01 Mart, 2014




İntikam için hep uzun zaman gereklidir… Mesela yıldırımı düşün… İnsanı nasıl da hemencecik çarpar... Yıldırımın meydana gelebilmesi için ne kadar zaman gerekli bunu hiç düşündün mü?...”

 “O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı.” 1859 senesi, yani Fransız Devrimi’nden tam olarak 70 sene sonra gazetelerde tefrika ettiği İki Şehrin Hikayesi’nin ilk cümlesinde, devrimden önceki zamanları işte böyle anlatıyordu Charles Dickens.


İki Şehrin Hikayesi, Fransız Devrimi’ne doğru giden süreç içerisinde Paris ve Londra’da yaşananları konu alan bir 19. yüzyıl romanı. Dickens, bu iki şehrin insanlarını, hayat şartlarını, aşklarını kendi gerçekçiğinin süzgecinden geçirerek anlatıyor. Zamanının Paris’ine, Londra’sına götürüyor okuyucuyu.


Dickens’ın diğer kitapları gibi bu kitabı da çok sürükleyici bir anlatım tarzına ve merak uyandıran bir olay örgüsüne sahip.


1775 senesinde, kasım aylarının sonlarına doğru bir cuma gecesi Fransa’dan Londra’ya at arabasıyla yapılan uzun bir yolculukla başlıyor roman. Bu yolculuğu yapanlardan birisi Lorry’dir. Lorry, suçsuz yere hapiste yatan doktor Manette’in kızı, Lucie’ye babasını bulabilmesi için yardım etmek istemektedir. Kısa sürede Paris’deki meşhur şarapçı Defarge’ın dükkanına giderler ve Lucie, burada babasına kavuşur. Ardından babasıyla beraber Londra’ya dönen Lucie, yolculuk sırasında Charles Darnay adında bir Fransız soylusuyla tanışacaktır. Bu, her ikisi için de farklı bir dönemin başlangıcı olur. Aynı zamanda, “Fransa’da bir fırtınanın kopmak üzere olduğu” yeni bir dönemdir bu.


Dickens’a göre devrim öncesi Paris'e acı egemendi. “Gençlerin yüzü yaşlılarınkiyle aynıydı. Çocuklar acının ses verdiği birer cüce gibiydiler.” Bir yanda “açlık, dumanı tütmeyen bacaların üstüne yuva yapmış, ekmeğin kırıntısı bile bulunmayan fırınları işgal etmişti.” Bir yandan da kırbaç sesleri, süvariler, köylülerin başlarını eğerek bekledikleri efendileri ve açlık, işkence, ızdırabın dolu olduğu büyük şatolar. Açlıktan ölen insanların rastgele toprağa gömüldüğü, mezarların yerlerini belirlemek için tahta parçası bile bulunamadığı büyük bir yoksulluğun yaşandığı yıllardır. Böyle bir zamanda, bir de, ülkenin karışacağını anlayan Fransız soyluları Londra’ya kaçmaktadır. Fakat devrim sonrası bu kaçışlar giderek zorlaşacaktır.


Kitabın en etkileyici bölümü şüphesiz Bastille’in düşüşünün anlatıldığı yer. 14 Temmuz 1789 günü Paris'de yaşananları kesinlikle bir de Dickens'ın bu kitabında görmek gerekir. Dickens'ın hikayesinde, o gün, Lucie ve babası Saint Antoine’de, evlerinin penceresinin önünde dışarıdan gelen ayak seslerini dinliyorlardı. O gün, Fransa 1789 senesinin Temmuz ayındaydı. Bastille’in düştüğü gün “yüzlerce kişinin ayak sesleri sokağı inletiyordu. Sabahtan beri sokağın yaşayan ölüleri bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı ve zaman zaman aydınlanan güneş bu ölülere ışık veriyordu sanki.” “Her olayın bir merkezi vardı.” Dickens’a göre Saint Antoine’de “bu olayın merkezi de şarap dükkanıydı.” Herkes, kadınlar, erkekler, çocuklar eline silah, taş, sopa, ne olursa alıyor ve Bastille’e doğru gidiyordu o gün. Peki ya o günden sonrası? Dickens’a göre Bastille’in düşüşünden sonra hiçbir şey değişmiyor. Dickens, devrim sonrasını da öncesi gibi eleştirel bir dille aktarıyor. Bu kitabında devrimin ardından yaşanan üç seneyi bir önceki dönemin devamı olarak görüyor.

Bastille'in Düşüşü, 14 Temmuz 1789


Bazı şehirlerin edebiyat açısından çok büyük bir cazibesi vardır. Birçok romana konu olur bu şehirler, birçok insanı da bu şekilde büyülerler. Aslında belki de bu şehirlerin en güzel halleri yine yalnızca bu romanlardaki halleridir. Belki de şehirlerin bu cazibesini yaratan da romanlardır ya da bu şehirlerin tarihi, coğrafi konumu, insanları, hikayeleridir bir romanı böylesine konuşturan. Görünen o ki Paris ve Londra edebiyatçılar açısından bu cazibeli şehirler arasında yer alıyor. Bu iki şehrin hikayesini de Charles Dickens'dan mutlaka dinlemek gerekiyor.  




0 yorum :

Yorum Gönder