Charles Dickens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Charles Dickens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Mart, 2014

Ekibimizin son buluşmasının konusu olan kitap Selim İleri'den Mel'un'du. Selim İleri'nin, "bir us yarılması" dediği, Osmanlı'dan Charles Dickens'a, Cahide Sonku'dan Pierre Loti'ye, Nurullah Ataç'tan Karl Marx'a kadar herkesten 'bilinç akışı' tekniğiyle bahsettiği eserekli bir aklın gelgitli hikayesi "Mel'un"u, şanına uygun bir şekilde ancak aşağıdaki  şekilde yorumlayabilirdik:
 
 
Burcu  Kadınların da erkeklerin de tırnakları var, ama kadınlar tırnaklarını çeşitli renklere boyuyor. Bu aslında düşünüldüğünde garip ve saçma bir şey. Güzellik algısının bu şekilde oluşmuş olması... Tamam sosyal bilim okudum, kadın bedenine yüklenen anlamları biliyorum ama çok basit düşünüldüğünde bu eylem çok saçma aslında. Bir fırça yardımıyla el tırnaklarını herhangi bir renge boyuyorsun. Sosyal bilimci olarak değil, oldukça basit bir beyin olarak düşündüğümde eylemin kendisi saçma. Çok düşündüğünde birçok şey çok saçma zaten.

Gözde  Acaba Virginia Woolf oje olan dönemde yaşasaydı n'apardı? Kendine ait bir odada çeşit çeşit ojesi mi olurdu yoksa karşı mı çıkardı? Bu kararsızlık ve emin olamama hali de sıkıntılı. Cahideciğim ise kesin tartışmaya ihtiyaç duymadan ojelerini bir başkasına sürdürüyordur, tabi ki kırmızı olacak. Hayatının son döneminde sefalet içinde yaşamasına rağmen o halde bile ojesini ihmal etmediği gibi bir his var içimde. Ojenin aslında başka bir yanı da olabilir. Kapitalist sistemde arz fazlası için talep de yaratmak önemli. Şöyle bir şey duymuştum; o sene saçlarda kızıl tonların ham maddesindeki bir maddenin arzında fazla olduğundan firmalar kızıl saç modası seferberliğine çıkmışlar. Belki ojenin de böyle bir hikayesi var, kim bilir...

Burcu  Ojenin öyle bir hikayesi var midir ya da Cahideciğim ne renk oje tercih ediyordur bilmiyorum ama ben yine düşündüm de, birinin bana aklını kaybedecek kadar, saplantısından ve tutkusundan bilincini akıtacak  derecede aşık olmasını isteyebilirdim. Düşünsene, bir Sayru var ve Cahide'ye olan aşkından ötürü usunu bile yarıyor. Gerçi ilk etapta bana çekici gelse de, eğer bu aşkın ucu bana direkt dokunursa ve ben o kisiyi sevmiyorsam çok boğucu da olabilir. Tek taraflı olursa bunalırım ben. Yalnız, birinin bana olan tek taraflı sevgisinden bunalabilirim ve onu sürdüremeyebilirim ancak benim bir başkasına olan tek taraflı kendi sevgimi sonsuza kadar devam ettirebilme potansiyeline de sahibim bence. Bu durumda hem Sayru hem Cahide olduğum söylenebilir mi acaba??

Gözde  Selim İleri'nin kitapta diğer insanlardan uzaklaşması gibi bir duruma neden olmaz mı acaba bu tek taraflı sevgi durumu? Orada da saykodelik bir durum var bence. Aslında aşırı narsisizm gibi bir şey. Bir başkasına seni sevme hakkı tanımıyorsun, kontrol sende olacak, sen seveceksin öyle mi? Sevginin de iyisini sen biliyorsun yani? Hem Sayru hem Cahide olma, genç Osman ol, cesedin yakışıklı kalsın :)  
Burcu   İyi de çevrene şöyle bir bak, bir metrobüse bin, İstiklal Caddesinde bir yürü... Sence bu insanlar, bu kalabalık uzaklaşılmayı hak etmiyor mu? Çok bir İlber Hoca gibi konuştum ama bence "Mel'un"daki Sayru da da biraz İlber Ortaylılık vardı: herkes cahil, kimse düşünmüyor, kimse okumuyor, tek muhteşem benim! :)

Gözde Muhteşem devirler Cahide zamanındaydı ve onlar da geçtiler. Şu anda sen dahil hiç kimse muhteşem değil, üzgünüm :)
 
Tabi ki ekip -herkes katılamasa da- olarak da toplanıp kitabı değerlendirdik. Bir klasik haline gelmiş cümlelerimizi ve buluşma fotoğrafımızı da ekledik.
 
