokta' bulmak da çok güç. Bu nedenle sizden ricam bu yazıyı bir kitap incelemesi gibi değil de; bir dertleşme ya da bir deneme gibi okumanız.

Dönüşüm, çok vurucu ve net bir girişle başlar. İnsandan böceğe dönüşüm. Aslında gerçek dışıdır, bir insanın bir böceğe dönüşmesi ama siz hiç kendinizi böcek gibi hissetmediniz mi? Ben hissettim. Hatta son zamanlarda insan olduğumu hissettiğim zamanlar o denli az ki... Dönüşüm üzerine yapılan incelemelerde iktidara, ve yabancılaşmaya vurgu vardır. Kafka'nın kişisel yaşamından yola çıkarak babası ile olan sorunları üzerinden aktarılır bu vurgular. Ve elbette ki kapitalizm, yabancılaşma yaratması açısından es geçilmesi imkansız bir ögedir. Peki biz iktidar karşısında kendimizi nasıl görüyoruz? 

İktidar önce evde ailede başlıyor; her ne kadar samimi olduğu düşünülen bir ilişki biçimi olsa da aile bizim 'güç' karşısında, ilerleyen hayatımızda nasıl bir pozisyon alacağımızı öğretiyor. Bunu yaparken sadece korku unsurunu da kullanmıyor, duygularınızı da kullanıyor. Davranışlarınızı ona göre belirliyorsunuz. Sevdiğiniz insanları kırmamak için kendinden taviz veriyoruz, tekrar, tekrar, tekrar... Ta ki bu bir hayat biçimi olana dek. Sonra okul! İtaatin, belli bir kalıba girmenin askeri düzende öğretildiği mekan. "Sus, öğretmene cevap verilmez!", "Öğretmenden daha iyi mi bileceksin?", "İtiraz edersen notun düşer" tehditlerle iktidarın gücüne boyun eğmeyi öğreniyorsunuz. Hatta benim gibi siyaset bilimi okuyanlar bilirler, derste hocalar size 'demokrasi'den, 'fikir özgürlüğü'nden dem vururlar ama bir yandan da sınavda ya da derste onların 'doğru'larına ters bir fikri savunduğunuzda, sınıftan atılabilir, topluluk önünde rencide edilebilir ya da dersten kalabilirsiniz. Çünkü, bahsi geçen iktidar gücü onlardadır. Çalışma hayatı da bu üstte anlatılanlardan farklı değil. Bize "yap" denileni yapmak zorundayız, sorgulamaya ya da itiraz etmeye kalktığımızda bu kez  en iyi ihtimalle "zam alamamak", "terfi alamamak" ya da "kovulmak" ile tehdit ediliriz. İktidar bizi her an ve bizim her yanımızdan kuşatmıştır. Bedenimize karışır, cinsel tercihlerimize karışır, dilimize, dinimize, fikrimize, alanımıza, ahlakımıza, aklımıza, ruhumuza... Nefes almak neredeyse imkansızdır. Bunu fark ettiğimizde ise zaten bir böceğe dönüştüğümüzü görürüz. İktidar bizden, biz de artık kendimizden tiksinir hale gelmişizdir.

Gregor Samsa'nın görevi ailesine bakmak ve onların borçlarını ödemektir. Ama yaşadığı dönüşüm sonucu artık işe gidememektedir. Hatta ne acı ki, işe geç kalması nedeniyle onu denetlemeye müdürü eve gelir. Onun 'hasta' olduğuna inanmaz. Gregor yaşadığı dönüşümün tüm acılarına rağmen yine de işe gitmeyi düşünmektedir ve müdürüne durumu anlatabilmek için güçlükle odasının kapısını açar. Gördüğü manzara karşısında müdürü tek söz etmeden evi terk eder. Müdür Gregor'un halini anlamaya çalışmaz çünkü Gregor böceğe dönüşmeden önce de kendisi için bir şey ifade etmemektedir. Ama burada asıl sorun ailedir ya da sizi sevdiğini düşündüğünüz insanların verdiği tepkiler. Gregor'un ailesi onun bulunduğu durumdan ötürü korku ve tiksinti duymaktadır. Görmek istemezler onu. Kız kardeşi Grete başlarda Gregor'a karşı sevecendir; ona yemek getirir, odasını havalandırır ama sonraları o da uzaklaşır Gregor'dan. Evdeki herkes kısa bir süre içinde geçim derdine düşer; baba bir bankada çalışmaya başlar, anne evde dikiş diker, kız kardeş bir dükkanda çalışmaya başlamıştır. Ağırlaşan hayat koşulları ile birlikte Gregor onlar için artık daha büyük yük haline gelmiştir. Onun varlığını kimse istemez. Hatta Gregor'un en çok değer verdiği kız kardeşi Grete bile ondan vazgeçmiştir ve kurtulunması gerektiğini düşünmektedir. Bu acıya Gregor daha fazla dayanamaz ve ölür. Ölüsü evdeki hizmetçi kadın tarafından süpürülür ve kadın aileye "o şey"i nasıl çıkaracakları için endişe etmeye gerek kalmadığını, söyler.

