hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos, 2014



Tomris Uyar 15 Mart 1941’de İstanbul’da doğmuş, 2003’te ise vefat etmiş maalesef. Çok genç bir yaş sayılır. Kendisi, zamanında Boğaziçi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat dersleri vermiş. İlk çevirisi “Şekerden Bebek” (Tagore’dan) Varlık’ta, ilk öyküsü “Kristin” Mart 1965’te Türk Dili’nde çıkmış. Kendisinin öyküde benimsediği temel öğe “yoğunluk, içtenlik ve sahicilik” (s. 107). Öykülerinde küçük burjuvaların yaşamlarına dair yazmış, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu kitabın son sözüne bakacak olursak. Mesela benim dikkatimi hep “Yürekte Bukağı” kitabı çekmiştir. Bu kitabı gerçekten okumak isterdim. Metal Yorgunluğu adlı hikaye kitabının son söz kısmında şöyle der:

“Yürekte Bukağı’da gittikçe yozlaşan bir ortamda ve bu ortamla beslenen hastalıklı toplum düzeninin yüreklerine geçirdiği bukağıdan kurtulmaya çalışan, yeni değerler geliştirmeye çalışan insanları görürüz.” (s. 108)


Ben de kendisiyle Hazal sayesinde tanıştım. Bana “Metal Yorgunluğu” kitabını hediye etti. Bense bu kitabın içinde sadece iki öyküye vuruldum. Diğerlerine niçin vurulmadığımı açıklamaya vaktim olacak mı bilmiyorum. Kendisini neden önceden tanımadım diye hayıflandım. Ama öykülere tarafsız yaklaşamadım. 
Öncelikle genel anlamda neler hoşuma gitti neler beni biraz sorgulattı, onu anlatayım. Hikayelerde hayaller ile gerçekler iç içedir. İç ses dışa vurmuştur ama birden gerçek ses ortaya çıkar, okuyucu donup kalır. Fransız filmlerinin sonunda donup kalan izleyici gibi. “E şimdi?” derken hikayenin aslında duygusal bir yoğunluk ve diyaloglarla zenginleşmiş içeriğinin sona erdiğini fark ederiz. 
Mesela "Dön Geri Bak" hikayesi beni en çok etkileyen hikayelerden biridir. Hikayenin ana karakterinin sonu bellidir ilk cümleden: “Nesrin Öldü”. Ama hikayelerinde mesele bir sonuca varmak değil, mesele bir merak yaratmak ve o merakı arada güçlü diyaloglarla ve dizelerle yavaş yavaş körüklemek. En son paragrafta insan anlıyor, karakterin hüznünü, özlemlerini, tutkularını, yaşanmışlıklarını ve yaşan(a)mamışlıklarını, yaşanıp da akıldan çıkamayanları... Hani gelip gidip etrafında döndüğümüz anılar vardır, sık sık ziyaret ederiz onları. Vazgeçilmez bir şekilde beynimiz hep o noktalara odaklanır... İşte birçok karakterde Tomris Uyar da bunu yansıtmış. Statik olduğunda karakter, insan üzülüyor, çünkü genelde hikaye ve hayat dolu karakterler. Etrafındaki herkesin (mesela mahallenin en güzel kadını, 1. Dünya Savaşı'ndan bir gazi, herkesin saygı duyduğu belki pek eğitimli olmayan ama insanlığıyla tanınan, sıradanlığının içinde aslında çok özel anıları olan), geçmişe dönüp de bakan karakterler. 
“Hayatın dalaşı, gürültüsü, küfürleri, şarkıları, güçlükleriyle bilenmiş, elleri kaba işlere girip çıkmış, sevmeyi yaşamaktan öğrenmiş, yaşayarak öğrenmiş, bildik Mustafa’yı gerçekten sevdiğini düşündü en son. Koyu bir su aktı toprağa.” (s. 29)

Metal Yorgunluğu adlı hikayeye de bayıldım... Resimlerle desteklediği bu hikaye duru bir dille anlatılmış. Daha çok birinci kişinin ve ana karakterin ağzından. Orada şöyle der: 
“Bendeniz bir sessiz film piyanisti gibi dışarıdan eşlik ettim olaylara. Hayat, büyük hesabıyla akıp giderken ben, karanlık odalarda, ince dökümlerle uğraştım. Ta gençliğimden başlayarak.” Hayat hikayesini anlatır, savaş zamanında nasıl silah dökümünde çalıştığını, "günah işlediğini" ama bunu gençlerin özgürlüğü için yaptığını. Yine de hikayesini ağlayarak anlatmaz Ferdi Bey. Kendini acındırmak gibi bir derdi yoktur, artık dünya işlerinden el ayak çeksem de rahat etsem, der. Böyle demez tabii, Tomris Uyar’ın dili güzeldir. Sırf metal yorgunluğu olsa neyse, ama gönül yorgunluğu da vardır Ferdi Bey’in. Bu çok katmanlı hikayeyi çok sevdim Nesrin’in hikayesinden sonra. 