 
Özlem: Us yarılması bana göre değil.
Burcu: Korkarım ki benim de usum yarılmış. 
Gözde: Uslu kelimesinin kökünün us olduğunu bu kitapta farkettim.
Hazal: Bana piyano çalan Avrupai kadın tiplemesiyle gelmeyin.
Merve: İnsanlardan çok çekmiş kafası karışık bir ötekinin içini döktüğü günlükler.
 
 

01 Mart, 2014




İntikam için hep uzun zaman gereklidir… Mesela yıldırımı düşün… İnsanı nasıl da hemencecik çarpar... Yıldırımın meydana gelebilmesi için ne kadar zaman gerekli bunu hiç düşündün mü?...”

 “O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı.” 1859 senesi, yani Fransız Devrimi’nden tam olarak 70 sene sonra gazetelerde tefrika ettiği İki Şehrin Hikayesi’nin ilk cümlesinde, devrimden önceki zamanları işte böyle anlatıyordu Charles Dickens.


İki Şehrin Hikayesi, Fransız Devrimi’ne doğru giden süreç içerisinde Paris ve Londra’da yaşananları konu alan bir 19. yüzyıl romanı. Dickens, bu iki şehrin insanlarını, hayat şartlarını, aşklarını kendi gerçekçiğinin süzgecinden geçirerek anlatıyor. Zamanının Paris’ine, Londra’sına götürüyor okuyucuyu.


Dickens’ın diğer kitapları gibi bu kitabı da çok sürükleyici bir anlatım tarzına ve merak uyandıran bir olay örgüsüne sahip.


1775 senesinde, kasım aylarının sonlarına doğru bir cuma gecesi Fransa’dan Londra’ya at arabasıyla yapılan uzun bir yolculukla başlıyor roman. Bu yolculuğu yapanlardan birisi Lorry’dir. Lorry, suçsuz yere hapiste yatan doktor Manette’in kızı, Lucie’ye babasını bulabilmesi için yardım etmek istemektedir. Kısa sürede Paris’deki meşhur şarapçı Defarge’ın dükkanına giderler ve Lucie, burada babasına kavuşur. Ardından babasıyla beraber Londra’ya dönen Lucie, yolculuk sırasında Charles Darnay adında bir Fransız soylusuyla tanışacaktır. Bu, her ikisi için de farklı bir dönemin başlangıcı olur. Aynı zamanda, “Fransa’da bir fırtınanın kopmak üzere olduğu” yeni bir dönemdir bu.


Dickens’a göre devrim öncesi Paris'e acı egemendi. “Gençlerin yüzü yaşlılarınkiyle aynıydı. Çocuklar acının ses verdiği birer cüce gibiydiler.” Bir yanda “açlık, dumanı tütmeyen bacaların üstüne yuva yapmış, ekmeğin kırıntısı bile bulunmayan fırınları işgal etmişti.” Bir yandan da kırbaç sesleri, süvariler, köylülerin başlarını eğerek bekledikleri efendileri ve açlık, işkence, ızdırabın dolu olduğu büyük şatolar. Açlıktan ölen insanların rastgele toprağa gömüldüğü, mezarların yerlerini belirlemek için tahta parçası bile bulunamadığı büyük bir yoksulluğun yaşandığı yıllardır. Böyle bir zamanda, bir de, ülkenin karışacağını anlayan Fransız soyluları Londra’ya kaçmaktadır. Fakat devrim sonrası bu kaçışlar giderek zorlaşacaktır.