Romandaki tüm yaşananlar gerçek dışı bir şekilde anlatılmıştır. Ama ben ne zaman bu kitabı elime alsam gerçekmiş hissiyle okurum. Kafka'nın bu eserinde derin bir mizah duygusunun olduğundan bahseden yazılar okudum, sonra kitabı tekrar bir gözden geçirdim ama derin bir acıdan başka bir duyguyla karşılaşamadım. Her okuyuşumda; kendime ve içinde yaşamak zorunda kaldığım bu saçma düzene karşı, ruhumda tarifsiz bir acı, çaresizlik hissi ve bu hislerin yarattığı bir öfke birikiyor. Derin bir ümitsizliğe kapılıyorum. Ben bir böceğim! Değersizim! Sistemin ihtiyaçlarını karşıladığım ölçüde işe yararım, hatta sevilirim çünkü sevilmem bile 'varlığım'dan değil 'yararım'dan geliyor. Gitgide kendime yabancılaşıyorum. Nesneleşiyorum. Sistemin dışına çıkmak da bu noktada kar etmiyor gibi çünkü benzerliklerimiz ne kadar azsa bir o kadar görünmez oluyoruz. Kabul görmek için benzeşmek durumundayız. İçiçe geçmiş aynalardaki yansımalar kadar eş olana dek benzeşmeli, kişisiliksizleşmeli, sanallaşmayız. Tüm bunların yanında da itaatkar olmalıyım! Bunları düşündükçe isyan etmek istiyorum, tıpkı orta okul sıralarında yaptığım gibi "ben bir insanım" demek istiyorum. Ama galiba sistem o kadar derinlerime nüfus etti ki artık, bunu yapmaya bile mecalim yok. Sadece üzülüyorum halime, halimize. 

Size bu pazar gününde eğlenceli, mutlu, umut veren bir yazı yazmak isterdim. Ama şu yaşadığımız günlerde bu pek mümkün değil. İktidarın karşısında böcek kadar bile  değerimiz yokken bırakın geleceği şu ana dair bile güzel bir şey yazamıyorum. Yine de Dönüşüm'ün bu günlerde okunması gereken bir kitap olduğunu hatırlatmadan yazımı bitirmek istemem. Okuyun ve okutun efendim, okumaktan kimseye zarar gelmez! 

27 Şubat, 2014




Ben kendisini İletişim Yayınları'ndan çıkan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" ile tanıyıp, bu tanışıklığı  "Olduğu Kadar Güzeldik" ile pekiştirdim. Mahir Ünsal Eriş, genç ve yetenekli bir öykü yazarı. Kendisi ile röportaj yapma teklifimizi kabul etti ve sorularımızı sabırla cevapladı. Eriş ile öykülerden, yazarlıktan, nasıl yazdığından bahsettik. Bizim çok hoşumuza giden bu sıcak sohbetimizi sizinle de paylaşıyoruz. Soru ve cevaplarımıza geçmeden önce bu ilk röportajın bizim için çok önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmek ve kendisine buradan tekrar teşekkür etmek isteriz.




Edebiyat, yazmak, senin için ne ifade ediyor? Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark'ta "her yapıt bir endişeye doğar" diyor. Seni edebiyata iten duygulardan bahsedebilir misin?


