Ağırlık ile Hafiflik
Arasından Özgürlük Adına Hiçliğe
Varolmanın Dayanılmaz
Hafifliği, yazılmasının üstünden geçen yıllara ve dönemselliğine rağmen,
Tomas ve Tereza’nın naif öyküsü ile özünde tartışılmaz bir evrensellik
barındırıyor. Hangi dönemde, hangi ülkede, hangi dilde ve kimler arasında
yaşanırsa yaşansın, “bir” birey olarak insanın “iki” ile derdinin bitmeyeceğini
ve buna, toplumdaki kimliklerimiz için verdiğimiz var olma mücadelesinin
eklenmesiyle insanın ağırlık ve hafiflik arasındaki seçimden hiçliğe doğru bir
kaçışa yönelebileceğini anlatıyor Kundera.
İlk karşılaştıkları andan itibaren garip bir sızma haliyle
hayatları birbirine bağlanan Tereza ve Tomas arasındaki, vazgeçmeye hazır olsa
da kopmayı ihtimaller arasında saymayan, ıstırabı-tutkusu-şefkati-teslim
olmuşluğu-ama inadına intikamı ile ölümüne “aşk” hali, arkasına tarihsel bir
dönemi (1968’deki Prag Baharını ve akabinde SSCB'nin Çekoslovakya işgalini) alarak sadece aşka
değil, o dönem için bireyin ama en temelde insanın var olma mücadelesindeki
acınasılığına dair düşündürtüyor okuyanı.
Gönül verdiği Komünist parti’den iki kez beklenmedik şekilde
uzaklaştırılan Çek yazar Kundera’nın da sadece komünist ideolojiyle, mevcut/işgalci
herhangi bir güçle ya da sistemle değil, o ya da bu şekilde yollarını ayırdığı
– ayırmış olmalı - “dostlar”la da ikilik
duygusunun ağır bastığı bağlar kurduğunu hissetmek mümkün. Her ne kadar öyle
olmayabilirse de hikâyeyi bize anlatıp yer yer anlatıcı bilgeliği ile araya
giren sesin Kundera’ya ait olduğunu düşünüyoruz çünkü bir şekilde. Ebedi Dönüş
düşüncesiyle açılışı yapıp hatalarımızı tek seferlik yaşamamıza bağlayan ses,
Tereza’nın “sepete konup nehir aşağı bırakılmış bir çocuk gibi” Tomas’ın
hayatına girmesiyle başlayacak hikâyeyi kahramanların zihninden anlatırken,
okur olarak biz de karşı pencereden başkalarının hayatını gözetlediğimiz
duygusuna kapılabiliyoruz aynı zamanda.
Son sayfa bitip arka kapak Kundera’nın son sözcükleri üzerine
kapandıktan sonra da sorular bir süre daha zihnimizde asılı kalmaya devam
ediyor: Varolmanın dayanılmaz hafifliği
var mı gerçekten de?... Hayalleri ve kendince düzeni olan birisi (erkek ya da
kadın fark etmez) kendisine varolduğunu hissettiren mesleğini (cerrahlık gibi
kutsal olanından hem de) bir başkası (adı Tereza olan bir kadın ya da Tomas
olan bir erkek olsun mesela) için bırakıp başka bir varolma biçimi bulabilir mi
ve en önemlisi mutlu olabilir mi en sonunda? Vazgeçtikleriyle huzurlu kalabilir
mi?... Var olmanın dayanılmaz hafifliği var ise, var oldukça hafifler miyim,
yoksa ağırlaşır mıyım?........................
Sorular böyle sürüp gider ve muhtemelen de cevapsız kalır.
Zaten kanımca, Kundera’nın ustalığı da cevap bulamayacağımızı bilmemize rağmen bizi aynı/benzer soruları sormaya devam ettirebilmesinde yatıyor.
Günümüz dünyasında bolca savaş, şiddet, işgal ve despotizm
varsa da ne Wikileaks, ne Occupy eylemcileri, ne de Anonymous ekipleri 68
ruhunu simgeleyen özgürlük ortamının etkisine ya da o devrin çiçek çocuklarının
özgürlüğüne sahipler. Bu anlamda, Tereza da Tomas da, hafifliği ve ağırlığı ile
zamanımızın uzağında kalmış bir var olma haline ait görünebilirler ilk
bakışta. Ancak, gündelik hayatını, 2012 yılı Türkiyesi’nin siyaset gündeminin gölgesinde,
aidiyet duygusundan azade şekilde, birey kalabilme kaygısıyla sürdüren herhangi
biri için de Varolmanın Dayanılmaz
Hafifliği (post)modern duygulara
tercüman olabilecek türde bir kült eser.
Not: Kitabın ilk yayımlanışından yaklaşık beş yıl sonra 1987 yılında çekilen Phillip Kaufman imzalı sinema uyarlaması özellikle tavsiye edilir.
0 yorum :
Yorum Gönder