Güvercin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güvercin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Mart, 2014


"Bize göre en büyük itiraf, kimi zaman gitgide derinleşen bir sessizlik kuyusunun içinden, yeryüzüne ölü bir sazan gibi bakmaktır. Yalnızca bakmak."

Doğum günlerinde aldığınız hediyelerin hepsi çok anlamlıdır kuşkusuz, ama benim için özellikle kitapların yeri ayrıdır hep. İşte 30. doğum günümde bana hediye edilen Hasan Ali Toptaş'ın Ölü Zaman Gezginleri adlı hikaye kitabının yeri de hep ayrı olacak benim için. Öyle ki bu sayede hem Hasan Ali Toptaşla tanışmış oldum hem de uzun bir aradan sonra yeniden öykü okumanın zevkiyle. Toptaş çok üretken ve bol ödüllü bir yazar. 1992 yılında Ölü Zaman Gezginleri adlı eseriyle Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birinciliğe layık görülmüş. Bin Hüzünlü Haz adlı eseri 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü alırken Uykuların Doğusu adlı romanı da 2006 Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görülmüş.

Türk edebiyatı ve hikaye denildiğinde aklıma ilk Sait Faik Abasıyanık ve eserleri gelir. Özellikle ortaokul yıllarımda büyük keyifle okuduğum Semaver Sarnıç'ın yeri bende ayrıdır. Ölü Zaman Gezginleri'ni okuduktan sonra bu eserin Semaver Sarnıç'tan sonra bende en çok etki bırakan öykü kitaplarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu eser Ölü Zaman Gezginleri ve Yoklar Fısıltısı adlı iki bölümden ve toplam 16 öyküden oluşuyor. Tüm öyküleri beğenmekle birlikte özellikle Ölü Zaman Gezginleri bölümündeki öyküleri daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Eserdeki en beğendiğim öyküler ise Balkon, Şarap Lekesi, Gökyüzü Gri, esere adını veren Ölü Zaman Gezginleri ve Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküler.


Bu eseri nasıl tasvir edersin diye bana soracak olursanız içinde derinlikli bir anlam barındıran, okuyanı sorgulatan, özellikle de eseri okuduktan sonra hayalle gerçekliğin varolanla kurgunun ne olduğuna dair kendinizi sorgulayacağınız bir eser olduğunu söylebilirim. Ayrıca kitaptaki betimlemeleri de çok başarılı bulduğumu iletmek isterim. Hele Korkuyla Yaralı Dört Keklik adlı hikayede öyle bir kar tasviri vardı ki onu paylaşmazsam esere haksızlık yapacağımı düşündüm:

"Kar hala yağıyordu. Kar durup dinlenmeden yağıyordu, boynumuza kulağımıza dolarak, hatta kirpiklerimizi birbirine düğümleyerek yağıyordu; neden yağdığını düşünmemize fırsat tanımadan yağıyordu; adımlarımızı körelterek yağıyordu; ağırlığını taşıdığımız umutların üstüne yığarak yağıyordu; bıkmadan usanmadan yağıyordu." (56-57).

Ekşi Sözlükte Ölü Zaman Gezginleriyle ilgili yazılan değerlendirmelerden birinin eseri gene bloğumuzda incelediğimiz Kör Baykuş'a benzetmeleri de bir başka tesadüf. Aslında ben de Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküyü gene bloğumuzda değerlendirdiğimiz Patrick Suskind'in Güvercin adlı eserine benzettim. Eser tekdüzelik, sıradanlık, ve tekrar duygusunu çok başarılı bir biçimde yansıtıyor.

"Kendi yaşamının da, sürekli çalınan bir şarkı olduğunu düşündü birden. Eviyle işi arasında uzanan yol vardı kafasında. Aynı evlerle kuşatılmış, aynı insanların gelip geçtiği, aynı seslerin dolup taştığı tatsız bir yol.... Kim bilir belki de aynı yolu yürümekten ayakları, aynı renkleri görmekten gözleri, aynı sesleri duymaktan kulakları ne kadar tez körelmişti. On üç yıldır? Aynı, aynı, aynı...." (135).

Eğer siz de bir yandan yaşamı, gerçekliği sorgularken bir yandan da inanılmaz güzel betimlemelerle dolu öyküler okumak istiyorsanız Ölü Zaman Gezginleri'ni şiddetle okumanızı tavsiye ederim. Zira ben yazarla geç tanışsam da bundan sonra mümkün olduğunca yazarın diğer eserlerini okumaya çalışacağım. Bundan sonraki ilk yolculuğum da Toptaş'ın Uykuların Doğusu adlı romanı olacak. Herkese iyi okumalar dilerim!