Kitabın en etkileyici bölümü şüphesiz Bastille’in düşüşünün anlatıldığı yer. 14 Temmuz 1789 günü Paris'de yaşananları kesinlikle bir de Dickens'ın bu kitabında görmek gerekir. Dickens'ın hikayesinde, o gün, Lucie ve babası Saint Antoine’de, evlerinin penceresinin önünde dışarıdan gelen ayak seslerini dinliyorlardı. O gün, Fransa 1789 senesinin Temmuz ayındaydı. Bastille’in düştüğü gün “yüzlerce kişinin ayak sesleri sokağı inletiyordu. Sabahtan beri sokağın yaşayan ölüleri bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı ve zaman zaman aydınlanan güneş bu ölülere ışık veriyordu sanki.” “Her olayın bir merkezi vardı.” Dickens’a göre Saint Antoine’de “bu olayın merkezi de şarap dükkanıydı.” Herkes, kadınlar, erkekler, çocuklar eline silah, taş, sopa, ne olursa alıyor ve Bastille’e doğru gidiyordu o gün. Peki ya o günden sonrası? Dickens’a göre Bastille’in düşüşünden sonra hiçbir şey değişmiyor. Dickens, devrim sonrasını da öncesi gibi eleştirel bir dille aktarıyor. Bu kitabında devrimin ardından yaşanan üç seneyi bir önceki dönemin devamı olarak görüyor.

Bastille'in Düşüşü, 14 Temmuz 1789


Bazı şehirlerin edebiyat açısından çok büyük bir cazibesi vardır. Birçok romana konu olur bu şehirler, birçok insanı da bu şekilde büyülerler. Aslında belki de bu şehirlerin en güzel halleri yine yalnızca bu romanlardaki halleridir. Belki de şehirlerin bu cazibesini yaratan da romanlardır ya da bu şehirlerin tarihi, coğrafi konumu, insanları, hikayeleridir bir romanı böylesine konuşturan. Görünen o ki Paris ve Londra edebiyatçılar açısından bu cazibeli şehirler arasında yer alıyor. Bu iki şehrin hikayesini de Charles Dickens'dan mutlaka dinlemek gerekiyor.  




04 Mayıs, 2013


Beğenmeyen Okumasın ekibi, bu ay da Charles Dickens'in Büyük Umutlar isimli eserini tahlil etmek için bir araya geldi... Güzel bir tesadüf olarak, Helena Bonham Carter ve Ralph Fiennes gibi isimlerin de yer aldığı Büyük Umutlar uyarlaması vizyona yeni girmişti. O yüzden kitap sohbetimizden sonra Atlas Sineması'nda bir de filmi seyrettik.

Cafe Kafka, Beyoğlu

Kitap tam bir edebiyat şöleni! Kimsenin bu bağlamda bir eleştirisi olmadı... (Olan çarpılır :-) ) Ancak bol bol grilik, sefalet, ahlaki çöküntü ve drama biraz iç karartabilir, bunu da burada söylemiş olalım. 

Filmin ise ilk yarısı oldukça sıkıcıyken,  ikinci yarısı büyük oranda başarılıydı. Eh tabii başrollerde Ethan Hawke ve Gwyneth Paltrow yok ama en azından kitaba sadık kalınmış. 1998 yılı versiyonunda ana kahraman Pip bile bizlere Finn olarak sunulmuştu!

Not 1: Fotoğraflar kitabın ve filmin griliğine atıfta bulunularak siyah beyaz yüklenmiştir.

Herkes ayrı telden...

Not 2: Mine Oda Yayınları'nı tercih ederken, Merve & Burcu kitabı Can Yayınları'ndan okumuş. İngilizce versiyonunu ben  arkadaşlarıma hava atmak için Londra'dan almıştım, ancak Dickens'ın harika dili yüzünden bitiremeyip rezil oldum. (Londra'da ayrıca bir Dickens Müzesi bulunduğunu söyleyip, edebiyat turizmine katkı da yapmış olalım!) Ve Gözde Kindle'dan sonra şimdi de iphone ile teknoloji bağımlılığını sürdürüyor... Özlem ne okudu bilmiyoruz, zira şehir hatlarının çalışmaması sebebiyle Anadolu yakasında mahsur kalıp toplantıya katılamadı...

Not 3: 1998 yılındaki uyarlamayı eleştirdik ama onun da müzikleri harikaydı diyerek güzel bir hatırlatma yapalım:





Bir dahaki buluşma metnimiz Nabokov'dan Lolita... O zamana kadar tekil incelemelerimizle esenkalın sevgili okurlar!