Biz bu meseleyi, edebiyatımızın mavi pelikanı Sinan Sülün’le hemen her bir araya gelişimizde ama ayık ama sarhoş, en az bir çevrim tartışıyoruz. Sinan bana kızıyor. Çünkü o, “benim bir derdim var, dünyaya söylemek, anlatmak, işaret edip göstermek istediklerim var, bir derdim var, ondan yazıyorum,” diyor. Ben öyle diyemiyorum. Benimki galiba gevezelik. Ben anlatmayı seviyorum. Anlatacaklarım var. Ama iyi ama kötü, kudretim yettikçe, aklım erdikçe de anlatayım istiyorum. Çünkü dünyayla derdin kitapta değil sokakta çözülebileceğine inanıyorum galiba biraz.

Yazmaya başlamadan önce “yaratıcı yazarlık atölyesi” benzeri çalışmalara katıldın mı? Bu tarz çalışmaları yararlı buluyor musun?

 
Yok, hiç katılmadım. Usul erkân bilmediğim de çok belli oluyordur zaten yazıda. Yararlı mı yararsız mı bilmiyorum, çok girmek isteyeceğim bir tartışma değil galiba bu. Ama en azından katılımcıların yazmaya devam edip etmemeleri konusunda kararlarını etkiliyordur diye umuyorum. Değilse bile, nasıl yazıldığını görmek okura iyi gelebilir. Hani tiyatro için derler, ‘her tiyatroyla uğraşan son nefesini sahnede verecek diye bir kaide yok ama en azından insan seyretmeyi öğrenir orada’ diye. Onun gibi bu da biraz. 

Öykülerinde erkek ağırlığı var, bu bilinçli bir tercih mi; yoksa öyle geldiği için mi erkekleri yazıyorsun? Bir de özellikle ilk kitapta, kadınları seviyor musun, onlardan korkuyor musun, nefret mi ediyorsun anlaşılmıyor. Yani esas karakterin kadın olduğu iki öykü var: ilki Gülderen. Gülderen'i seviyor insan ama daha çok acıyor; çok güçsüz, çok korkak. Diğeri ise; göğsünü kaybeden kadın karakter. Güçlü gibi ama aslında değil; kocası tarafından ihanete uğramış. "bir konsomatris hikayesi" adlı öyküde anlatıcının ablası da  güçsüz, saf ve hatta 'aptal'. Ben bu kadınlarla aramda bağ kuramıyorum mesela ama seviyorum, acıyorum. Neden bu tarz kadınlar?

Bilmem. Adamlar da çok farklı değiller ki. Macarca okumaya büyükşehire gelip hırsız olmuş, soymaya girdiği ilk evde de köpekle arkadaş olmuş adamlar var, patronuna gizliden âşık olduğu için onun ölüp yerine oğlunun patron olduğu bir dünyayla barışamayan, sevgilisinden özür dilemeye gidip bembeyaz entarisine kusan adamlar var. Geneli güçsüz, saf ve hatta –ben kıyamıyorum aptal demeyeyim- şaşkın tipler. Ancak acıyla, acı söz konusu olduğunda keskinleşebiliyorlar. Ama daha çok kadın anlatmak istiyorum tabii ki. Çalışıyorum. İnsan kendini deneyip duruyor.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ve Olduğu Kadar Güzeldik'te yer alan "işe çıkılacak gün" öyküsü ve "mektup yazılacak gün" öyküleri sanki birbirini tamamlayan öyküler gibi geldi bana öyle mi? Bir de bazı öykülerde benzer isimlere rastladım "Evrenos" ve "Erdinç Hoca" aynı insanlar mı?

 
Evet, ilk kitapla ikinci kitaptaki öyküler arasında açık bağlantılar var. Her ikisinde birden görünen insanlar da var. Belki üçüncüde de olur, bilemiyorum. Aynı olay ya da durumun başkalarınca nasıl göründüğünü merak etmek çocukluktan beri sevdiğim bir şeydir. Denemek istedim. 
  
Kitaplarını tamamlaman ne kadar sürdü? (karar aşamasından basım aşamasına kadar) Kitabın ya da öykünün tamamladığını nasıl anlıyorsun?

