yalnızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yalnızlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Şubat, 2014

"kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe"



Kitaplığımda iki Murathan Mungan kitabı var; ikisi de aynı eski dost tarafından hediye edilmişti bana. Biri, daha önce sitemizde yazdığım Aşkın Cep Defteri, biri de bugün yazmaya  çalışacağım "Timsah Sokak Şiirleri".

Şiir kitabı yorumu riskli bir iş aslında; çünkü yazarken iç dünyasını, kalbini, yaralarını çokça ele verebilir insan. Ama cesurluğum ve kendime meydan okumalarım ünlüdür benim. Sitemizde yazdığım Küçük Prens ve Kürk Mantolu Madonna yazıları da örnek verilebilir bu cesaretime.  Ne demiş Göksel bir şarkısında: "Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi"... 
Bilenler mutlaka vardır; Beyoğlu / Cihangir'de bir sokak adı olan Timsah Sokak'ın, Murathan Mungan'ın 2003 yılında Metis Yayıncılık tarafından basılan "Timsah Sokak Şiirleri"ne adını verme olasılığı çok yüksek.

Hiçbir yaranız ya da benzer yaşanmışlığınız yokken bile okuduğunuzda altını çizecek, içinizi acıtacak çok satır bulabilirsiniz bu kitapta. Mungan kelimelerle o kadar güzel oynamış; aşkı, ayrılığı, yaşadığı acıyı, tecrübeyi, bekleyişi, vazgeçişi, hayal kırıklığını o kadar iyi anlatmış ki, satırlarda anlatılan bu yoğunluğu derinden hissedebilmek için benzer şeyleri yaşamış olmanız çok da gerekmiyor. Hal böyleyken, bir de bu konuda yaralarınız varsa; kitabı okurken o yaraların, kabuk tutmuş olsalar bile, teker teker nasıl tekrar kanadığını, içinizin nasıl acıdığı belirtmeme gerek yok sanırım.

                                                    "hiçbir şey öğretmeyen aşk ne çok şey öğretmiş bana
                                                     aynı yaşamıyor herkes
                                                     aşkı da ayrılığı da"

dese de Mungan, okurken aslında size özel sandığınız tüm o acıların, hayal kırıklıklarının, şaşkınlığın ve kaldığınız yerden devam etme zorluğunun, pek de size özel olmadığını, durumlar ve kişiler farklı olsa da, yaşanan hislerin az çok herkeste benzer olduğunu görüyorsunuz.

"Timsah Sokak Şiirleri"nde yeniden aşık olmak, yeniden sevmek, yeniden başlamak yok, aşkın güzel tarafı da çok yok. Aşkın acısı var, ayrılığın getirdikleri ve alıp götürdükleri var, çaresizlik var, yarım kalma, yarıda bırakılma ve hesap soramama var. O kadar ki;

                                                      "paramparça ediyorsun
                                                       anonim solgunluğunda
       bir zamanlar benim olan her şeyi"

dediğiniz kişiye sorabildiğiniz tek hesap:  "ne hakkın vardı buna?" olabiliyor.



Ayrılık, biten ilişki sonrası yakanızı bırakmayan anılar, "ama"lar, "acaba"lar var bu kitapta. 'Yalnız ya da birlikte bir ilişkiden çekip gitmek'; çaresizlik içinde sürekli anımsayış, bekleyiş ve bunların getirdiği yorgunluk var. Kitapta sırasıyla "Ben Çaresizliğin Eli Olsaydım","Ben Anımsayışın Eli Olsaydım", "Ben Bekleyişin Eli Olsaydım", "Ben Yorgunluğun Eli Olsaydım" diyor Mungan ve tüm bu şiirlerin sonunu "giderdim" ile bitiriyor. Keşke gitmek kolay olsa, keşke becerebilseniz zamanı geldiğinde şeyleri olduğu gibi bırakıp gidebilmeyi. Bekleyiş bir gün bitiyor bitmesine de, anımsayış bitmiyor, gidemiyor insan anımsayıştan ve bu yüzden hafızasını sildiresi bile gelebiliyor, bu kadar zordur hiç olmadık zamanlarda özleneni anımsamak. İşte bu yüzden diyor ki Murathan Mungan:

                                                      "ben anımsayışın eli olsaydım
                                                       tutmazdım kimseyi hatırımda
                                                       giderdim giderdim giderdim"

Çaresizlik, anımsayış, bekleyiş ve yorgunluktan sonra vazgeçmek var bu şiirlerde... Ve vazgeçmeden bir adım önce gelen kabulleniş... En zoru da bu değil midir zaten? Önce kabul edemez kalbiniz ve beyniniz, mantıklı açıklamalar ararsınız, mücadele edersiniz, reddedersiniz, ısrar edersiniz, oldurmaya çalışırsınız ve olmayacağını görmek istemezsiniz bir türlü; sevmişsinizdir, emek vermişsinizdir çünkü. Güzel olan şeylerin bitmesi için bir neden olmadığını ve sonsuza kadar güzel olarak devam edeceğini düşlemişsinizdir. Güzel olan bir şey durduk yere neden bitsin, değil mi? Kendinizle girdiğiniz uzun mücadeleden sonra, sonunda gerçek olandan kaçamayacağınızı anlar ve istemeseniz de onunla yüzleşirsiniz. Kabulleniş bu noktada gerçekleşir işte. Kabullenişten sonrası da malum: vazgeçmek ve kaldığınız yerden, sizden geriye ne kaldıysa onunla devam etmek. 'Kalbiniz tuzaklarda konaklar, devamsız hikayelerde yaşlanır' ve 'zaman, aldıklarını bir daha yerine koymaz." Vazgeçmek zordur gerçekten. Zordur; kanırtır, acıtır, dışarıya ve muhatabınıza yansıtamadığınız isyanlar  yaratır içinizde. Ama bu kabulleniş ve vazgeçişten sonrası daha kolaydır aslında; mücadeleyi bırakmışsınızdır, yaralarınız sarmaya geçmişsinizdir artık. Tıpkı Mungan'ın dediği gibi yani:


                                        "hem çok zor hem çok kolay
                                         vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıcı" 

Ayrılıkların insana çok şey öğrettiğini görüyorsunuz bu şiirlerde. "Vahşi bir bitki gibi kendi zehriyle çürümeyi", "zamanın ne olduğunu", "yalnızlıkta seslerin birbirine ne çok benzediğini", "intiharın, hayatınızın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu", "eşyanın zamanla nasıl uysallaştığını", "zamanla hiçbir şeyin eskisi kadar acı vermediğini" ayrılıklar öğretir size ve en sonunda dersiniz ki: "unutmadım hiçbirini, ama yaşlandım."
Gençken, kalbiniz toyken, içinizde daha acıya yer varken, daha cesaretli, daha atak olabiliyorsunuz; ancak yaşanmış onca şeyden sonra geriye söyleyebildiğiniz sadece şu kalıyor:
yordu, yordum, yoruldum

Yaranız olsun ya da olmasın, ayrılık yaşamış olun ya da olmayın, biri sizi hayal kırıklığına uğratmış olsun ya da olmasın, birini deli gibi özleyin ya da özlemeyin, içinizde bir şeyler yarım kalmış ve bu yarım kalmışlıklar nedeniyle yüreğinize bir boğa oturmuş olsun ya da olmasın, "Timsah Sokak Şiirleri" içinize dokunuyor. Sizin yaşadıklarınız, bir önceki cümledeki "ya da"lardan önceki gibiyse zaten fazla söze gerek yok; okuyun ve yalnız olmadığınızı anlayın, derim.
Göksel'in şarkısından bahsetmiştim ya yazının girişinde, "Kardan Adam", bence bu yazımı fona o şarkıyı alarak okuyun:

05 Ocak, 2014

Tezer Özlü en sevdiğim yazarlar arasında yer alır. İşte bu nedenle Burcu'nun Tezer Özlü'nün Kalanlar adlı eseriyle ilgili yazısını çok büyük bir keyifle okumuştum. Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili değerlendirmesi de yüzümde kocaman bir tebessümle okuduğum paylaşımlardan bir tanesiydi. Yazıdan o kadar etkilenmiştim ki sanki zaman tünelinde yolculuk yapmış ve kendimi bir an 90larda, ilkokul yıllarımda buluvermiştim. İşte Özlü'nün Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı eserini rafta gördüğümde özellikle bu iki nedenden dolayı içimde inanılmaz bir okuma isteği belirdi.



Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Çocukluğun Soğuk Geceleri Özlü'nün ilk romanı. Çocukluğun Soğuk Geceleri bence son derece çarpıcı, etkileyici, okuyucunun içine işleyen ama belki de tasvir etmesi bir o kadar zor bir roman. Öyle ki bu ince ama bir o kadar da yoğun romanı okuduktan sonra herkesin romana dair farklı bir algılayışı olabileceğini düşündüm. O nedenle eserde en beğendiğim bölümü paylaşmanın eserdeki derinliği anlatmak konusunda yeterli olacağını düşündüm. Yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, yalnızlık kavramlarının yoğun bir biçimde vurgulandığı, dillendirildiği, kahramanın içinden geçmiş olduğu ruhsal bunalımlarının aktarıldığı romanın ilk iki bölümünün Ev ile Okul ve Okul Yolu olması bir tesadüf değil çünkü çocukluk aslında sürekli dönülen, aşılamayan bir dönem. Yaşamı nasıl kavradığımızı da, zihnimizde nasıl şekillendirdiğimizi de çocukluğumuz belirliyor: "Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken: oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş."


Çocukluğun Soğuk Geceleri sıkça tavsiye edilen, okunması önerilen eserlerden bir tanesi. Bunlardan bir tanesini de sizlerle paylaşmak istedim:


Son olarak Özlü'nün bu eserini okurken aynı Burcu'nun 90lar kitabıyla ilgili paylaşımını okuduğumdaki duyguları hissettim. Özlü çocukluğunu, ilkokul yıllarını, ilkokul öğretmenini, ilk arkadaşlarını anlatırken ben de kendi ilkokul yıllarıma gittim. Siyah önlüğüm, beyaz yakam, karşımda kara tahta sıra arkadaşlarım o kadar canlı beliriverdi ki gözümün önünde. Yazar Stalinin ölümünün büyük bir bayram havası gibi kutlanıldığını hatırlıyordu ben Körfez Savaşı sürecini, elektrik kesintilerini, haberleri dinlemekten ne kadar korktuğumu, bir savaş çıkması ihtimalinden ne kadar çekindiğimi. Yazar çıkmaz sokaktaki evine çekinmeden getirdiği ilk arkadaşından bahsediyordu, ben bir gün teneffüste okuldan çıkıp bir arkadaşımla leblebi tozu almaya gittiğim günü anımsıyordum. Evet bu roman eserin arka kapağında da dediği gibi: "yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor." Kaç yaşında olursanız olun bir şey oluyor ve dönüveriyorsunuz o günlere.


31 Ağustos, 2013



        Bir Kitap Okudum; İçim Temizlendi : BAZUKA



Murat Uyurkulak'la tanışmam yakın zamanda gerçekleşti. Önce Tol'u okudum. Şu ana kadar okuduğum kitaplar içinde - iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki- en etkileyici giriş cümlesine sahip kitaptı. Ancak onun hakkında yorum yazma cesaretine henüz sahip olmadığımdan ikinci okuduğum kitabı - aynı zamanda kendisinin yayımlanan üçüncü kitabı- Bazuka hakkında naçizane hislerimi yazmak istedim.