Bazı hikayeler ağırdır, dil anlamında değil. Okur ve bir kenara koyarsınız kitabı, ben şimdi bu hikayeyi hazmedeyim, dersiniz. İşte Tomris Uyar’ın hikayeleri de böyle. Belki hepsi değil ama Metal Yorgunluğu kesinlikle öyle. Hikaye seviyorsanız size kesinlikle tavsiye ederim Tomris Uyar ile tanışın, tanışmadıysanız eğer. Tanıştıysanız bazı hikayeleri bir defa okuduğunuzda, kaçırdığınız bir şey olabilir, onu göz ardı etmeyin... Yeri geldiğinde bir daha okuyun. Bir hikaye bir hayattır. Bir hikayede bazen insan az ve öz, gözlerimizle göremediğimiz, hep hissettiğimiz ama dokunamadığımız o güzel karmaşayı sadeleşmiş bir biçimde bulur. Ve bazen bir hikaye okumak insanın bir şeylere bakış açısını değiştirebilir, bir düğümü çözer.
Hikayeseverlere duyurulur...
 

06 Temmuz, 2014

"Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. (...) Seyahatler çekiyor içim." - Yandan Çarklı isimli öyküden


Son Kuşlar ilk kez 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından basılmış. İş Bankası Yayınlarından okuduğum versiyonunda, içindeki 19 öyküye ek olarak, sonunda bir de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Sait'ten Hatıralar"ı yer alıyor. Bedri Rahmi diyor ki: "Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden biri de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak."

Bu öyküleri 'yazmasaymış deli olacakmış' Sait Faik. İyi ki de yazmış. Ada ve deniz havasının eksik olmadığı bu kitapta kullandığı dolambaçsız diliyle, yalın cümleleriyle bize anlattığı o kadar çok şey var ki...

Son Kuşlar benim de okuduğum hikayelerin en güzellerinden biri oldu. Sait Faik'in, daha 1952 yılında, sanki bugünü gördüğünü ve başımıza gelecekleri çok önceden yazdığını görüyoruz. Ağacı, yeşili, kuşları ve güzel olan her şeyi yok etme eğilimimizin bir süre sonra bizi getireceği noktayı, geleceği görmüşcesine tespit etmiş Sait Faik bu öyküde.

"Kuşları boğdular. Çimenleri söktüler. Yollar çamur içinde kaldı." diyor ve yüzümüze tokat gibi vuran, ne kadar haklı olduğunu bugün çok net gördüğümüz cümleleri sıralıyor: "Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde  güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi."

Biz çocukların 31 Mayıs 2013'te başlayan ve haziran boyu süren tüm mücadelesi de bu yüzden değil miydi? Gezi'de direnişi başlatan tek bir ağaç değil miydi? Daha çok para ve oy kazanmak için her yeri betonlaştıran zihniyete karşı durmadık mı? Biz çocuklar aslında, senin yazdığın tehlikenin farkındaydık ve farkındayız sevgili Sait ama maalesef gücü elinde tutan zihniyet karşısında bizim gücümüz sınırlı. Koruyabildiklerimizi korumak için elimizden geleni yapıyoruz; ancak onları elimizde ne kadar süre tutabileceğimizi bilemiyoruz. Evimin penceresinden hala kuş sesi duyabildiğim için şanslıyım belki ama o kuşların da bir zaman sonra "son kuşlar" olacağını ve onları koruyamayacağımı düşündükçe hüznüm öfkeye dönüşüyor. Bizim için gerçekten kötü olacak.