03 Haziran, 2013

Bu haftaki blog yazımda daha önce okumadığım bir eser üzerine yazmaya karar vermiştim. Geçen hafta kitapçılarda dolanıp bir kitap seçmeye çalışırken ve raflara göz gezdirirken ünlü yazar Patrick Süskind'in Güvercin isimli eseri bir anda dikkatimi çekti ve onu alıp okumaya karar verdim. Aslında bu kitabı alırken ülkemin siyasetinde yaşanan olaylarla bu eser arasında paralellik kurabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak kendisini tekdüze, dingin bir hayat sürmeye öylesine alıştırmış eser kahramanı Jonathan Noel'in hikayesini okurken istemeden ülkemde son dönemde yaşananları düşündüm. O noktada eser benim için daha da anlamlı bir hal aldı.

Şöyle ki Süskind'in eseri aslında tekdüze yaşamların sıradan bir güvercinin etkisiyle yerle bir olabileceğini okurlarına çarpıcı bir biçimde gösteriyor. Eser kahramanımız Jonathan Noel hayatını bankada bekçilik yaparak kazanmaktadır ve Paris'te çatı katındaki odasında dingin, sakin, monoton bir hayat sürdürmektedir. Yakın zamanda yaşadığı bu çatı katının sahibi olmayı hayal etmektedir. Bu korunaklı yaşam odasına bir güvercinin girmesiyle alt üst olur. Öyle ki Noel her gün sabahın 8'inde çalıştığı bankanın önüne gelir, bütün gün boyunca kapının önünde ayakta dikilir, bir aşağı bir yukarı yürür ve Mösyö Roedel'in limuzinini karşılardı. Oysa o güvercin olayından sonra kendi sözcükleriyle kahramanımız: "Zaten tehlikeli bir yola girmişti, zaten bir deli gibi kavrama yeteneğinden yoksun biri gibi davranmaya başlamıştı, neredeyse toplum dışı biri gibi- Mösyö Roedel’in limuzinini atlamak! Parkta öğle yemeğinde üzümlü çörek yemek! Şimdi dikkat etmezse özellikle küçük şeylere dikkat etmeyip süt kartonunu bankta unutmak gibi sözümona en sıradan dikkatsizliklere en enerjik bir biçimde karşı koymazsa çok geçmeden tutunacağı hiçbir dal kalmayacaktı." (49) Aslında belki de aynı gün Noel'in özgürleşmesinin de hikayesiydi. Çünkü kahramanımız bu alışık olmadığı ve karşılaştığı zorluklarla hayatını da bir anlamda yeniden gözden geçiriyordu. Eserin sonunda da kahramanımızın yağmurda su birikintileri içerisinde yürüdüğünü okuyoruz: "Canla başla su birikintilerine daldı, ortalarına ortalarına zikzaklar çizerek birikintiden birikintiye dolaştı, hatta bir keresinde, karşı kaldırımda özellikle güzel, kocaman birikinti gördüğü için kaldırımı değiştirdi, şapırtılar çıkaran dümdüz tabanlarıyla ortasından geçti, öyle bir su fışkırdı ki vitrinlere, park edilmiş arabalara, kendi pantolonunun paçalarına, nefis bir şeydi, o ise bu küçük çocuksu yaramazlığın büyük yeniden kazanılmış bir özgürlükmüşçesine tadını çıkarıyordu. Ve daha coşkusu, keyfi yerindeydi." (76)

İşte Jonathan Noel'in tekdüze hayatının dönüşümünü okurken aynı anda da ülkemin polisini düşündüm, en temel hak taleplerine, en ufacık eylemlere, protestolara, barışçıl yürüyüşlere tahammül göstermeyerek emir kulu olarak sorgusuz sualsiz aldığı emiri uygulamaya geçiren ve kendi vatandaşlarını acımasızca biber gazı bombardımanına tutan ülkem polisini. Daha sonra son bir haftadır ülkemde yaşanan olayları düşündüm. Gezi Parkı direnişinde vücut bulan ülkem insanının meşru, demokratik taleplerini ve bu talepler etrafında yılmadan birleşmelerini, büyümelerini, pes etmemelerini, ne olursa olsun geri adım atmamalarını. Halk güvercinlerini çoktan bulmuştu. Şimdi umudum ülkem polisinin de fazla gecikmeden güvercinlerini bulmaları (belki ülkeyi yönetenlerden önce bunu fark etmeleri). Öyle ya da böyle aynı Jonathan Noel'in odasına güvercinin konduğu günden sonra onun hayatı için nasıl hiçbirşey eskisi gibi kalmadıysa hissediyorum ki sivil Gezi Parkı Direnişi hareketiyle birlikte hiçbirşey ülkem için de eskisi gibi olmayacak!