Aysun Kran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aysun Kran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Ağustos, 2014

    


İki Dil, Bir Bavul’un bir sahnesinde yoksulluk içindeki köyün okulunun öğrencilerinden Zülküf (ya da Zilkif) ismi okununca yıl sonu karnesini almak üzere öğretmeninin yanına gider, fakat öncesinde kendisine uzanan eli öpmesi gerekecektir. Öpmeye çalışır fakat tutarak öpmeyi akıl edemez. Üstüne bir de öptüğü eli başına koyma safhası vardır ama önce, “Tutup da öpsene oğlum,” der öğretmeni. Ve birkaç defa tekrarlaması gerekir bunu çünkü Zilkif “tut” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmez, daha çok, koca gözlerini öğretmeninden ayırmadan ânı kurtarma, doğru şekilde karşılık vermeyi tutturmanın derdindedir. El öpme faslının ardından, Zilkif öğretmeninin, yaz tatili planlarıyla ilgili sorduğu sorulara da benzer şekilde deneme-yanılma yoluyla cevaplar verecektir. Film, köy deresinin serin sularında kendi dillerinde oynaşan çocukların görüntüsüyle sonlandığında içimde yükselen anlamsızlık (ve çaresizlik) duygusunu bugün bile anımsıyorum. 

Benzer bir dalga, bu kez yüksek dozda öfke ve kalp sıkışması içeren versiyonuyla, iki gazeteci Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı ve altbaşlığı 1990’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak olan Bildiğin Gibi Değil kitabını okurken, içimde kabardıkça kabardı. Aslında kitabın anlaşılması hiç de zor olmayan bir dili, bir oturuşta okuyup bitireceğiniz türde bir temposu olmasına rağmen, bu dalganın yüksekliği beni kitapla arama mesafe koymaya, molalar vermeye zorladı yer yer. Neden? Çünkü bu, anlaması ve anlatması zor bir kitap. Anlaması zor, çünkü insan insana nasıl bunu yapa(bili)r dedirtecek türde acı ve şiddet içeriyor. Anlatması zor, çünkü “Üvey Kardeşin Dilinden” başlıklı sunuş bölümünde Yıldırım Türker’in de belirttiği gibi, acının ve şiddetin tercümesinde kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dilin, birbirimizin acılarını anlama konusunda bizi mahkûm ettiği yetersizlik duygusunu, yine kelimeler yoluyla, fark etmemize fırsat sunduğu için çok değerli bir kitapla karşı karşıyayız. Bir de, bilmediğimiz türden acılara bir ziyarette bulunma, anlama iddiasıyla olmasa da bir kapı aralayabilme ve iade-i ziyaretlerin yolunu böylece açabilme gücünü, taşıdığı elemden aldığı için belki de.