Bu kitapta Sait Faik, içinde yaşadığı toplumla arasına mesafe koymuş gibi hissettim. Onların hırslarına, adaletsizliklerine, doğaya ve birbirine karşı acımasızlıklarına, belki Sait'in seçimleri nedeniyle belki de onu kendilerinden farklı gördükleri için kendisini dışlamalarına karşı, Sait de zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak uzaklaşmış insanlardan. Belki çok iddialı bir yorum olacak; ama satır aralarında bu uzaklaşmayı ve eleştirel bakışı gördüm öyküleri okurken. Örneğin,  Haritada Bir Nokta isimli öyküde diyor ki: "Biliyordum ki, insanlar beni pek sevmeyeceklerdi. Bir adam ki onlar gibi değildir. (...) Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgarı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi." Burada, Sait'in, onu kendilerinden farklı gören insanlara karşı zihinsel bir uzaklık ve belki üstünlük içerisinde olduğunu görebiliriz. Benzer şekilde Dondurmacının Çırağı öyküsünde "Oh! Kimselere selam vermiyorum. Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim. Görmemezliğe geliyorum. Başımı çeviriyorum." derken de bu uzaklığın eyleme dökülmüş haline tanıklık ediyoruz. Son bir örnek olarak da Yaşayacak isimli öyküyü verebilirim. Bu öyküde "Düşünmeye başlayalı beri bir gün sarhoş olmadan gülemedik ki." diyen Sait, çok balık tutulan günün sonunda balıkçıların oynayarak, zıplayarak, değişik birtakım hareketler yaparak sevinmesini garipser ve der ki: "Böyle irkiliriz işte dışarıdan görünce sevincin gösterisini. Meselesi ekmeğinde olanların bu halinden, meselesi insan, gökyüzü, yeryüzü, ölüm, sefalet, hastalık, incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar nasıl irkilmez ki?" Buradan da anlıyoruz ki; Sait Faik'in meselesi ekmek parası değildir, dünyanın somut kazançları onun meselesi değildir; daha naiftir Sait, sevginin peşindedir o, yeşilin, ağacın, toprağın, kuşun peşindedir, bunlar üzerinde düşünmektir onun meselesi.



Bitirirken yine Sait'in kelimelerini kullanmak istiyorum. Barba Antimos'tan gelsin bize: "Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir." Günlerimizin kıymetini bilsek fena olmayacak.
         
Ve son olarak, bu yazıyı "Son Kuşlar" eşiliğinde yazdım ve siz de mümkünse Sait Faik'in hikayelerini ve bu yazıyı onun eşliğinde okuyun.


05 Haziran, 2014


"Vapurun içinde tek kadındı. Tek biletsizdi. Fakat Kadıköy iskelesine vapurdan ne kadar bilet varsa o kadar adam çıktı. Ne fazla ne eksik." - Kim Kime isimli öyküden.

Her şey bir Burgazada ziyaretiyle başladı. Beğenmeyen Okumasın ekibinden Merve ile Ada’nın sakin sokaklarını yürürken Sait Faik Abasıyanık’ın, Darüşşafaka Cemiyeti tarafından müzeye çevrilmiş evini de ziyaret etmek istedik.

Sait Faik’in yazdığı, uyuduğu, muhteşem manzaraya dalıp gittiği, kısacası yaşadığı odaları dolaşırken, duvarlara yerleştirilmiş fotoğraflarına bir süre baktıktan sonra verdiğim ilk tepki şu oldu: Bu adam hayatımın aşkı olabilirmiş. Evet, itiraf ediyorum ki, Sait Faik'e sadece evinde dolaşıp fotoğraflarına bakarak aşık oldum o gün. Tabii bu aşkın doğal sonucu olarak, aslında hayatımın aşkını bulmadan kaybettiğim de söylenebilir. İmkansız aşklarım ve ben...
O günden sonra, biraz abartarak da olsa kafamda idealize ettiğim Sait Faik’i daha yakından tanımaya karar verdim. Şimdiye kadar onun sadece Kayıp Aranıyor isimli romanını okuyup burada da yazmıştım. Ziyaretin ertesi haftası gidip Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan basılan Sarnıç ve Son Kuşlar isimli öykü kitaplarını aldım. Bugün, içinde on altı adet hikayenisinin bulunduğu "Sarnıç"tan bahsetmeye çalışacağım.