Ben pek öykü okuyucusu değilimdir açıkçası, roman bana hep daha cazip gelmiştir nedense. Ancak bu kitap beni benden aldı. Hatta itiraf ediyorum kitap okurken ilk kez gözlerimden yaş geldi (Kırmızı'da).

Bazuka - Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler- 2011 yılında Metis Yayınlarından çıkmış. İçinde -bendeki etki sırasına göre - Kırmızı, Kuş Yuvası, Tutkular Kitaplığı, Derviş, Gülsüm, Aşk Yalnızlık ve Bazuka, Şarap, Kurtuluş On İki adlı 9 harika öyküyü barındıryor.



Bu uzun girişin ardından eserle ilgili notlara gelecek olursak - kitaptaki sıra ile-



Tutkular Kitaplığı; (Reha Mağden'in Yazgılar Tableti (Avasta, 1999) adlı müthiş kitabına naziredir. 2004'te Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı" arka sayfa notuna sahiptir.) Kıymeti bilinmeyen yazarların kitaplarının tanıtımının yapılması için; reklamcı, gazeteci hatta milletvekili kaçırmayı göze alan bir edebiyat tutkunu yoksul bir kütüphane memurunu bulmaya çalışan bir dedektifin öyküsüdür.  Ancak kütüphane memuruna göre "Asıl vahim ve acı olan, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur.", " Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür.." Eserin baki, okuyucunun fani olduğu şu dünyada zaten az olan kitap okurunun durumu bu kuru kalabalık raflar arasında seçici geçirgen olmayı gerektirir. Ancak kapitalist piyasa koşullarında metalaşmasının önüne geçilemeyen kitaplardan kıymetlilerini bulmak da bir o kadar zordur. "Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır..."



Kurtuluş On İki; (fişek gazeteci Ulaş Gürpınar ile ortaklaşa yazıldı, 2007'de Time Out dergisnin hazırladığı İstanbul Hikayeleri kitabında yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) Kitaptaki bana en az etkii eden öyküdür. Belki tam olarak anlayamadığımdan belki de ne anlamam gerektiğini henüz bilmediğimden kaynaklaklıdır bu durum karar veremedim. Bu nedenle üstüne yazmayı doğru bulmuyorum, affola.


Kuş Yuvası; (şahane hikayeci Aslı Ilgın Kopuz'la ortaklaşa yazıldı, 2008'de Alman yayınevi Berliner Taschenbuch'un Unser Istanbul adlı hikaye seçkisinde yayımlandı.) Kitaptaki en etkileyici öykülerden biridir. Cinsiyet meselesini temele alan bir aşk hikayesini anlatır. Aşk zaten zordur, iki kadının aşkı ise imkansızdır. Yaşadığımız dünyada ya da memlekette o kadınlardan biri erkek gibi mi olmalıdır dışarıya karşı? Öykünün sorusu muhtemelen bu değil ama bendeki yarattığı çağrışımlardan biri oldu; kabul görmek için, cinsel yönelimini saklamak ve diğer cinsin rolüne bürünmek. Asıl sorusu ise öyküde geçmekte; " Her türlü acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan, kendi kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip, veya tam tersi kılan?" Kendi adıma benim şu an bu sorulara cevabım yok çünkü; düşünüp kurcalamaya korkuyorum ya da daha doğru ifade edecek olursam yüksek sesle sizinle paylaşırken kırılma yaşamak istemiyorum. Ancak Murat Uyurkulağın 06/05/2011 tarihli Radikal'de yayımlanan Burcu Aktaş ile röportajına kulak verecek olursak kendisi "Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim."   demekte.