Akın ve Danışman, 1975-1980 yılları arasında doğmuş ve çocukluk yıllarını 1990’ların güneydoğusunda geçirmiş 19 Kürt genciyle yüz yüze yaptıkları görüşmeleri bireysel tanıklıklara dayalı anlatılara dönüştürerek biraraya getiriyor. Görüşülen kişilerin isimleri anonim tutulduğundan her anlatıcı yasaklanmış bir Kürtçe köy adıyla tanıtıyor kendini. Kitabın görselliğindeki en çarpıcı yönlerden birisi ise her tanıklığın siyah-beyaz bir “yaralı ev” fotoğrafı ile açılması. Kitapta da geçen “yaralı ev” benzetmesini fazla edebî bulanlar olursa, “taranmaktan delik deşik edilmiş ev” diye de ifade edebiliriz durumu. Bu anlamda, Akın ve Danışman, Türker’in de belirttiği gibi, belge niteliğinde bir sözlü tarih çalışması sunuyor bize. Kitabın F-Tiplerinde yasaklı kitaplar arasına girmiş, Selahattin Demirtaş tarafından 2011’de Başbakan Erdoğan’a okuması için gönderilmiş bir kitap olduğunu da ekleyelim.
Anlatıcının sosyal statüsü, ailesinin yoksulluğu ya da hali vaktinin yerindeliği, yetiştiği ailenin aşirete mensup olup olmaması yahut babasının devlet memuru olarak çalışıp çalışmaması gibi faktörlerden bağımsız olarak, her cevapta yinelenen bazı kelimeler ve cevabı büyük benzerlik taşıyan sorular var. Mesela, o dönemin yüksek tirajlı gazetelerinde belirli aralıklarla uzatılması dışında gündeme gelmeyen Olağanüstü Hal’in bütün halleri var: akşamları sokağa çıkma yasağı, boşaltılan köyler, gözaltında işkenceler, kayıplar ve faili meçhuller, kaybedilenler, kaybedilmekten kıl payı kurtarılanlar.
Devleti kim temsil ediyordu sorusu ise cevapların benzeştiği sorulardan biri. O dönemin koalisyon hükûmetlerinin dilinden düşürmediği “şefkat” sözcüğünün OHAL’ce karşılığının “şiddet”, “şefkat görmenin” ise asker, polis, özel timler, kontrgerilla ile “içli dışlı olmak” (!) olduğunu anlıyoruz tanıkların gözünde. Ayrıca, Hizbullah’ın ortaya çıkıp faili meçhul olarak kayda geçen cinayetlerin faillerinden olduğunu, bünyesine katmak için okul çağındaki çocuklara da yanaştığını öğreniyoruz.    
Dolayısıyla, her bir tanıklık, aşağıdaki iki örnekte de görüleceği gibi, türlü acı barındırıyor. Bu örneklerden de, şiddetin her bünyede farklı izler bıraktığını, bazen iyileşmesi zor ve derin yaralar açarak, bazense kılık değiştirerek şiddete tanık olanın hayatında var olmaya devam ettiğini anlıyoruz.