Sait Faik'in tek başınalığını, gel gitlerini, özlemlerini ama yine de umudunu gördüm ben bu öykülerde. Kullanımını ilk kez, bu kitapta yer alan Bir Karpuz Sergisi hikayesinde gördüğüm 'yoksuzluk' var bu hikayelerde. Oldukça yalın ve sıcak anlatımında satır aralarında da olsa aşk da var yazdıklarında; ancak genel ve temel olarak öyküleri okurken ve okuduktan sonra bana kalan his sakinlik oldu. Evet, sakinlik... Öykünün konusu ne olursa olsun, Sait Faik kelimeleri o kadar yumuşak ve yalın seçmiş ki, okurken içime işleyen sakinlik ve huzur hiç gitmedi. Söz gelimi, babasının otuz yaşındaki ikinci eşi için ısrarla "annen" diye bahsetmesine çok kızan kırklı yaşlarındaki Rüstem'i, onunla arası kötü olan ablasını ve tüm bu kişilerin, doğum sancısı çeken bir kadının başında birbirlerine sopa ile vurarak kavga etmesini anlatışını okurken bile rahatsızlık duymadım. Bu bağlamda Sait Faik'in "büyülü" bir kalemi olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Genelde Burgazada ve İstanbul'da geçen bu hikayeleri, konu bağımsız olarak okurken içime yer eden sakinlik hissinin başka bir açıklaması olamaz.

Loğusa isimli bu öykü dışında, kitapta yer alan birkaç öyküye de değinmek istiyorum. Kitaba ismini veren Sarnıç adlı öyküde eski yaşamını özleyen, eski bir dostuyla geçmişten bahsederken gözleri yaşaran, ortalama bir adamın geçmişle ilgili sorgulamaları, o günlere ait anıları ve kendisinde aradığını bulamayan eşinin, babasının evine geri taşınması var örneğin. Altını en çok çizdiğim öyküsü bu oldu diyebilirim. "Geçmiş hep daha güzel olmaya devam edecek." düşüncesini benimseyen şahsımın da ara sıra "Acaba geçmişi gözümde çok mu büyütüyorum?" şeklinde sorguladığım konuyu sorgulamış bu hikayede. "Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi?" diye sormuş ama sorunun cevabını vermemiş maalesef ve özlemeye devam de etmiş öykü boyunca. Genelde bu gibi cevapsız sorular sorduğundan da bahsetmiş zaten "Sarnıç"ta. Bu sorulara bir örnek olarak "Bu dünya insan için kafiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?" sorusu verilebilir sanırım. "Bu soruya cevabı olan var mıdır?" diye sorarak, ben de cevapsız sorulara bir tane daha ekliyorum.
Kafasında karpuz sergisi açmak hayali olan ama "yazın bütün güzelliğini görebilmek için" çalışmamak yönündeki arzusu "iradesini almış, birlik olmuş, dost olmuş" bir adamın hikayesini okudum Bir Karpuz Sergisi'nde. Kim Kime'de ise, ölen eşinin cenazesini Ada'nın en tepelerindeki evinden aşağı indirmek için kapı kapı dolaşarak yardım isteyen ama aradığı yardımı bulamayınca eşinin cenazesini uçurumdan aşağı atmak zorunda kalıp biletsiz olarak Kadıköy vapuruna binen bir kadını okudum. Yukarı da alıntı yaptığım gibi, vapurdaki tek biletsiz kadın oydu ve vapurdan bilet sayısı kadar adam inmişti. Burada melankoli düzeyinize göre, kadının vapur yolculuğu sırasında intihar ettiğini ya da vapurdaki adamların hepsi biletli olduğu için, vapurdan bilet sayısı kadar adamın inmiş olmasının normal olduğunu düşünebilirsiniz.

Sait Faik'i derinden tanıma yolculuğuma geç de olsa başladım. Burada Sarnıç'taki tüm öyküleri yazamasam da, en azından kendisinin tarzı ve anlattıklarıyla ilgili bir fikir verebilmiş olmayı umuyorum. Yazımı, Burgazada'da yaşadığı evde çektiğim fotoğraflarla sonlandırırken, keşfedilmesini ve kalabalıklaşmasını çok da istemediğim Ada'ya gidip Sait Faik'in müze evini gezmenizi tavsiye ediyorum.



Evin girişi. Bahçesinde önce bir Sait Faik heykeli karşılıyor bizi. Bahçenin yan tarafında ise ziyaretçilerin not ve mektuplarından oluşan minik bir sergi yer alıyor. Bu mektupları okurken çim sulama fıskiyelerinden ıslanmamaya dikkat edin :)

Sait Faik'in yatak odası

Evin en üst katından görünen muhteşem manzara. Hikayelerini bu manzaraya bakarak yazdığını hayal etmek bile güzel.