Pembe; (2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Kadın erkek olma meselesinin başlangıç noktasıdır bana göre pembe. Cinsiyetimle ilgili sorgulamalar ve sorunlar yaşamaya başladığım andan itibaren -ki ilk okul sıralarına denk gelir- hayatımdan kasıtlı olarak uzaklaştırdığım hatta düşman olduğum bir renktir. Sadece benim değil pek çok insanın hatta bebeğin başına gelen bir sorundur pembe. "Kız" olmakla eşdeğerdir, feminen(!) kırmızının sulandırılmış halidir, sevimsizdir. Öykümüzün 'erkek' kahramanının başına da ne geldiyse hep 'pembe' yüzünden gelmiştir; gözünü, en sevdiği arkadaşını, sevdiği kadını, zenginliği hep 'pembe' yüzünden kaybetmiş hatta yine aynı meymenetsiz renk yüzünden hapse bile düşmüştür.


Aşk, Yalnızlık ve Bazuka; (Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler (İletişim, 2009) adlı şahane kitabına naziredir. 2009'da Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.) Çocuklukla ergenlik arası erkeklerin kendileri kanıtlama çabaları aslında bu öykü. Doğru olur mu bilemem ama tam bir erkeklik hikayesi. Okurken gülümsetti beni, sevdim. "Aşk , bir, iki veya daha fazla kişi fark etmez, her halükarda yalnızlık demekmiş, bunu şimdi gayet iyi anlıyorum."

Şarap; (Alman SWR radyosu için yazıldı, 2010 Noel arifesinde radyodan okundu.) Bu öykü "Türkiye'nin iç bölgelerinde, Kangal köpeği, etli pidesi, madımak çorbası ve Madımak katliamı ile meşhur Sivas kentine bağlı Belveren kasabasının...." şeklinde  başlayarak arkeolojik bir kazı ekibinin hikayesini anlatmakta. Aslında bir Türk, bir Fransız, bir Alman,  ve bir Amerikalı'nın yaptıkları kazıda elde ettikeri başarıyı kutlamak için alkol aramaya çıkmalarının trajik hikayesi.



Derviş; (nadide yazar Ersan Üldes'le ortaklaşa yazıldı, 2008'de Fransız yayıneci Magellan & Cie'nin Nouvelles de Turquie adlı hikaye seçkisinde yayımlandı arka notu ile sunulmuştur.) "Uyan üstad. Sebep olacağın hikayenin tam zamanıdır, biz emin olduk bundan, affeyle..." gibi bana çok vurucu gelen bir cümleyle başlar bu öykü. Bir dervişin uykusundan uyanıp, şeyhinin arzusu üzerine Karaköy'den Galata'ya kısa seyahatini anlatır. Bu devrin adamı olmayan derviş için her şey bambaşkadır, kafası karşır, midesi bulanır ama yoluna devam eder. "Sırlı camları olan, pek yüksek bir hanın önünde" durur, kendini seyreder. "hanın içinden çıkan heybetli bir cüsse" onu yaka paça içeri sokar. İçeride onunla eğlenen insanlar vardır. Dışarı çıkınca şöyle düşünür; "benimle eğlenen, alem ve cümbüşü çok seven bu sivri kafalı güruh, dev bir aynanın içinde yaşamaya mecbur edilmiş zavallılardan müteşekkildi. Bu havasız yerde gün sayıpömür tüketiyordu hepsi. Böylesi dev bir aynanın içine hapsedilmek için, kim bilir vaktinde ne günah işlemişlerdi?"