“Faili meçhuller, ev baskınları yüreğimi daha da sertleştirdi. ölüm denildiğinde umurumda olmazdı. O insanları bir daha görememem bana bir sürü şey öğretti. En azından öğretti. Amcamın ve arkadaşlarımın ölmesi, ölümü kabullenmek oldu. Ben onları çok aradım, okul bahçesinde, mayın tarlasında... Aslında mezarlıkta yattıklarını biliyordum. Ben neden orada yatmıyorum, diye düşünüyordum.” (sf. 66)

“Batı’da belki insanlar çocuklarına farklı bir oyuncak alıyor, ama bizim çocukların aldığı şey silah. Bayramlarda hâlâ burada çocuklara silah alınıyor. Patlayıcı madde alıp patlatmak en büyük zevkleri. Çünkü daha çok hükmettiğini gördük silahı olanın.” (sf. 141)



Hemen her tanığın Türkçe ile kurdukları ilişki de, o ilişkiyi belirleyen faktörler de benzerlik taşıyor. En temelde, neresinden bakarsanız bakın tamir edilmesi neredeyse imkânsız, sorunlu bir ilişki karşınıza çıkıyor anlatılanlardan. Okulda Türkçe ile tanışana kadar kendi aralarında Kürtçe konuştuğunu, ilkokulu bitirene kadar Türkçeyi ancak öğrenebildiğini, hatta ilk üç yıllık süreçte dersleri anlamadan takip ettiğini söylüyor tanıklardan çoğu. Sınıfta elinde cop etkisi yaratan bir çekiçle gezen, Kürtçe konuşuyor diye ayakkabısının topuğuyla vuran, kendilerine aptal muamelesi yapan öğretmenlerin zihinlerinde yer eden hatıraları olduğunu anlıyoruz okurken. Kürtçe konuşuyor olmakla “terörist” olmayı eş gören ve dolayısıyla onları şiddete maruz bırakan algının o dönemlerde hâkim olduğunu söyleyenler arasında “Aşağılayan öğretmen yüzünden Türkçeyi hiçbir zaman doğru düzgün öğrenemedim,” diyen de var, “kendime kızıyordum Türkçem zayıf olduğu için,” diyen de. İki bölümden iki çarpıcı alıntı:

“Öğretmen bizimle konuştuğunda ne söylediğini anlamıyorduk. Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı. Ama ben isterdim iyi Türkçe konuşmayı.” (sf. 114)

“Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum, sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime düşündüm ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçede “iyi” anlamına geliyor], “Atatürk! Cevabını verdim.” (sf. 91)

Dolayısıyla, sembolik şiddet her anlatıda yüzünü gösteriyorBourdieu'nün tanımladığı üzere, sembolik şiddet, sistemin yarattığı eşitsizliklerin “doğanın kanunu” gibi gösterilip mağdurun kendisi tarafından içselleştirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorsa, bir kadının “iffet”ine zeval geleceğine inandırılageldiği için toplum içinde kahkaha atmakta bir beis görmesi ya da maden ocağında çalışmaya mahkûm bir gencin, yoksun geçen çocukluğunun tek sorumlusu olarak kendini ve ailesini görüp paralanmasındaki gibi, bir Kürt gencinin iyi Türkçe konuşamadığı için kendine kızmasını da sembolik şiddet olarak okuyabiliriz. Özellikle doksanların dışı şefkat süslü, içi şiddet yüklü ortamı düşünüldüğünde. Peki bu durumda, bu kitabın sağladığı türden bir tercümenin, doğal gibi görünendeki yapaylığı, dört bir taraftan bizi kuşatan bilgideki öznelliği, savunulan değerlerdeki göreceliliği görünür kılarak şiddetin kaçınılmaz ve dolayısıyla meşru kılınmasını engelleyebileceğinden bahsedebilir miyiz? Bildiğin Gibi Değil, bu çerçevede baştan sona şiddetin tercümesi olarak okunabilecek bir kitap. Kürtçeden Türkçeye, Doğu ile Batı arasında, geçmişten bugüne, diller ve kültürler arası bir tercümesi. 
Her görüşmenin son bölümünde öne çıkan iki anahtar sözcük bu nedenle bu kadar üstünde durup düşünmeye değer: “affetme” ve “barış(ma).” Devletten mutlaka bir özür bekleyenler, affetmek isteyip de edemeyenler, “ben affetsem, vicdanım affetmez” diyenler ama her hâlükârda barış isteyenler, barışmayı önemseyenler var çünkü bu tanıklar arasında. İki ateş arasında kalanlar, çocuk yaşta on yaş büyümek zorunda kalanlar, panzerle ezilmiş kafatasının görüntüsü aklından hiç çıkmayanlar, dağa çıkanlar, çıkmaktan caydırılanlar, çocuk yaşta zorla evlendirilen erkekler, hem kocadan hem devlet babadan şiddet gören, cehennemi iki misli yaşayan kadınlar, havai fişek sesinden korkan yetişkinler, susanlar, susturulanlar en nihayetinde, “affetmek mümkün müdür bilinmez ama barış hepimiz için elzem,” diyebiliyorlar.
Bitirirken, kitabın başlığı üzerine bir nebze kafa yormak yerinde olabilir. Bilmiyorsun, bilmezsin ya da ben biliyorum, değil. Anla(ya)mazsın, hiç değil. Bildiğin gibi değil. İki soruyu peşi sıra sorduran bir başlık. Bildiğini zanneden kim, yani kitap kime hitap etmeyi arzuluyor? Bilinmeyen ya da bilindiği zannedilen ne ola ki? Peki ya, neden? İlk sorunun cevabı yukarıdaki alıntıda da bahsi geçen Batı’dakiler olmalı. Ama bu Batı, Türkiye’de Batı’yı yerme klişelerine girişilince adı geçmezse olmazlardan olan İzmir’in de içinde bulunduğu Ege Bölgesi ile sınırlı değil, OHAL bölgesinin batısına düşen her ili kapsıyor benim görüşüme göre. İkinci soruya gelince, safça bir soru elbette. Hatta, 2013 Yazı’nın Türkiye’de 90’ların tarihi gibi yazılmasına başından itibaren fırsat tanınmadığından salakça bir soru gibi bile gelebilir. Ama bir bilgi zihinlerde yerleşmeye görsün, sevgili okur, yanlışsa düzeltilmesi, hükmediyorsa al aşağı edilmesi bir travmanın izlerini beyinden silmek kadar zor olmalı. Tam da bu yüzden, “bildiğin gibi değil” cümlesinin gündelik dildeki kullanımıyla da birlikte düşünüldüğünde 1990’lara dair tanık olmadan yüklendiğimiz bilgileri sorgulama ve ezberleri bozmaya davet amacına çok uyan bir seçim olduğunu düşünüyorum. Özellikle de, kitabın “birilerine hak vermek ya da birilerini övmek kaygısıyla” yazılmadığı noktası hatırlandığında. O bakımdan, ikinci soruya cevaben, bilindiği gibi olmayan her acı sahibinin sesinde gizlidir, demek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. 1990’ları medyadan izlemiş her kimse, ona, orada yaşananları sahibinin sesinden dinlemeye bir çağrıdır bu kitap.  
İsrail’in Gazze’yi bombalamayı sürdürdüğü şu günlerde, bu yazının içeriğine de uyacağını düşündüğüm bir videoyu paylaşarak bitirmek istiyorum, çünkü barış gerçekten de hepimize lazım, özellikle şimdi her zamankinden daha çok.

