“İntikam için hep uzun zaman gereklidir… Mesela yıldırımı düşün… İnsanı
nasıl da hemencecik çarpar... Yıldırımın meydana gelebilmesi için ne kadar zaman
gerekli bunu hiç düşündün mü?...”
“O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık
çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı.” 1859 senesi, yani
Fransız Devrimi’nden tam olarak 70 sene sonra gazetelerde tefrika ettiği İki Şehrin Hikayesi’nin ilk cümlesinde, devrimden önceki zamanları işte böyle anlatıyordu Charles Dickens.
İki Şehrin Hikayesi, Fransız
Devrimi’ne doğru giden süreç içerisinde Paris ve Londra’da yaşananları konu
alan bir 19. yüzyıl romanı. Dickens, bu iki şehrin insanlarını, hayat
şartlarını, aşklarını kendi gerçekçiğinin süzgecinden geçirerek anlatıyor. Zamanının
Paris’ine, Londra’sına götürüyor okuyucuyu.
Dickens’ın diğer kitapları gibi bu kitabı da çok sürükleyici
bir anlatım tarzına ve merak uyandıran bir olay örgüsüne sahip.
1775 senesinde, kasım aylarının sonlarına doğru bir cuma
gecesi Fransa’dan Londra’ya at arabasıyla yapılan uzun bir yolculukla başlıyor
roman. Bu yolculuğu yapanlardan birisi Lorry’dir. Lorry, suçsuz yere
hapiste yatan doktor Manette’in kızı, Lucie’ye babasını bulabilmesi için yardım etmek
istemektedir. Kısa sürede Paris’deki meşhur şarapçı Defarge’ın dükkanına
giderler ve Lucie, burada babasına kavuşur. Ardından babasıyla beraber Londra’ya dönen Lucie, yolculuk sırasında Charles Darnay adında bir Fransız soylusuyla tanışacaktır. Bu, her ikisi için de
farklı bir dönemin başlangıcı olur. Aynı zamanda, “Fransa’da bir fırtınanın kopmak üzere olduğu” yeni bir dönemdir
bu.
Dickens’a göre devrim öncesi
Paris'e acı egemendi. “Gençlerin yüzü yaşlılarınkiyle
aynıydı. Çocuklar acının ses verdiği birer cüce gibiydiler.” Bir yanda “açlık, dumanı tütmeyen bacaların üstüne
yuva yapmış, ekmeğin kırıntısı bile bulunmayan fırınları işgal etmişti.”
Bir yandan da kırbaç sesleri, süvariler, köylülerin başlarını eğerek
bekledikleri efendileri ve açlık, işkence, ızdırabın dolu olduğu büyük şatolar.
Açlıktan ölen insanların rastgele toprağa gömüldüğü, mezarların yerlerini
belirlemek için tahta parçası bile bulunamadığı büyük bir yoksulluğun yaşandığı
yıllardır. Böyle bir zamanda, bir de, ülkenin karışacağını anlayan Fransız
soyluları Londra’ya kaçmaktadır. Fakat devrim sonrası bu kaçışlar giderek
zorlaşacaktır.
Kitabın en etkileyici bölümü şüphesiz Bastille’in düşüşünün
anlatıldığı yer. 14 Temmuz 1789 günü Paris'de yaşananları kesinlikle bir de Dickens'ın bu kitabında görmek gerekir. Dickens'ın hikayesinde, o gün, Lucie ve babası Saint Antoine’de, evlerinin
penceresinin önünde dışarıdan gelen ayak seslerini dinliyorlardı. O gün, Fransa
1789 senesinin Temmuz ayındaydı. Bastille’in düştüğü gün “yüzlerce kişinin ayak sesleri sokağı inletiyordu. Sabahtan beri
sokağın yaşayan ölüleri bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı ve zaman
zaman aydınlanan güneş bu ölülere ışık veriyordu sanki.” “Her olayın bir
merkezi vardı.” Dickens’a göre Saint Antoine’de “bu olayın merkezi de şarap
dükkanıydı.” Herkes, kadınlar, erkekler, çocuklar eline silah, taş, sopa,
ne olursa alıyor ve Bastille’e doğru gidiyordu o gün. Peki ya o günden sonrası?
Dickens’a göre Bastille’in düşüşünden sonra hiçbir şey değişmiyor. Dickens,
devrim sonrasını da öncesi gibi eleştirel bir dille aktarıyor. Bu kitabında devrimin
ardından yaşanan üç seneyi bir önceki dönemin devamı olarak görüyor.
Bastille'in Düşüşü, 14 Temmuz 1789 |
Bazı şehirlerin edebiyat açısından çok büyük bir cazibesi
vardır. Birçok romana konu olur bu şehirler, birçok insanı da bu şekilde
büyülerler. Aslında belki de bu şehirlerin en güzel halleri yine yalnızca bu romanlardaki
halleridir. Belki de şehirlerin bu cazibesini yaratan da romanlardır ya da bu
şehirlerin tarihi, coğrafi konumu, insanları, hikayeleridir bir romanı
böylesine konuşturan. Görünen o ki Paris ve Londra edebiyatçılar
açısından bu cazibeli şehirler arasında yer alıyor. Bu iki şehrin hikayesini de Charles Dickens'dan mutlaka dinlemek gerekiyor.
0 yorum :
Yorum Gönder