Kırmızı;  (Goethe Institute'ün "Hatırlatmaya Cesaret Etmek" projesi için yazıldı. 2010'da Alman edebiyat dergisi Die Horen'de yayımlandı.) Geldik benim favori hikayeme. "İnsan çocukken bir büyük saadet ülkesinde yaşıyor, sağa sola şuursuzca koşturup neşeyle kişniyor. sonra büyüyor, büyükçesalaklaşıyor, salaklaştıkça unutuyor o mesut diyarı, bir nevi ölüyor." diye başlıyor öykümüz. Yaşlanmayı sevdiriyor bana. Ben huysuz ihtiyarları hep komik ve eğlenceli bulmuşumdur, belki de ondan bu öyküye zaten ekstra bir sempatiyle başlıyorum. Hamza dedenin (büyük büyükdede) öyküsü bu. "Birinci Dünya Savaşı ve akabinde İstiklal Harbi sırasında, tam dokuz sene, evini bir kez olsun görmemecesine askerlik yapmış...", "..rivayete göre hafif delirmiş, terhis olup döndükten sonra bir yıl boyunca evin en karanlık odasına kapanmış, tek bir insanla konuşmamış" bir adamın kırmızı görememeye başlamasının hikayesi. " Adeta boğa gibi, kırmızı renge dayanamıyordu Hamza, ne zaman kırmızı görse öfkeleniyor, kendini kaybediyordu." çünkü, "ölüm ve zulüm kırmızının kardeşiydi. Hamza beyazı da sevmiyordu, çünkü mermi kafaya girince beyin beyaz beyaz saçılıyordu. Sarıyı da sevmiyordu, çünkü irin bağlayan yaralardan sarı sıvılar akıyordu." "Hamza hangi renk parlıyorsa onu sevmiyordu." Militarizm karşıtı bir insanım, silah sevmem, savaş sevmem, savaş kahramanlarının sadece tövbelilerine sempatim vardır. Belki de bu nedenle Hamza beni ağlattı.  Kim bilir. ( Gerçi ben burada hikayenin iyice tadını kaçırmamak için bir fikrini aldım ama aslında vurucu kısmı o kısımda. )

Gülsüm; (Haşhaşi dergisi, Temmuz 2010'da yayımlanmıştır) Oğlunu ilk kez geneleve götüren bir babanın öyküsüdür. İçinizi sıkar, rahatsız eder zaten; amaç da budur aslında: rahatsız etmek. “Nurperi’nin yeri Şişli’de, Ulu Önder’in istiklal meşalesini yaktığı müze evin arka sokağındaydı. Milli sermayenin memleket bekası için ne mühim bir mesel olduğunu iyi bilen Nedim Bey, atalarının has yörük olduğunu öğrendiğinden beri Nurperi’nin yerinden hiç şaşmamış, zevk gayesiyle saçtığı banknotların Ermeni ve Rum mamaların kasasına girmesine asla müsaade etmemişti. İslam alemine medeniyet canavarıyla mücadele şuuru zerk ederken Hint ellerinde şehit olan Teşkilat-ı Mahsusa mensubu bir babanın oğluna da böylesi yakışırdı. Ve çok kıymetli bir aile yadigârı misali bir sonraki nesle nakledilen o mahsus hal her nasılsa hâlâ hükmünü sürdürdüğü için, eylül ihtilalcilerinin ahaliyi belli vakitlerde sokağa çıkarmama saplantısı Nedim Bey’e elbette ki sökmezdi.” 

Efendim, benim bu kitap hakkında yazacaklarım ve yazdıklarım bu kadar. Lakin kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, sizde bıraktığını hisler ve sorular açısından çok daha fazlasıdır Bazuka. Eğer kısa öykü okumayı sevenlerdenseniz benim kanaatimce bu kitabı da seversiniz. Edebi lezzet açısından tatmin eden, akıcılık ve kelime seçimleri, tasvirler, göndermeler ve mizah dozu açısından da sizi üzmeyecek bir kitap.







28 Aralık, 2012



                             Bizim Büyük Çaresizliğimiz




                                                    
      “Başlayan ve biten şeyler Çetin, ölümlü olduğumu hissettiriyor bana. ölecekmiş gibi oluyorum.”

Hangi kitabı yazsam diye düşünüp dururken, düşünme kısmı görünmediğinden hep duruyormuşum hissi yarattığımı yeni fark ettim. O zaman yazmam lazım diye düşündüm ve kitabımı seçtim; "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" Barış Bıçakçı imzasıyla 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkmış.