03 Mart, 2014


"Bize göre en büyük itiraf, kimi zaman gitgide derinleşen bir sessizlik kuyusunun içinden, yeryüzüne ölü bir sazan gibi bakmaktır. Yalnızca bakmak."

Doğum günlerinde aldığınız hediyelerin hepsi çok anlamlıdır kuşkusuz, ama benim için özellikle kitapların yeri ayrıdır hep. İşte 30. doğum günümde bana hediye edilen Hasan Ali Toptaş'ın Ölü Zaman Gezginleri adlı hikaye kitabının yeri de hep ayrı olacak benim için. Öyle ki bu sayede hem Hasan Ali Toptaşla tanışmış oldum hem de uzun bir aradan sonra yeniden öykü okumanın zevkiyle. Toptaş çok üretken ve bol ödüllü bir yazar. 1992 yılında Ölü Zaman Gezginleri adlı eseriyle Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birinciliğe layık görülmüş. Bin Hüzünlü Haz adlı eseri 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü alırken Uykuların Doğusu adlı romanı da 2006 Orhan Kemal Roman Ödülüne layık görülmüş.

Türk edebiyatı ve hikaye denildiğinde aklıma ilk Sait Faik Abasıyanık ve eserleri gelir. Özellikle ortaokul yıllarımda büyük keyifle okuduğum Semaver Sarnıç'ın yeri bende ayrıdır. Ölü Zaman Gezginleri'ni okuduktan sonra bu eserin Semaver Sarnıç'tan sonra bende en çok etki bırakan öykü kitaplarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu eser Ölü Zaman Gezginleri ve Yoklar Fısıltısı adlı iki bölümden ve toplam 16 öyküden oluşuyor. Tüm öyküleri beğenmekle birlikte özellikle Ölü Zaman Gezginleri bölümündeki öyküleri daha çok beğendiğimi söyleyebilirim. Eserdeki en beğendiğim öyküler ise Balkon, Şarap Lekesi, Gökyüzü Gri, esere adını veren Ölü Zaman Gezginleri ve Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküler.


Bu eseri nasıl tasvir edersin diye bana soracak olursanız içinde derinlikli bir anlam barındıran, okuyanı sorgulatan, özellikle de eseri okuduktan sonra hayalle gerçekliğin varolanla kurgunun ne olduğuna dair kendinizi sorgulayacağınız bir eser olduğunu söylebilirim. Ayrıca kitaptaki betimlemeleri de çok başarılı bulduğumu iletmek isterim. Hele Korkuyla Yaralı Dört Keklik adlı hikayede öyle bir kar tasviri vardı ki onu paylaşmazsam esere haksızlık yapacağımı düşündüm:

"Kar hala yağıyordu. Kar durup dinlenmeden yağıyordu, boynumuza kulağımıza dolarak, hatta kirpiklerimizi birbirine düğümleyerek yağıyordu; neden yağdığını düşünmemize fırsat tanımadan yağıyordu; adımlarımızı körelterek yağıyordu; ağırlığını taşıdığımız umutların üstüne yığarak yağıyordu; bıkmadan usanmadan yağıyordu." (56-57).

Ekşi Sözlükte Ölü Zaman Gezginleriyle ilgili yazılan değerlendirmelerden birinin eseri gene bloğumuzda incelediğimiz Kör Baykuş'a benzetmeleri de bir başka tesadüf. Aslında ben de Şükrü Erbaş için yazılan Herkes Gibi Safa Bey adlı öyküyü gene bloğumuzda değerlendirdiğimiz Patrick Suskind'in Güvercin adlı eserine benzettim. Eser tekdüzelik, sıradanlık, ve tekrar duygusunu çok başarılı bir biçimde yansıtıyor.

"Kendi yaşamının da, sürekli çalınan bir şarkı olduğunu düşündü birden. Eviyle işi arasında uzanan yol vardı kafasında. Aynı evlerle kuşatılmış, aynı insanların gelip geçtiği, aynı seslerin dolup taştığı tatsız bir yol.... Kim bilir belki de aynı yolu yürümekten ayakları, aynı renkleri görmekten gözleri, aynı sesleri duymaktan kulakları ne kadar tez körelmişti. On üç yıldır? Aynı, aynı, aynı...." (135).