 
İlki çok uzun sürdü. Levent Cantek çok bekletti beni. Dosyayı teslim ettiğimi bile unuttuğum bir zamanda geldi haber. Ama ikincisi daha çabuk oldu tabii. Ben teslim ettim, Cantek baktı, yayın kurulu baktı, redaktör düzeltti, Cantek düzeltti ve basıma hazır hale geldi. Bir ay içinde falan bitti işi. İlkinde sadece beklediğim süre altı aya yakın. Bittiğini nasıl anlıyorum? Galiba şöyle, ben bir hikâye kafamda tamamlanmadan, ilk paragrafı ve son paragrafı kafamın içinde yazılmadan oturmuyorum başına. Öyküler biriktikten sonra da gerisi forma hesabı.

Seni yazarken besleyen şeyler neler?

Hayattır herhalde. Kitap hariç değil.

Yazma odan nasıl? Yazarken dış dünyaya kendini kapatıyor musun? Yazarken belli ritüellerin var mı? Kağıt – kalem ile yazanlardan mısın yoksa daktilo veya bilgisayar kullananlardan mısın?

 
Dağınık. Annelerin bir türlü ikna olamadığı o “bu dağınıklığın kendince bir düzeni var” dağınıklığında bir oda ve masa. Bilgisayarla yazıyorum ben. Elde yazdıktan sonra onu bilgisayara geçirmek eziyet gibi geliyor. O yüzden doğrudan bilgisayarda yazıyorum. Ama çok tembelim ben. Temize çekileceğini bilsem kesin deftere yazardım. Bir de gece çalışabiliyorum ben. Herkes, evdeki, apartmandaki, karşı apartmandaki herkes uyuduktan sonra. Müzik dinleyemiyorum. Ama Flash Tv izlemeyi severim çalışırken. 

Neden öyküden romana geçmeye karar verdin?

Öyle bir karar vermedim aslında. Romanla uğraşıyorum, bu ara çok fazla dergilere, şuraya buraya yazmayacağım dedim kendime. Onu da beceremedim gerçi, OT’la bozdum yemini. Ama öyküyü bırakmış değilim. Bırakmam da herhalde. Geçenlerde Levent Cantek de yine iştahlandırdı beni öykü yazmaya. Yazıyorum ben de, devam ediyorum. Öyküye devam romana selam; hayatımız slogan oldu. Yaşasın Gezi!

Türkiye'deki öykücülük hakkında neler düşünüyorsun? (Mesela neden bu kadar az değer gördüğü ve hep roman öncesi bir deneme gibi değerlendirilmesi yönünde senin fikirlerin nedir?)

İyi şeyler düşünüyorum. Çok güzel öyküler yazılıyor, çok güzel kitaplar çıkıyor. Hem de büyük büyük yayınevleri basıyor bu gencecik öykücüleri. Bu önemli bir gelişme. Çok iyi öykücülerimiz var, daha da iyileri olacak, göreceğiz. Bana öyle bir sıçrama tahtası gibi gelmiyor ama öykü. Yani aynı şeyler değiller bir kere. Öyküye bol su katınca roman olmuyor. Başka türlü kuruluyor, yazılıyor ve okunuyorlar. Kaldı ki öykünün sanıldığından daha itibarlı bir yerde durduğunu düşünüyorum artık. Güzel şeyler okuyacağız bence, çok heyecan verici. 

Sinemayla aran nasıl? (Bu aralar fazlaca Türk filmi izlediğini biliyorum ama genel bir soru olarak düşünebilirsin bunu.)

Sinemayla kötü ama filmle iyidir diyebilirim. Bir sağlık durumundan ötürü sinemaya gidemiyorum. Görsel ve işitsel uyaranların kuvveti beni kötü yapıyor. Ancak Nuri Bilge Ceylan filmlerine falan gidebiliyorum. Yeşilçam’a, özellikle de Safa Önal-Bülent Oran-Sadık Şendil üçlüsünün yazıp, Osman Seden’lerin, Atıf Yılmaz’ların, Memduh Ün’lerin, Erksan’ların, İnanoğlu’ların çektiği siyah-beyaz yılların filmlerine müptelalığım kaygı verici boyutlardadır ama. Orada bize şeklen benzeyen insanların yaşadığı erişilmez uzaklıktaki bir gezegeni izliyor gibi hissediyorum. Dünyanın en dibine denk geldi ömrümüz. Keşke kırk yıl daha önce doğmuş ve çoktan ölmüş olsaydım.

Neden Türkan Şoray?

Neden mi? Başkası da mı var?
 