Bu kitap aslında bir roman değil, bir dostluk muhasebesi. Okurken kendi dostluklarınızı da karşınıza alıp hizaya çekebileceğiniz bir kitap. Ne anlattığı önemli  nereye varmaya çalıştığı değil. Neredeyse çocukluk sayılabilecek yaşlarından beri birlikte olan iki insan, dost, kardeş, sevgili... ne demek istersiniz bir gün gelip de aynı kadına aşık olursa ne olur? Aşk onların ilişkilerini bozar mı, bozabilir mi? Yoksa onlar aslında birbirlerine mi aşıklardır? Bu mudur asıl çaresizlik yoksa genç bir kadına duyulan aşkın daha da belirginleştirdiği "yaşlanmak" mıdır?

Cevaplar bulmak için okunacak bir kitap değil, sorular sormak isteyebilirsiniz ama kendinize.. Ben kitabın yazısına başlamadan önce 'dostum'u aradım, "biz hiç aynı adama aşık olduk mu?" demek için. Açmadı telefonu, iyi ki de açmadı aslında bu sorunun cevabını biliyordum ama kaçırdığım bir yer varsa o an öğrenmemem iyi oldu.

Kitabın detaylı verilecek bir özeti olmadığından kısaca anlatacağım şeyler bu kadar. Hayata, aşka, dostluklara ve zamanın karşı konulmaz bir hızla geçişine dair farkındalıkları olan bir roman bu. Bendeki en büyük etkisi ise yukarıda da dediğim gibi dostluklar üzerine oldu.  Kısacası okunası bir kitap, bir baş yapıt değil belki ama içinize yer ediyor.

Not 1: Uzaklardan bir yerden Turgut ile Selim'in hikayesine de benziyor, burada da bir 'tutunamayan' olma hali var aslında ama bu hal esas eksen olmadığından kıyaslama yapılmaması daha doğru olur bence.

Not 2: Düş(le)mek adlı kitabı okuyanlar varsa aranızda, bu romanda o kitabın hissi yakaladım. Çok alakasızlar ama bir yandan da okurken ilk gençlik yıllarımda okuduğum o kitabı düşünmeden edemedim. Belki de yaşlanmanın verdiği özlemle aklıma geldi belki de paylaşılan dostluklar nedeniyle.. Bilemiyorum.

 "Hareket etmezsen acı üzerinde birikir."

30 Eylül, 2012

 
 
"Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?.."
....
"Hayatın bundan ibaret olduğunu zannettiren bilgisizliğimin yerini şimdi, dünyada başka türlü de yaşanabileceğini bir kere öğrenmiş olmanın azabı tutuyordu."
....
"Sadece müteessirdim. 'Bunun böyle olmaması lazımdı.' diyordum."
...
"Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu."

Bu defa riskli bir işe kalkışıyor gibi hissediyorum kendimi; çünkü benim için kutsal niteliktedir "Kürk Mantolu Madonna". Biliyorum, ne yazarsam yazayım eksik olacak ve haksızlık etmiş olacağım kitaba. Ama yine de yazmayı seçtim.

"En tahammül edemeyeceğim şey merhamettir..."

Bu kitabın çok özel olması ve içinde kendimden çok şey bulmam için birçok nedenim var. Öncelikle “Sen Allah’ın bana vermeyi unuttuğu kardeşimsin bence.” yazılı bir notla hediye edilmişti bana. Ve her okuduğumda (kaybolduğumda, bunaldığımda, ürktüğümde, saklandığımda) tekrar tekrar anladım ki, ben aslında hem Raif’tim hem Kürk Mantolu Madonna. Hem onlarınki kadar büyük bir sevgiye özeniyordum ve böyle bir sevgiyi bekliyordum hem de artık bazı şeyler kolay olsun, herkesinki gibi olsun istiyordum. Tabii ki sadece bu değil; içimde hep hissettiğim ama kelimelerle şekil alamamış birçok cümle vardı bu kitapta, yaşadığımız dünyaya ve o dünyanın insanlarına dair... Sadece bir aşk kitabı değildi bu, hayatımın cümlelerinin yazılı olduğu, okurken kendime sürekli “yalnız değilim işte” dedirten bir kitaptı.