 






29 Haziran, 2014





Evvel Zaman ile tanışalı çok olmamıştı doğru zamanda doğru yerde beni bulduğunu düşündüğüm kitaplardan biri olduğuna ikna olduğumda. Bunun üç nedeni vardı sanırım. Birincisi, kitabın Nuri Bilge Ceylan’ın (NBC) şiirsel başyapıtı Bir Zamanlar Anadolu’da’nın (BZA) yaratım süreci üzerine olması. İkincisi, kitabın yazarının Ercan Kesal olması. Radikal ve BirGün’deki yazıları ve Peri Gazozu* adlı kitabındaki öyküleriyle hikâye-anlatıcısı; Üç Maymun, Vavien, Ben O Değilim, Küf, Yozgat Blues filmlerinde oyuncu olarak karşımıza çıkan, beni ise en çok Bir Zamanlar Anadolu’da’daki muhtar rolüne hayat verme biçimi ile mest eden Kesal.
Üçüncü neden, bu maceranın (buna bir macera diyebiliyoruz yer yer) günlük yoluyla okura sunulması idi. Söz konusu tür film güncesi olduğundan, film üzerinden yazarın okuru kendi dünyasına bir buyur edişi de denebilir buna. Zira, senaryo yazımı, oyuncu seçimi, mekân belirleme, çekim vb süreçlerde ekip olarak iş çıkarmanın öğretici ya da zorluk yaşatan taraflarına değinmesinin yanı sıra, Kesal bu süre zarfındaki kaygılarını, ümitlerini, hayallerini, korkularını, tereddütlerini de paylaşıyor bu sayfalarda.
Sunuş bölümünde, yıllar önce Anadolu’da görev yapan çiçeği burnunda bir hekim iken çıktığı gece yolculuğunun BZA’da anlatılan hikâyenin aslında çıkış noktası olduğundan bahsetmesinin yanı sıra, gömülü bir ölüyü bulmaya adanmış o tuhaf – bir yanıyla da tekinsiz mi demeli – yolculuğu güç ilişkilerini açığa çıkaran, insanı zaafları, çelişkileriyle ve itinayla sakladığı yaralarıyla anlatan katmanlı bir film senaryosuna dönüştürene kadar günbegün kat ettikleri mesafeyi antropolojik bir çalışma yöntemiyle “üzerine uyumadan yazdığı” noktası dikkat çekiyor.
Kesal, mekânlar (İstanbul, Paris, Avanos, Keskin), zamanlar (geçmiş, bugün, gelecek) ve kimlikler (senarist, oyuncu, hekim, hastane yöneticisi, doktora öğrencisi, baba, oğul, eş) arasında gidip geldiği yaklaşık altı buçuk aylık yorucu ve zorlayıcı bir dönemin notlarını güncesine kısa, öz, sarih bir dilde tutuyor. Güncenin sayfalarında ilerledikçe, Kesal’in çekim sürecinde kimi zaman yönetmen perspektifinden, kimi zaman setteki diğer oyuncuların performansı üzerine gözlemde bulunarak sürekli notlar almasından ve ayrıntılara verdiği özenden bilgiyi biriktirerek ilerleyen, öğrenmeye meraklı, düşünen-karşılaştıran-uygulayan, farkındalık duygusu sağlam, iyi niyet ve inancını kaybetmeden yoluna devam edebilen bir yazar olduğunu düşünüyoruz.
Kitabının amacını, “sinema, zaman, bellek ve bilinç kavramlarının tartışılmasına katkıda bulunmak” (bu kavramları tam olarak ne manada kullandığını “Anadolu’da Hekimlik” bölümünde derinleştiriyor) olarak belirleyen Kesal’ın bu anlamda sadece bir yaratma sürecini kayıt altına aldığını söylersek meseleyi eksik anlatmış oluruz sanıyorum ki. Onun için bu, geçmişi bir süreliğine şimdiki zamanda misafir edip bunun üzerinden zamansız ve evrensel bir hikâye yaratma yolculuğu. Yirmi beş yıl önce filmdeki otopsi sahnesinin de çekildiği Keskin’deki hastanede göreve başladığı döneme, ideallere, hüsrana uğramalara ve tanıştığı insanlara ve onda bıraktıkları izlere de ziyaret bir nevi. Güncenin Kesal’in yazdığı 1985 tarihli “Keskin” başlığı taşıyan bir şiirle açılıp ve akabinde o dönemden kalma, hastanenin önünde çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafının bizi karşılaması da bu ziyaretin