10 dil bilmen senin hakkında en çok bahsedilen özelliklerin biri, bu diller hangileri?  Sence dil ile olan bu ilişkin yazmanı nasıl etkiliyor?

 
Benim on dil bilmem sadece Gülenay Börekçi’nin teveccühünden ibaret. Çünkü belli bir sayısal karşılığı olduğunu düşünmüyorum dil bilmenin. Dil, anlaşıyorsanız dildir. Bir insanla, bir yazıyla, bir sesle anlaşılabildiğiniz sürece o dili dil olarak kabul edebiliriz. Bunun dışındaki tüm dilbilgisi donuk bir ansiklopedik bilgi yığınıdır. Kaldı ki şöyle bir durum var. Hiç yabancı dil bilmiyorum,  diyen birinin bile Azerice, Kırım Tatarca, Irak Türkmencesi ve Gagavuzcayı doğal olarak anlayabileceğini kabul edebiliriz. Yani insan Fransızca öğrenmekle sadece bir dil yüklenmez, İtalyancayı, İspanyolcayı, Portekizceyi, Valoncayı hatta Rumenceyi de anlamayı kolaylaştıracak hatta anlaşılır kılabilecek bir paradigmayı Fransızcayla beraber alır. O yüzden şu kadar dil biliyorum demek pek itibar edilecek bir şey değildir. Hangi dilleri konuşuyor, yazıyor, okuyor, dinliyor, anlıyorsanız dil odur. Anladığım bazı diller var benim de. Ama annemin evin içinde, çarşıda, pazarda konuştuğu dille kurduğum ilişki sanırım daha çok etkiliyordur yazmamı.

Yazmanın ve çevirinin yanı sıra  akademik olarak da yoluna devam ediyorsun öğrendiğim kadarıyla. Master-doktora konuların nelerdir?

 
Etmiyorum. Hafazanallah, devam etmeyi düşünmüyorum bile hatta. Akademinin durumu malum, anlatmayayım şimdi emekli paşalar gibi uzun uzun. Benimki biraz askerlikle ilgili bir durumdu. Kamuflajları giymeyeyim derken tarih doktoru olacaktım neredeyse. Bir de tabii arkeoloji mezunuyum ben, işsiz kalacağım muhakkaktı. Akademiye yanaşmaktan başka çarem yoktu. Neyse ki temelli sıyrıldım artık. Eğlenceli konular çalıştım ama. Mastıra başvurmaktaki niyetim Türkiye Yahudilerinin modernleşmesini çalışmaktı. Sonra girdiğim bütünleşikte de çalıştığım konu ‘Türkiye Yahudilerinde Türk Milliyetçiliği’ydi. Şimdiyse bedelliyi ödeyeyim diye çektiğim kredi için çalışıyorum. Hayat.
 
 
Seninle ilgili internette araştırma yaparken Afili Filintalar’daki birkaç yazına da rastladım. Afili Filintalar ‘a ne zaman katıldın ve ayrılmayı düşünüyor musun?
 
Afili Filintalar ’la ilgili fikirlerimi daha önce Yalnızlar Mektebi ile yaptığımız bir sohbette anlatmıştım uzun uzun. İkinci baskı yapmayayım şimdi. Ama şu var. Afili Filintalar hala okuyucusu olan bir yazı ortamı. Burun kıvıranı kadar, ısrarla inatla okuyanı takip edeni de var, beğen beğenme. Okurun hazırda beklediği bir yer. İlk kitabımın çıktığı günden beri neredeyse, benimle öykülerini, romanlarını, kitap dosyalarını paylaşan insanlarla tanışıyorum. Bunların arasında yazmaya şaşırtıcı bir iştah ve yeteneği olan gencecik adamlar, gencecik kadınlar var. Onların öykülerini burada, kendi adıma ayrılan sayfada yayınlamak istiyorum. Artık adı Konuk Filinta mı olur ne olur bilemiyorum. Ama benim mail kutumda kalmasınlar, okuyucu bulsunlar ve geri dönüşler alsınlar istiyorum. Edebiyat-yazı blogları bu kadar hayati önem ve değerdeyken bu imkânı yeni öyküler okumak için kullanalım istiyorum. Elimde birikiyorlar. Paylaşacağım yakında.

 
Ve bir on yıllık gelecek planında yazar-akademisyen-köşe yazarı olarak hedefinde neler var?