Gerçekten anlayabilen, gerçekten düşünebilen, gerçekten hissedebilen ve ‘basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete kolayca geçemeyen’ derinlikli kişilerin anlayabileceği bir kitap olarak görüyorum Kürk Mantolu Madonna’yı. ‘Her şeyin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği’ bir dünyada Nietzsche’nin tabiriyle “sığ zihinli olan” bir kişi okuyunca bir aşk romanı olarak yorumlayabilir ki bu da kitaba yapılacak en büyük hakaretlerden biridir.
İnsanın tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek de çabuk alışıp katlanabileceğini söylüyor Raif, bunun böyle olmaması lazımdı, diyor ama ekliyor: “Demek böyle olması icap ediyormuş.” Kaderci düşünmenin bazen insanı rahatlattığına, hatta delirmenin eşiğinden döndürdüğüne inanan ben, Raif’in bu cümlesiyle rahatlıyorum. Biz bilmesek de her şeyin bir nedeni  varmış ya hani... Ama yine aynı Raif, oldukça gerçekçi bir bakış açısıyla hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını da söylüyor. Geç tanıştığımız, ama varlığını sevip hayatımızın merkezine aldığımız; bizim için artık var ve vazgeçilemez olan; bu yüzden de sonsuza kadar var olacağını sandığımız  şeylerin bir sonu olabileceğini hatırlatıyor. Sebepsizce gelen iç sıkıntısının geldiği gibi yine sebepsizce gideceğine inanan ben, içeriği farklı ve iç sıkıntısına görece çok ağır olsa da, Raif’in “Bir imkân, mevcudiyetine ihtimal bile vermeye cesaret edemediğim bir imkân, boş ve manasız akıp giden ömrümün yanına kadar sokulmuş ve sonra, birdenbire, geldiği kadar ani ve sebepsiz, çekilip gitmişti.” cümlesini çok iyi anlayabiliyordum. Boş ve manasız akıp giden bir ömrün yanına kadar sokulan imkânın yarattığı umut hala ayaktayken, o imkân çekip gidince geriye kalanlarla devam edebilmek için nasıl bir mücadele gerektiğini görüyordum Raif'in cümlelerinde. Özendiğim aşkı o kadar güzel anlatıyordu ki “Bir insanın bir diğer insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün olabiliyordu? Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?” diye sorarken.

Kürk Mantolu Madonna’nın mevcudiyetiydi o… 'Boğulacak kadar yalnız, hasta bir köpek kadar yalnız, erkeklerin küstahça gururlarından tiksinen, hiçbir şeyi kendini erkeklere beğendirmek için öğrenmemiş olan' Maria’nın mevcudiyeti… Maria kendisinin, benim kendim için hep söylediğim gibi, ‘dünyadan ziyade kendi kafasının içinde yaşadığını’ söylüyordu. Ve aslolanın yalnızlık olduğunu… Ona göre insanlar ‘sadece belirli bir seviyeye kadar birbirlerine sokulabilirler ve gerisini uydururlar. Kürk Mantolu Madonna’ya göre “Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka”ydı ve aşk, işte bu istemekti. Aşkın büyüklüğü daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki? Birine “Seni seviyorum… Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.” demenin anlamını kaç kişi biliyordur ki? Diyorum ya, okuduklarım o kadar 'ben' ki, hem Raif hem Maria yukarıda bahsettiğim "yalnız değilim işte"leri söyletiyordu bana.


Raif’le Maria ilişkisinin, Raif’in “Ve bir gün her şey bitti.” cümlesinde anlattığı gibi basit ve net bir şekilde bitişi, hiç bitmeyecek sanılan, var zannedilen şeylerin bir anda yok olması ve bilinmeyen, sonradan öğrenilen, ağlatan gerçekler… Her sıkıldığımda, ruhum her bunaldığında elime aldığım "Kürk Mantolu Madonna"m ve onun hayatı sorgulatan soruları…Bitirirken ben de soruyorum: “Ben neyim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyor?”