işaretleri olsa gerek. Tabi Kesal için bu, gençlik yıllarına yolculuk olma yönü taşısa da Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’la birlikte girdikleri yaratma/ yazım süreci, senaryonun gelişimi yönündeki yapıcı eleştirileri Keskin’den çıkan bu hikâyenin evrensellik kazanmasında belirleyici olmuş görünüyor. Özellikle, günce sayesinde, NBC’nin Cannes’da ödül alan son filmi Kış Uykusu’nun senaryosunu kimi geceler sabahlara kadar tartışarak birlikte yazdığını söylediği eşi Ebru Ceylan’in BZA’da senaryoya ne şekilde kritik katkılar sunduğuyla ilgili bilgilenmiş oluyoruz.
Bu noktada, Evvel Zaman’ın sadece bir film güncesi olarak değil, farklı zaman ve mekânlara ait metinleri biraraya getiren/ birbirine bağlayan, metinlerarası özelliği ile dikkat çeken bir kitap olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Bu metinlerden ilki, Kesal’in Keskin’de göreve ilk atandığı günlerde ciddi bir kararlılıkla tutmaya başladığı günlük. Hem birinci bölümde hem de kitabın sonundaki Ekler’de bu günlükten tadımlık parçalar var. Özellikle, sonda tam siz “film bitti!” derken 80’lerdeki idealist genç bir hekimin günlüğünün ilk sayfalarını okumaya başlatmak hem hoş bir sürpriz, hem de hayat ve gaileleri karşısında olur ya kendini güçsüz hisseden genç beyne biraz ilham aşısı olabilir. İkinci metin, daha önce de adı geçen “Anadolu’da Hekimlik” başlıklı birinci bölümde Kesal’in de kadrajda olduğu dört farklı görsel metin, mesela biri aşı kampanyasından (s.9), biri bir bozlak gecesinden (s.11) iki fotoğraf. Üçüncü olarak, “Setteyiz” başlıklı dördüncü bölümde yine Keskin’de ancak bu kez 2009 yılında bir film setinde çekilmiş kamera arkası fotoğraflar görüyoruz. Üç ayrı zaman ve mekândan metni biraraya belli bir seçim yaparak bir günce aracılığıyla getiren Evvel Zaman’ın kendisinin de kâğıt üzerindeki bir senaryo ve o senaryonun filme dönüşmüş hali ile doğrudan göbek bağının olması ve bunu da açıkça ismiyle andırması kitabı okuma biçimlerini genişletip derinleştiriyor. Belki de tam da bu nedenle, kitap bittiğinde sanki sadece zamanda ve mekânda bir yolculuğa çıkmamış, daha fazlasını yaşamışım, filmdeki karakterlerin; karakteri oynayan oyuncunun; Kesal'in ve yönetmen NBC'nin zihin dünyalarına da girmişim duygusuyla bitirebilirsiniz kitabı.
Kitabın ardından merakımı celbeden ve aslında Kesal’in kendisine yöneltmek icap eden soru: günceyi yayıma hazırlama aşamasında olmuşsa ne tür bir yeniden yazım, ekleme-çıkarma sürecinden geçmiş orijinal metin acaba?
Evvel Zaman’a açılışta atfettiğim önemin dördüncü bir nedeni daha vardı. Bitirmeden eklemeli. Kitaba sonundaki günlükten başlamıştım, şu cümlelerde kaldı aklım bir süre: “Eksikliklerimin üzerine üzerine gitmezsem, onlardan gittikçe daha çok korkacağımı ve yanlışlarıma, eksikliklerime yenileceğimi çok iyi biliyorum... Öyleyse yapılacak tek şey var = çalışmak, çok çalışmak, daha çok çalışmak.”
O hâlde şöyle demeli belki de: insanın korkuları olabilir, insan geç kalmış da olabilir ya da sadece öyle hissediyordur, tereddütler yaşayabilir. Önemli olan direnmek ve çalışmaktır, ama Kesal’in dediği gibi gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancıyla...
Tam da bu nedenle, Kesal “sinemayı hayatı gibi ciddiye alan samimi ve sahici sinema tutkunlarını” davet ederken Evvel Zaman’a, benden de hayatı sinema gibi okuyabilen ya da en azından buna heves edenlere gelsin bu kitap.