Eğer siz de bir yandan yaşamı, gerçekliği sorgularken bir yandan da inanılmaz güzel betimlemelerle dolu öyküler okumak istiyorsanız Ölü Zaman Gezginleri'ni şiddetle okumanızı tavsiye ederim. Zira ben yazarla geç tanışsam da bundan sonra mümkün olduğunca yazarın diğer eserlerini okumaya çalışacağım. Bundan sonraki ilk yolculuğum da Toptaş'ın Uykuların Doğusu adlı romanı olacak. Herkese iyi okumalar dilerim!





16 Temmuz, 2013




" 'Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var?' diye sormuştum bir seferinde. 'Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var,' demişti."




"Hikayem Paramparça"nın yazarı Emrah Serbes'in büyük kitleler tarafından tanınması Behzat Ç. ile oldu. Yazarın ilk romanı olan "Her Temas İz Bırakır" 2006 yılında yayımlandıktan sonra, Behzat Ç. serisinin devam kitabı sayılabilecek olan Son Hafriyat 2008'de okuyucusuyla buluştu. Bu iki romanın dışında Erken Kaybedenler adlı hikaye kitabı ise 2009 yılında diğer kitapları gibi İletişim Yayınlarından çıktı.

Emrah Serbes bana göre, bazı açılardan adı kitaplarının önüne geçen biri ama aynı zamanda da yarattığı Behzat Ç. karakteri açısından baktığımızda ise karakterin kendisinin önüne geçtiği bir yazar. Onu ve yazılarını kısaca anlatmak bu nedenle çok da mümkün değil. Sadece kitaplarıyla kendisinden bahsetmek de, özellikle Gezi Direnişi sonrasında, çok mümkün değil. Gerek Behzat Ç. dizisinin dokunduğu konular, ki bunlarda senaristlerin de katkısı göz ardı edilemez, gerekse kendisinin konuk olduğu çeşitli programlarda parmak bastığı konulara bakılınca kendisinin sadece bir yazar olarak kalmayıp memleket meseleleriyle de hemhal olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Yazardan bu kadar bahsettikten sonra kitaba geçebilirim diye düşünüyorum. Kitaptaki metinlerin büyük kısmı Afilli Filintalar adlı blogda yayınlanan parçaların gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş versiyonları. Kitabın sonunda yer alan "Galip İşhanı" adlı öykü ise ilk kez yayımlanmış. Kitap kısa öyküler ve fotoğraflardan oluşuyor.

Kitabı okumaya başladığınızda nasıl yarısına geldiğinize hatta bitirdiğinizde hayret ediyorsunuz zira çok çabuk ve keyifli bir okuma oluyor. Metinler birbirinin devamı değil, istediğiniz yerden başlayabilir hatta bazen benim yaptığım gibi gözünüzü kapatıp kitaptan fal bakmayı deneyebilirsiniz. Mesela şu an deniyorum ve 34. madde çıkıyor karşıma
"İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerine hep çok önem verdim. Her kişiliği bir saplantı şekillendirir. Benimkini şekillendiren de bu oldu sanırım."

Okurken kendinizden ya da tanıdığınız pek çok insandan bir şeyler buluyorsunuz. Genellikle Ankaralı bir kitap bu yazarın diğer kitapları gibi ama bazen Beşiktaş'a da uğruyor. Tanıdık sokaklarda dolaşıyorum o zaman kendi adıma. Çoğu parça kendi kendine konuşan bir adam hissi yaratıyor. Sanki yayımlansın da okunsun diye değil de, "yazmazsam içimde kalır, bari yazayım da bir köşede dursun" diye yazılmış gibi. Genellikle sade ve kolay anlaşılır yer yerse sert ve okuyup geçmesi zor cümleler var içinde. Yazar yüksek sesle içine soramadığı soruları yazarak hepimize sormuş gibi. Bir nevi yazma günahına bizi de ortak ediyor. Belki de ben abartıyorumdur, bilemiyorum.

Kısacası efendim bu "hızlı okunur zamanla içinize yerleşir" cinsten kitabı size tavsiye ederim. Yalnız kitabın kapağını pek sevemedim ne yalan söyleyeyim (yazmasaydım içimde kalırdı). Son olarak da bazılarımız için tanıdık bir paragrafla bitiyorum;

"Kurtuluş Parkı'nda yaprak dökümü... Hava açık... Yıldızlar yere yakın... Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. 'Neden olmaz,' diye soruyorum. 'Mutsuz oluruz,' diyorsun. 'Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.' "