Akademisyenlik zinhar, köşe belki, biraz elim rahatlarsa. Ama futbol yazmayı seviyorum ben, fırsat olması lazım. Kısmet. Ama öyküye romana ömür elverdikçe, akıl erdikçe devam etmek niyetindeyim. Yani anlatacaklarım oldukça tabii. Romanlarım var, öykülerim var, bakalım. Ömür olsun da.
 


15 Şubat, 2014


   


Öykü kitapları hakkında yazı yazmak bence zordur. Tek tek öyküleri anlatmaya çalışmak yazara haksızlık oluyor gibi geliyor bana; aradan öykü seçip anlatmaya çalışmaksa diğer öykülere haksızlıkmış gibi. Bu sefer önümde iki öykü kitabı var. İkisi de birbirinden güzel ve bizden.

Mahir Ünsal Eriş 1980 doğumlu genç bir yazar. "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" & "Olduğu Kadar Güzeldik" onun İletişim yayınlarından şu ana kadar çıkan kitapları. Açıkçası ben kendisiyle çok tesadüf eseri tanıştım. Bir gün bir arkadaşımı beklerken sıkılmamak için girdiğim kitapçıda "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"yi gördüm. Kitabın kapağı, bana küçüklüğümü hatırlattı, ailemle çıktığımız yaz tatillerindeki sahilleri. Bu sıcacık kitap kapağının çekiciliğine karşı koyamayıp aldım kitabı. Ben yeni tanıştığım insanlara karşı mesafeli ve hatta yabani denebilecek kadar da soğuk bir insanım. Bu kitabı okumaya başladığımda iyice fark ettim ki, yeni tanıştığım yazarlara ve kitaplara karşı da çok farklı değilmişim. Soğuk durdum en başta; "tamam bu ilk hikaye güzelmiş ama diğerleri de öyle mi bakalım" diye bilmişlik tasladım. Öyle hemen samimi olmadım yani. Sonra bir de baktım ki, kitabı bitirmişim. O kadar akıcı, kendini sevdiren bir dili ve o kadar farklı bir bakış açısı vardı ki, mesafeler bir günde kapandı.

Sonra ikinci kitabı aldım; "Olduğu Kadar Güzeldik". Ne yalan söyleyeyim bu kitabın kabı, diğerinden de güzeldi. Hatta babamla benim aşağıda yer alan fotoğrafımıza pek benzettim. Bu kitap da diğeri gibi kendini sevdiren bir kediydi.Yalnız aralarındaki "ağabey- kardeş kitap" olma durumu fark ediliyordu. İlk kitap acemiydi diyemem ama "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de hissedilen o "yeni" olma hali "Olduğu Kadar Güzeldik"te kendini daha olgun bir ağabey seviye çıkarmayı başarmıştı. Öyküler, karakterler daha oturmuş, ne dediğini daha net ifade eden öykülerdi.


 
Kitaplara geçmeden önce Mahir Ünsal Eriş hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Efendim, Mahir Ünsal genç bir yazar. Çanakkale doğumlu ve Bandırma'da büyümüş. Bu nedenle öykülerinde bu iki ile çokça rastlıyoruz. Kendisi -yanlış öğrenmediysem- 10 dil biliyor ve çeşitli kitap, makale ve öykü çevirileri de bulunmakta. Gümüşlük Akademi'de "Dil ve Etimoloji Atölyesi/ Dilbazlık Atölyesi" adı altında da bir atölye düzenlemekte. Öyküleri pek çok yerde Barış Bıçakçı ve Emrah Serbes ile tarzları nedeniyle benzeştirilmekte. Kendisinin yorumuna göre de bu benzerlik; Emrah Serbes ve Barış Bıçakçı'nın da İletişim yayınlarının Ankara Bürosu tarafından 'keşfedilmiş' olmalarından kaynaklıdır. Öte yandan Eriş, gerçek okuyucu tarafından aslında o kadar "benzer" görülmediklerinin de altını çiziyor. Kitaplarda Balıkesir, Bandırma, Edremit, Çanakkale havası ağırlıklı, bir tutam Ankara da bulunmakta. Taşralı insanı anlatıyor ama aslında 1980 doğumlu çocukların hikayelerini anlatıyor. Bazı öykülerinde mizaha kayıyor dili, bazı öykülerde hüzün ağır basıyor. Bana her iki kitap içindeki favori öykülerini söyle derseniz ayrım yapmak çok zor olacaktır ama "benim adım Feridun" diğer öykülerinden bir adım daha öne çıkıyor benim için.



Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde

İlk kitabı olan "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde"de 14 öykü bulunmakta; "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar", "kimi sevse gülderen", "biten bir aşkın ardından", "bana küstüler", "bilye hikmet", "her kanser erken ölümdür", "bir konsomatrisin hikayesi", "Ringo", "mektup yazacak gün", "hep klinsmann'ın yüzünden", "kadınlar hep olmadık zamanlarda", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum", "vakitlice gelmeyen çiş", "biraz uzunca bir diyet hikayesi".  Ben hepsini çok sevdim lakin; "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum" ve "mektup yazacak bir gün" adlı öykülerindeki mizah bana daha yakın geldi. Ben saçma ve beklenmedik zamanlarda ortaya çıkan komik halleri severim. Bu öykülerde de öyle kendi içinde  komik - absürt durumlar vardı. Hüzünlü öyküler de vardı ama gerçek hayatın her yanı hüzün olduğundan ben diğer öykülere biraz  daha sempati ile baktım. Çocuklar üzerinden anlattığı "çok sıkılır arkadaşı ölen çocuklar" ve "hep klinsmann'ın yüzünden" öykülerindeki dili de anlattığı yaşa inebilmesi nedeniyle başarılı buldum. Ancak "Ringo" her ne kadar güzel anlatılmış olsa da çok sevemediğim bir hikaye oldu; içinde barındırdığı kadın karakterle ilgili olarak. Bir de şunu not düşmeden geçemeyeceğim, bana öyle geldi ki; bu kitaptaki kadın karakterlerde hep kötü bir taraf vardı, ihanet eden, giden, sevemeyen... Belki ben çok takıntılı olduğumdan bana öyle geldi; belki de belli özelliklerdeki kadınları anlatmak daha kolay olduğundan yazar bu yolu tercih etti; bilemiyorum.


Olduğu Kadar Güzeldik



"Olduğu Kadar Güzeldik" içinde 8 öykü barındırıyor; "sen o zaman parasız yatılıydın", "benim adım Feridun", "işe çıkılacak gün", "kanatlarımız olsa be Metin", "malibu", "dayımın avrupa'ya kaçırılışı", "zehir miktarda", "stoper".  Hepsi de birbirinden güzel yine. Ama bu kitapta kendime bir favori belirmeyi başardım; "benim adım Feridun". Bu öykü benim hep bir gün denemek istediğim "kaybolma" ve sonrasında "başka biri olma" halini anlatıyor. Tam bir kaybolma yok bu öyküde biraz daha farklı bir  durum var ancak "başka biri olma" noktasında harika bir tahmin yürütmüş yazar. Öyküyü gerçekten de merak içinde ve soluksuz okudum. Her anında kendimi yerine koydum. Size de olur mu bilmem ama bana nadiren olsa Melih Cevdet Anday'ın şiirindeki hal gelir; 

              

"bir misafirliğe gitsem
bana temiz bir yatak yapsalar
her şeyi, adımı bile unutup uyusam"

İşte bu öyküde hem "bir başkası olma" hem de bu "misafir olma" hali vardı. Bu öykünün dışında diğer çok sevdiğim öykü ise "dayımın avrupa'ya kaçırılışı". Bu öyküde bir annenin oğlu için endişelenişinin mizahı yapılıyor; hepimizin tanıdığı panik olmaya, abartmaya, korkmaya müsait bir anne ile sorumsuz, bir baltaya sap olamamış, hayırsız oğlunun hikayesi. Daha önce de belirttiğim gibi bu kitap bir önceki kitabına göre daha ayakları yere basan bir kitap ve içindeki tüm öyküler daha sağlam. Ben ayrıca "stoper" ve "malibu"yu da epey beğendim. 

Kısacası efendim, okumanız sırasında sizi dışlamayacak, size kibirle yukarıdan bakmadan bakmadan "göz hizasından" yazılmış öyküler okumak istiyorsanız; dil akıcı olsun, rahat okunsun diyorsanız; yakın zamana ait detaylar da bulayım diyorsanız bu iki öykü kitabını size tavsiye ederim.