[*] Daha önce blogda Kesal’ın bu kitabı üzerine yazılmış bir yazı Gözde arkadaşımızdan: http://www.begenmeyenokumasin.com/2014/04/peri-gazozu.html

30 Temmuz, 2012


Ağırlık ile Hafiflik Arasından Özgürlük Adına Hiçliğe


Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, yazılmasının üstünden geçen yıllara ve dönemselliğine rağmen, Tomas ve Tereza’nın naif öyküsü ile özünde tartışılmaz bir evrensellik barındırıyor. Hangi dönemde, hangi ülkede, hangi dilde ve kimler arasında yaşanırsa yaşansın, “bir” birey olarak insanın “iki” ile derdinin bitmeyeceğini ve buna, toplumdaki kimliklerimiz için verdiğimiz var olma mücadelesinin eklenmesiyle insanın ağırlık ve hafiflik arasındaki seçimden hiçliğe doğru bir kaçışa yönelebileceğini anlatıyor Kundera.

İlk karşılaştıkları andan itibaren garip bir sızma haliyle hayatları birbirine bağlanan Tereza ve Tomas arasındaki, vazgeçmeye hazır olsa da kopmayı ihtimaller arasında saymayan, ıstırabı-tutkusu-şefkati-teslim olmuşluğu-ama inadına intikamı ile ölümüne “aşk” hali, arkasına tarihsel bir dönemi (1968’deki Prag Baharını ve akabinde SSCB'nin Çekoslovakya işgalini) alarak sadece aşka değil, o dönem için bireyin ama en temelde insanın var olma mücadelesindeki acınasılığına dair düşündürtüyor okuyanı.

Gönül verdiği Komünist parti’den iki kez beklenmedik şekilde uzaklaştırılan Çek yazar Kundera’nın da sadece komünist ideolojiyle, mevcut/işgalci herhangi bir güçle ya da sistemle değil, o ya da bu şekilde yollarını ayırdığı – ayırmış olmalı - “dostlar”la da ikilik duygusunun ağır bastığı bağlar kurduğunu hissetmek mümkün. Her ne kadar öyle olmayabilirse de hikâyeyi bize anlatıp yer yer anlatıcı bilgeliği ile araya giren sesin Kundera’ya ait olduğunu düşünüyoruz çünkü bir şekilde. Ebedi Dönüş düşüncesiyle açılışı yapıp hatalarımızı tek seferlik yaşamamıza bağlayan ses, Tereza’nın “sepete konup nehir aşağı bırakılmış bir çocuk gibi” Tomas’ın hayatına girmesiyle başlayacak hikâyeyi kahramanların zihninden anlatırken, okur olarak biz de karşı pencereden başkalarının hayatını gözetlediğimiz duygusuna kapılabiliyoruz aynı zamanda.  

Son sayfa bitip arka kapak Kundera’nın son sözcükleri üzerine kapandıktan sonra da sorular bir süre daha zihnimizde asılı kalmaya devam ediyor: Varolmanın dayanılmaz hafifliği var mı gerçekten de?... Hayalleri ve kendince düzeni olan birisi (erkek ya da kadın fark etmez) kendisine varolduğunu hissettiren mesleğini (cerrahlık gibi kutsal olanından hem de) bir başkası (adı Tereza olan bir kadın ya da Tomas olan bir erkek olsun mesela) için bırakıp başka bir varolma biçimi bulabilir mi ve en önemlisi mutlu olabilir mi en sonunda? Vazgeçtikleriyle huzurlu kalabilir mi?... Var olmanın dayanılmaz hafifliği var ise, var oldukça hafifler miyim, yoksa ağırlaşır mıyım?........................

Sorular böyle sürüp gider ve muhtemelen de cevapsız kalır. Zaten kanımca, Kundera’nın ustalığı da cevap bulamayacağımızı bilmemize rağmen bizi aynı/benzer soruları sormaya devam ettirebilmesinde yatıyor.

Günümüz dünyasında bolca savaş, şiddet, işgal ve despotizm varsa da ne Wikileaks, ne Occupy eylemcileri, ne de Anonymous ekipleri 68 ruhunu simgeleyen özgürlük ortamının etkisine ya da o devrin çiçek çocuklarının özgürlüğüne sahipler. Bu anlamda, Tereza da Tomas da, hafifliği ve ağırlığı ile zamanımızın uzağında kalmış bir var olma haline ait görünebilirler ilk bakışta. Ancak, gündelik hayatını, 2012 yılı Türkiyesi’nin siyaset gündeminin gölgesinde, aidiyet duygusundan azade şekilde, birey kalabilme kaygısıyla sürdüren herhangi biri için de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (post)modern duygulara tercüman olabilecek türde bir kült eser.


Not: Kitabın ilk yayımlanışından yaklaşık beş yıl sonra 1987 yılında çekilen Phillip Kaufman imzalı sinema uyarlaması özellikle tavsiye edilir.